İnsanoğlu kavga hâlinde eşiyle, işiyle, kedisi köpeğiyle kimseyi bulamazsa kendi ile. Nedir onca öfkelendiren bu kadar seni ey insan?

Hani olduğu kadar olmadığı kaderdi; Teslimiyeti kaybettik, kimimiz de Donkişot misali Tanrıyla savaş içinde.. Ölümü bile bile her şeyi topyekün kaybedeceğimiz bu yaşam sahnesinde en kral kumarbazlara aşık atarcasına ölümsüzlüğe oynamak. Oysa elimizin altında sabun köpüğü gibi dönmemek üzere sönüp giderken ömürden her bir gün, dudağımızdaki yarım kalan şarkılar, gökyüzünde belki de son kez görebileceğimiz ihtimali olan bulutlar, aslında yaratılıştan olan fakat sevinçten uçtuğunu sandığımız kuşlar, böceklerin karıncaların bile kaderleri kadar yaşama tutunma telaşesi var. Dilsiz ağaçların, otların bi cümlelerinin fısıltılarında yarışır görgüsüz şakımalar, çağıldamalar, vızıltılar. Her şey herkes böyle canhıraş birbiri ile yarış halindeyken bir vakitten sonra bilmek yerine olmak istiyor insan, koca bir kütüphane dolusu kitap okumak yerine mesela bir kitabi hakkıyla okuyarak anlamak, hani belki de anlaşılmak kendini anlatmaktan yorulduğum zamanlarda hiç bir şey anlatmamak ve artık azami susmak.

Biliyoruz, dünya oldukça meşakkatle doldurulmuş bazen nefes almaya oksijenin bile kafi gelmediği bir imtihan alanı.. Gözlerini burada açan her insan kendini bu kargaşanın içinde bulacak. Kimileri dile dökmenin acıyı iliklerinde hissetmekle eşdeğer olduğunu varsayıyor. Öyle ya burası cennet değildi, her istediğimiz olmazdı. İnsan ölümü biliyor da bilmezlikten geliyor ondan ölümlü olduğunu yüzüne vuranlardan haz etmiyor. Gerçekten her an ölümün kıyısında olduğu gerçeği ile yaşasaydı insan herkes birbirine bu kadar acı çektirmez, oturup öylece geriden geriye temaşa edip nefsinin kölesi olup, onca günaha girmezdi. Ne demiş Şeyh Galip "Vücut ruhun bineğidir” varacağın menzile kadar onu taşır. Ben tam tersini düşünüyorum “ruh bedenin bineğidir” bedeni ruh taşır. O kadar şımartırız, o kadar semirtiriz ki bedeni, ona bir şey olacak diye ödümüz kopar. En güzel en moda giysilerle donatır, parmağımız kesilse, dizimiz kanasa vaveylâ ederiz.

Peki ya ruhumuz?

Gıdasız bıraktığımız, horladığımız, incittiğimiz, incitilmesine yaralanmasına izin verdiğimiz, bedenin onca çilesini kahrını yüklediğimiz parça pinçik ettiğimiz zavallı fukaramız, asıl özümüz.

Sevmediğimiz insanları evimize alıp yaşatır mıyız?

O halde neden enerjimizi emen, hayatımıza bizi yıpratma noktasında müdahil olanları fiziken uzaklaştırmış olsak bile beynimize mıhlayıp yaşatıyoruz? Ya da neden geçmişe mahkûm oluyoruz? Yaşadıklarımız bir dersti müebbet değil. Korkmak yerine sevin, kaçmak yerine sevin, öfke anında yine sevin. Çünkü sevgi her halin yerine girer ama hiçbir hâl sevginin yerine oturamaz. Zira insan denen şu gayri meçhul varlığın tabiatı sadece ama sadece sevgiye yenik düşer. Fıtratta her ne olursa olsun sevgiyle bunu değıstirmek mümkündür. Doğu irfanının büyük bilgesi Şadi Şirazi’nin insan nedir sorusuna “Yek kadre-i hûnest sâd hezârân endişe” diye cevap vermesi. (Farsça çevirisi: Bir damla kan ve sayısız endişe..) Yüzyıllar boyunca insan denen yaratılmışa çeşitli tanımlar getirildi, getirilecek de; “insan insanın kurdudur” demiş yaşadıkları döneme binaen filozof Plautus. “İnsan her şeyin ölçüsüdür” demiş Pratongoras ve “insanın en yararlısı insana faydalı olandır” demiş Mevlâna.. Bende şöyle tanımlamak isterim, “insan insanın kursudur, insan insanın kulpudur” ve hatta bu çağda yaşayan insan tanımım, “insan kolaya kaçandır..”

“Maddeyi maneviyatın önüne geçirmiş, kendisi sevip sevilmemiş, ruhu aç bitap can çekişirken bitmek bilmeyen hırs ile egosunu şişiren sevgiye saygı duymayan, kendi huzuru ve mutluluğunu başkalarının mutsuzluğundan besleyen..” bi garip yaratık olup çıkmıştır.

Sorsan iyiliğini isterler birazcık bitin kanlansa, yüzüne kan gözlerine sevgi pırıltıları yerleşse, hemen antenleri açarlar. Hele hele de her bir icraatın sosyal medya ile yedi silsilenizin ve tanıdık tanımadık onca kenafir gözün önüne serdiniz mi, hedef noktasında tüm namlular üzerinize çevrilmiştir; Allah size şifa ile rahmet eyleye.

Onca kötü gözden yayılan sinerji ile iflah olmazsınız artık zaten. Bir kez daha doğruluğuna kalıbımı bastığım birebir yaşayıp şahit olduğum şeyleri birkaç cümle ile özetleyen sayın Halil Cibran'ın sözleriyle yazımı noktalıyorum.

“Gez ve kimseye söyleme. Gerçek bir aşk hikayesi yaşa, kimseye söyleme. Mutlu ol, kimseye söyleme. İnsanlar güzel şeyleri mahveder.”

YAZININ DİBİ: Bencildir insan kış gelince gölgelendiği ağacı unutur. Bana bir harf öğretenin kölesi olurum diyen Hz. Ali'nin sözünü söyler de, öğrenince hocasını unutur, öğreteni unutur. Boynuz kulağı geçtiğinde altın bilezik takan ustasını unutur. Ayaklarınin üzerinde durup yuvadan uçtuğunda, dokuz ay karnında taşıdığı, sabahlara kadar uykusuz kalıp uf bile demeyen kanı ile canı ile sütü ile beslendiği anasını, eşekler gibi alemin ağız kokusunu çekip beli bükülene kadar çalışan babasını unutur. Zora geldiğinde, ya da artık son kullanma tarihi geçtiğinde seni seviyorum, sensiz yaşayamam sen benim her şeyimsin dediği dünyalara değişemediği insanı bir çırpıda satıp, çok sevdiğini, aşkını unutur. Ya “Rızkımı veren hüdadır kula minnet eylemem” derken. Cebi bolca para gördüğünde fakir fukarayı, eş, dost, akrabayı, hadi onları geçtim, kendini yaratıp nefes aldırıp yaşatanı yüce Yaradanı, Hakk'ı unutur.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.