İki kişi sabah uyandı…

Biri, hane halkıyla birlikte sabahın esenliğini dinginliğini yaşadı. Onlarla sohbet etti. İftar ve sahurda 800 – 850 kişinin sofralarında bulunduğundan duyduğu memnuniyeti paylaştı ev halkıyla. “Bugün inşallah daha çok kişi gelir” diye dua etti. Hane halkı hep birden “Amin!” dedi.

Diğeri de uyanır uyanmaz eline telefonu aldı. Yönettiği kurumdan birkaç kişiyi aradı. O günün stratejisini belirlediler. Kendilerini tereyağından kıl çeker gibi her şeyin üstesinden bir bir geldikleri için birbirlerini takdir ettiler.

İkisi de evden çıktı…

Biri, herhangi bir kıyafetini giyerek iftar ve sahur eksikleri gidermek için pazara attı kendini. Telefonla iftarda yapılacak yemekler konusunda aşçıya bilgi verdi. Olur ya, unuttuğu bir şey kalmasın diye sordu soruşturdu. Alışverişini tamamladı. İçinde tatlı bir heyecan ve huzur ile her gün iftar yemeği verdiği yere doğru yol aldı.

Diğeri, en lüks ve gösterişli kıyafetlerden oluşan dolabının önünde bekledi. Birbiriyle uyumlu renklerdeki kıyafetini ağırdan alıp ayna da kendini izleyerek giydi. Kendine nasıl da yakıştığını sadece kendi duyacak tonda seslendirdi. Arabasına doğru yürürken şoförü ve arabanın kapısını açan görevli ile göz göze gelmeden öylesine selamlaşarak bindi lüks aracına. Yolculuğu boyunca telefonda sıradan şakalar yaparak güldü, hatta bol baharatlı kahkahalar attı.

İkisi de makamlarına geldi…

Biri, mutfakta çalışıp hazırlık yapanlara yüzünde huzur veren tebessüm ile selamlaşarak “kolay gelsin” dedi. Muhatapları aynı sıcaklıkta karşılık verdiler. Sıradan odanın sıradan koltuğuna oturdu. İçinde eksiksiz bir güne başlamanın huzuru vardı.

Diğeri, odasına girerken başını salladı selamladım manasında.  “Bekleyenler var mı?” diye sordu. Görevli bekleyenleri, sonra arayanları, görüşmek isteyenleri söyledi bir bir… Belirtilen isimlerin bir kısmını çizdi attı. Lüks odasının lüks koltuğuna kuruldu. İçinde 'günü nasıl kurtarırımın' hesabı ile yaşadığı bir gerginlik vardı.

İkisi de insanlarla bir aradaydı…

Biri, ziyaretine gelen dostlarıyla sohbet ediyordu. Dostlardan birisi her gün bedelsiz olarak verilen iftar ve sahur yemeklerinin birleştirici, kucaklayıcı yanını anlatırken “Kimseyi yargılamadan, kılığını kıyafetini sorgulamadan, yaşam biçimi üstünde ahkam kesmeden yapılmalı..” sözlerinin ardından “arada bir gidip patates doğramalı, soğan soymalı ki, insanın en büyük düşmanı olan kibri kırılsın..” vurgusunu yapıyordu.

Diğeri, toplantıya geçmişti. Kendini rahatsız eden bir çıkışta bulunan kişiyi susturmak için “Ben kibirli insanım. Burnum yere düşse eğilip almam” diyordu. Dinleyenler buz kesilmişti. Böyle bir sözü ne kendilerine ne de söyleyene yakıştıramamıştı. İçlerinden “Acaba bu söylediklerini düşünerek mi söylüyor?” diye sorgulamadan edemediler. Kibirli olduğunu söyledikten sonra, itiraz edeni toplantıdan çıkardı. 

İkisi de aynı şehirdeydi…

Biri, başını öne eğmiş bütün sakinliği ile dostun anlattığına kulak kabartmıştı. Dost, “Cenab-ı Hak İsra Süresi 37. ayette ‘Yeryüzünde kibir ve azametle yürüme! Çünkü sen asla yeri yaramazsın ve boyca da dağlara erişemezsin’ buyuruyor ve üstüne de Lokman süresi 18.  ayette ‘Hem insanlara karşı avurdunu şişirme (kibirlenme) ve yeryüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah övünen ve kuruntu edenlerin hiçbirini sevmez’ ikazında bulunuyor” diye anlatıyordu. Dostun “Allah hepimizi kibirli olmaktan korusun” duasına oda da bulunanların hepsi birden yüksek sesle “Amin!” dedi

Diğeri, toplantıdan çıktı. Lüks odasında kendini destekleyenler ile oturdu. Biraz öfkeliydi. Huzuru tümüyle kaçmıştı. Bunun yansımasının ne olacağını kestiremiyorlardı. Sessiz kalalım nasıl olsa unuturlar görüşünde birleştiler. Toplantıdan atmakla iyi olduğunu dile getirerek birbirlerini teselli ettiler.

İkisi de iftardaydı…

Birine, öğrencilerden küpeli olanı yaklaştı; “Bu yemeğin kim veriyor?” diye sordu. Biri’nin cevabı netti; “Bak duvardaki hadisi şerifi görüyor musun? İftar ve sahur yemeğinizi veren Hz Muhammed Mustafa efendimiz (sav)” dedi. Kendi adını bile söylemedi. Öğrencinin yüzünde manidar bir gülümseme oluştu; “o halde bende yemek dağıtarak, tabakları toplayarak ona hizmet etmek istiyorum izniniz olursa” dedi. Öyle yaptılar. Her ikisi birden kalkıp bulaşık kapları toplamaya başladı…

Diğeri, lüks bir mekânda vazgeçilmez arkadaşları ile birlikte iftardaydı. Sofrada bir kuş sütü eksikti. Tıka basa yediler. Karınlarını doyurdular. Gün boyu yaşanan olayın üzerine yapılan söylemleri gülerek, alay ederek konuştular. Karınlarını doyurduktan sonra “Allah olmayana da versin” deyip sofradan kalktılar. 

İkisi de..

Birinin adını kimse bilmiyordu.. Ancak üniversitenin açık olduğu süre içinde hergün ücretsiz kahvaltı veren, Ramazan ayında da ücretsiz Halil İbrahim sofrası kuran amca olarak öğrenciler arasında adı söylenmeden bilinen ve dua alan biri olarak yıllardır biliniyordu. 

Adını değil yaptıklarını konuşuyorlardı.

Diğerinin adını herkes biliyordu.. Ancak yapmadıklarını, yapamadıklarını, beceremediklerini ve üstüne üstlük kibrini dile getirişini konuşuyorlardı…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.