150

Kur’an, İslam coğrafyasının inanç dünyasında merkezi bir konuma sahip olmasına rağmen, tarih boyunca çoğu zaman yanlış anlaşılmış ve asıl amacından uzak bir biçimde yorumlanmıştır. Müslüman toplumlarda yaşanan sıkıntı ve belaların sebebinin “Kur’an’dan uzaklaşmak” olduğu sıkça dile getirilir. Oysa gerçekte uzaklaşılan şey Kur’an’ın kendisi değil, onun anlamı ve rehberliğidir. Çünkü birçok insan, din adına söylenen her şeyi; fıkıh hükümlerini, mezhebi yorumları ve geleneksel anlayışları Kur’an’ın beyanı sanmakta, hatta bunları Kur’an’la eşdeğer görmektedir. Böylece, Kur’an’ın ne olduğu, neyi amaçladığı ve insana nasıl bir yön vermek istediği konusundaki cehalet giderek derinleşmiştir.

Toplumda Kuran, genellikle abdestsiz dokunulmayan, sevap kazandıran ya da ölmüşlerin ruhuna gönderilen, kabir azabını hafifleten bir araç olarak görülmektedir. Kuran’ı anlamadan okumak, hafız olmak ya da çok okuyarak sevap kazanmak, yaygın bir dini pratik haline gelmiştir. Ancak Kuran, Allah Resulü döneminde böyle bir obje değildi; aksine, bir hayat kitabıydı. Mekke ve Medine’de 23 yılda inen ayetler, geçmiş ümmetlerin ve resullerin hayatlarından örnekler verir, o süreçte gelişen olaylara çözüm için hayatın içinde yaşanılarak kendini gösterirdi. Sahabe, Kuran’ı sevap toplamak için değil, şirkten, batıldan ve küfürden uzaklaşarak hayatlarını dönüştürmek için okurdu. Kuran, neye, nasıl, ne kadar ve niçin inanmaları gerektiğini açıklayan, günlük hayatı düzenleyen bir rehberdi.

Allah Resulü’nün vefatından sonra Müslümanlar iç huzursuzluk, karışıklıklar ve iç savaşlar, katliamlar ve zulümlerle yüzleşirken, bir yandan da büyük fetihlerle genişleyen bir coğrafya ile karşılaştı. Hz. Ebubekir ve Hz. Ömer dönemlerinde adalet, dayanışma ve Kuran’ın rehberliğine bağlılık gibi güzel uygulamalar öne çıktı. Ancak bu dönemler, istisnai örnekler olarak kaldı. Bu süreçte Kuran giderek asıl işlevinden uzaklaştı. Ümmet, eski alışkanlık ve ahlak anlayışlarına dönmeye başladı. Geniş coğrafyalarda Kuran’ı anlamak ve öğretmek mümkün olmadı. Bunun temel sebebi, sahabe arasında Kuran’a tam anlamıyla vakıf olanların sayısının yirmiyi geçmemesi ve bunların yetiştirdiği insan sayısının, büyüyen coğrafyadaki nüfusa yetişememesiydi. Ayrıca, okunacak yeterli mushaf ve eğitim yuvası da bulunmuyordu. İnsanlar Müslüman ismini taşısa da, namaz dışında eski kültür ve geleneklerini sürdürmeye devam etti. Zira İslam’ın ana ilkeleri dururken her gidilen yere önce namaz götürülmekteydi. Taberi gibi siyer alimleri, toplumun inanç ve yaşam biçiminin Müslüman ismiyle eski kültürleri devam ettirdiğini aktarır. Eğitimsizlikten din, namaz, abdest ve oruç gibi ibadetlerle sınırlı kaldı! O süreçte Kuran’ın anlaşılması bir kenara, okunması bile yaygın değildi.

Mesela Nuh ibn Ebû Meryem ve Meysereddin Abdurrabbih adlı kişilerin Kuran’ı okumaya özendirmek amacıyla ürettiği "Surelerin Faziletleri" hakkında yığınla rivayet üretmişlerdir.

Bu rivayetler, Kur’an’ın anlaşılmasını adeta rafa kaldırdı. Kur’an’ın anlamı kavranmadıkça, sözlü kültürde dolaşan doğru, eksik ya da uydurma hadisler dinin temelini oluşturdu. Böylece Kur’an’ın hayat rehberi olma vasfı, yerini ritüellere, alışkanlıklara ve geleneksel uygulamalara bıraktı.

Kur’an’dan uzaklaşıldıkça, dinin ana ekseni yavaş yavaş sözlü kültürün taşıdığı rivayetlerle örülmeye başladı. Peygamber’in vefatından sonraki ilk iki asır boyunca, ağızdan ağıza dolaşan olay anlatıları, söylentiler ve yorumlar hızla çoğaldı. Herkes kendi anlayışını, kabilesinin veya siyasî görüşünün etkisiyle “din” adı altında aktarmaya başladı. Bu dönemde milyonlarca rivayet ortaya çıktı.

Abbasi dönemine gelindiğinde, bu kontrolsüz sözlü birikim sistemli biçimde toplanıp yazıya geçirilmeye başlandı. Rivayetlerin derlenmesiyle birlikte, “hadis” adı altında yeni bir bilgi türü doğdu. Milyonları bulan sözler arasından “sahih” olduğu kabul edilenler seçilmeye çalışıldı; bu ayrım için “hadis usulü” adıyla yeni ölçüler geliştirildi. Ancak bu ölçüler, büyük oranda Kur’an’dan bağımsız biçimde şekillendi.

Rivayetlerin yazıya geçirilmesiyle birlikte, bu rivayetleri esas alan mezhepler ortaya çıktı. Mezheplerin teşekkülüyle beraber rivayet temelli din anlayışı kemikleşti. Artık dinin kaynağı Kur’an değil, rivayetlerin oluşturduğu gelenek haline gelmişti. Her mezhep, kendi görüşünü meşrulaştırmak için Kur’an’ı kendi anlayışına göre yorumladı.

Bu süreçte, tefsirler yazıldı. Fıkıh kitapları çoğu zaman Kur’an’da yer almayan, hatta Kur’an’a açıkça aykırı olan rivayetlerden oluştu. Hadisleri dogma laştırıldı. Mesela, “Hadisler de vahiydir”, “Kur’an hadis olmadan anlaşılamaz”, “hadisler Kur’an ayetlerini nesh edebilir” gibi iddialar ortaya atıldı ve giderek kabul gördü. Daha da ileri gidilerek, bazı âlimlerin ictihat yoluyla Kur’an’ın hükümlerini değiştirebileceği savunuldu.

Bu ortamda Mutezile, aklı ve tefekkürü esas alarak Kur’an’ın anlam merkezli yorumunu savunan bir düşünce hareketi olarak ortaya çıktı. Onlara göre, dinin kaynağı akıl ve vahiy olmalı; rivayetler ise Kur’an’a aykırı olduklarında reddedilmeliydi. Ancak Mutezile’nin bu akılcı yaklaşımı, siyasi otoritelerin desteğini alan nakilci (Hambeli rivayetçi) anlayış karşısında uzun süre tutunamadı.

Sözlü kültürden yazılı geleneğe geçen bu süreçte, “bazı ayetlerin keçi tarafından yenildiği”, “bazılarının unutulduğu” veya “Allah tarafından nesh edildiği” gibi akıl dışı rivayetler bile “sahih” kabul edilen kaynaklara girdi. Kur’an’ın akletmeye, sorgulamaya ve düşünmeye çağıran yüzlerce ayetine rağmen akıl geri plana itildi; nakil, yani rivayet ve ulemanın görüşleri dinin temeli hâline geldi.

Sonuçta, rivayet ve mezhep merkezli anlayışlar Kur’an’ın yanında adeta paralel dinler haline geldi. Her mezhep kendi farz, sünnet, vacip, helal ve haramlarını üretti. Yazıya geçirilen dini kaynaklar, çoğu zaman siyasi iktidarların meşruiyetini pekiştirmek için kullanıldı. Geçmiş, “İslam’ın altın çağı” olarak idealize edildi; bu romantizasyon, dönemi ve söz sahiplerini eleştirilmez hâle getirerek, sonraki nesillerin akletmesini ve sorgulamasını engelledi. İçtihat kapatılarak önceki nesillerin sözleri dokunulmaz hâle getirildi; Kur’an yerine bu sözler şerh edilmeye başlandı. Resul sonrası sapmalar görmezden gelindi; tarih, çoğu zaman siyasî ve toplumsal ihtiyaçlara göre kurgulandı.

Bu durum, İslam’ın bugünkü sorunlarını anlamayı ve çözmeyi zorlaştırdı, reform çabalarını engelledi ve statükoyu korudu. Kur’an, toplumun her şeyimiz olduğu söylense de, uzun süredir duvarlarımızın süsü, hocaların kazanç metası ya da sevap dağıtan bir araç olmaktan öteye gidememiştir.

Tüm okurlarıma sevgi ve selamlar.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150