Ön yargılarımız bizi birçok şeyi fark etmekten alıkoyar.
Bir şeyler yaşanır, bir takım olaylar olur. Olayların cereyan ettiğinde veya yaşandığı anlarda herkesin dilindedir. Sonrası unutulur hepsi… Herkes unuttu, atlattı sanırız. Bu bizim kendi yaşam alanımızın içinde ki sahte bir önyargıdan ibarettir. Bizim hissetmediğimizi, düşünmediğimizi, aklımıza getirmediğimizi kimse getirmiyor sanırız. 

Bu sıradan insanların hayatlarına öyle sirayet etmiş ki, çevremizdeki insanların hassasiyetleri olabileceğini bilmeden düşünmeden ahkâm kesmelere neden olacak seviyelere yükselmiş.
Özellikle gençler arasında bu anlamda vurdumduymazlığa varan bir ukalalıkta mevcut. Kimse kimseyi dinlemiyor. Herkes “ben” diyor, benim yaşadıklarım, benim ihtiyaçlarım, benim hayatım…
Ya karşında ki?
Onu anlamak için dinlemek gerekir, duymak gerekir, kulak kabartmak gerekir ancak “önce ben” anlayışı bütün bunlara engel oluyor. 
...
Bir kafe de oturan bir grup genç vardı.
Onların yan masada oturup sohbet ettiklerini dahi fark etmemiştim. Birisi seslendiğinde sohbetimiz de başladı. Hataylı olduklarını öğrendim. Hatay denince insanın aklına eskisi gibi zengin bir kültür ve birikim değil doğrudan deprem geliyor. Gayriihtiyari ailelerinde depremle ilgili bir kayıp olup olmadığını dolaylı olarak sorguladım. Kayıpları yoktu çok şükür. Ama ruhlarında ki derin yaranın izleri anlatımlarına yansıyordu. 
Bir cümle bile onların bütün hayatları boyunca yaşayacakları özetlemeye yetiyordu: “evimizde yaşamıyoruz
Kafede bulunan insanların her birisi başka dünyaların hayatlarını konuşuyordu. Olanca yüksek bir sesle çalan ritimli müzik bile onların çehrelerine bir anda düşen o gölgeyi silemiyordu. 
Yaşadıklarını biliyorlardı.
Ailelerinin yaşadıklarını ve yaşamaya devam ettikleri sorunları biliyorlardı.
Kentlerinin halini biliyorlardı.
Susuzluğundan, konteynırda sürdürülen yaşam mücadelesini biliyorlardı. Ancak yaşayanın bileceği şeyleri anlatıyorlardı. Olanı biteni bizlerde bilsek de, o derin travmanın izlerini sözlerinden ve anlatımdaki ruh halinden görmek mümkündü.
Gençlerin öğrenci olması ve eğitimlerini sürdürmeleri ve normal hayat ile ailelerinin hayatları arasında ki sıkışmışlıkları sohbet ilerledikçe görmemek imkansız. 
Günlük hayatın akışı içinde hiç kimsenin gündeminde olmayan bir konuyu aileleri ile konuştukları andan itibaren birebir hissederek yaşamalarını nasıl anlatabilirim, hangi cümle ile ifade edebilirim bilmiyorum. 
Çevrelerinde ki bütün hayatlar onların yaşadıklarını tümüyle yaşamlarından çıkarmışken, onların gün içerisinde defalarca farklı biçimde yaşamaları neyle izah edilebilir.
İki parça insan…
İki parça ruh…
İki parça hayat…
...
Birbiriyle konuşamayan, birbirini duyamayan, birbirine sağırlaşan insanların millet olma özelliği kalır mı? Sadece kendi derdiyle dertlenilmesini isteyenlerin “önce insan” ilkesinde yeri olabilir mi? Başka birisini anlamayan, empati yapamayan kendini bulabilir mi?

Dinlemek gerek, duymak gerek, hissetmek gerek, paylaşmak gerek.
Paylaşım yoksa hayatta yoktur

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.