Pandemiyle birlikte oluşan yeni kavram: Biyokapitalizm

BURSA ARENA / Haber Merkezi

 Biyokapitalizmin 1970’lerde tohumların yapısına müdahale edilmesiyle ve laboratuvarlarda tohumların üretilmesiyle başladı.

Pandemiyle birlikte yeni bir kavramla tanıştık, biyokapitalizm. Doktora tezini organ nakli ve kaçakçılığı üzerine yapan Başkent Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nden Dr. Osman Özarslan; günümüzde biyoloji politikaları, ziraat politikaları ve kapitalizmin üniversitelerle teknokentlerde buluşmasının yeni bir sermaye ve iktidar biçimi yarattığına dikkat çekiyor.

Biyokapitalizmin 1970'lerde tohumların yapısına müdahale edilmesiyle ve laboratuvarlarda tohumların üretilmesiyle başladığını söyleyen Özarslan; doğanın döngüselliğinin bozularak piyasa mantığına uydurulmasıyla sürecin devam ettiğini belirtiyor. Ardından da tohumların yapılarının kopyalanarak bilgisayarlara aktarılmasıyla Stanford Üniversitesi merkezli teknokentlerin oluştuğunu, bunun da yüksek bilim ile sermayenin evliliğinin başlangıcı olduğunu anlatıyor. Özarslan, biyokapitalizmin en önemli ayağının da insan bedeni ve organları olduğunu belirterek sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Nazilerin dünyaya yapmış olduğu en büyük iyilik ve en büyük kötülük, toplama kamplarında gayri meşru deneyler yapmış olmaları. Şimdi biz tıbbın bu kadar gelişmiş olmasını bir anlamda Nazilere borçluyuz. Çünkü onlar daha önce bizim bilmediğimiz, yapmadığımız birtakım uygulamaları yaptılar. Örneğin kişi canlı iken ameliyat masasına yatırarak beynin bir lobunu alarak gözlemlediler. Daha pek çok deneyle vücudun bilinmeyen kodlarını o döneme göre çözdüler. Bu Nazi doktorların önemli bir kısmı Amerika'ya gitti ve tıp çalışmalarını orada sürdürdü. Bununla ilgili ciddi bir literatür var. Organ nakline gelmemiz o çalışmaların sonucudur. İlk kalp nakli Güney Afrika'da yapıldı, ardından da Japonya'da. Organ bağışı ve beden teknolojilerinin gelişmesinin son aşaması Genom projesi ve bu projede belirli düzeyde Türkiye de var. Genom projesi Amerika'nın koordinatörlüğünde yapılıyor, iddiası da şu: En genel anlamda biz insan bedeninin ve beyninin bütün şifrelerini çözeceğiz ve bunun sonucunda da mükemmel insanın yaratılmasını sağlayacağız. Ve mümkün olursa kök hücre tedavileri, kök hücre teknolojisiyle de kişiye özel tedaviyi icat edeceğiz, deniyor."

‘Mükemmel insanı aramak'

Devletlerin bu mükemmel insan yaklaşımının tehlikeli olduğunu söyleyen Özarslan sözlerini şöyle sürdürüyor:

"Giderek ırksal seçime dayanacak ve arkasında büyük bir sermaye hikâyesinin olduğu bir projeyi devletlerin nasıl satacağı da önemli. Pek çok devlet sağlığın bütçeye yüküne dikkat çekiyor ama mesela şunu bilemiyoruz: Parası olmayan insanlar ne yapacak? Bunun cevabı yok. Örneğin İngiltere bu konuda ağzındaki baklayı kısmen çıkarttı. 2010'da dediler ki sigara içenlere kanser tedavisi uygulamayacağız. Bir dönem Erdoğan da buna benzer bir şey söyledi ama Türkiye'deki AK Parti politikaları büyük oranda sağlık hizmetlerine dayandığı için çok fazla arkasında duramadı. Dolayısıyla ortada sınıfsal bir mesele var. İkincisi de bu işlerin vericisi kim olacak? Kalp nakli, böbrek nakli, rahim nakli, hatta penis nakli oluyor ama bu organlar kimden, hangi şartlarda sağlanacak?"

osman ozarslan2.jpeg

Osman Özarslan

Bunun evrensel bir hukukunun olmadığını söyleyen Özarslan; biyopolitikanın burada devreye girdiğini, devletlerin insan üremesini kontrol etme ya da teşvik etmesinin de bunun sonucu olduğunu vurgulayarak devam ediyor:

"Tayyip Erdoğan'ın üç çocuk demesi ya da Çin'de iki çocuktan fazla yapmayacaksınız denmesi bunun örnekleri. Ancak biyokapitalizm, insan bedeninin sınırlarının devletler ve piyasa aktörleri tarafından belirlenmesidir ki, 2013'te Gezi sürerken bir yasa çıkarttılar ve bu yasaya göre bir kişi öldüğünde, birinci dereceden yakınlarına bile sormadan gözünün retinası alınabiliyor. Bu yer yer uygulanıyor şimdi. Mesela bu retinalar niye alınıyor, kime aktarılıyor, kime satılıyor, belli değil."

Benzer bir yasanın Mısır'da da uygulandığını, Firavun Faresi olarak bilenen bir fare türünün taşıdığı virüs nedeniyle görme bozukluklarının yaygın olarak yaşandığını ve ölen insanların göz yuvarlarının oyularak çıkarıldığını hatırlatıyor. Daha sonra bu skandalın patladığını ve Sağlık Bakanı'nın istifasıyla sonuçlandığını söyleyen Özarslan devam ediyor:

"Yani devletler ve piyasa, ister ölü ister canlı, insan bedeninin bütünlüğünü ihlal etmeye başladığında bunun nerede başlayıp nerede biteceği belli değil. Gönüllü olarak organ bağışlayalım ama sağlık söylemi piyasanın ihtiyaçlarıyla karşılaşmaya başlayınca orada sınırlar yok oluyor. Kişinin sağlığından ziyade piyasanın ihtiyaçları öne çıkıyor ve insan bedeni bir hammadde kaynağına dönüşüyor."

Ortadoğu'daki çatışmalar ve organ pazarı

Organ ticaretini, küresel dünyanın taşraya saldırısı olarak yorumlayan ve Ortadoğu'nun da bir nevi Avrupa ile Körfez ülkelerinin taşrası olduğunu vurgulayan Dr. Osman Özarslan, bölgesel çatışmaların en önemli neden ve sonuçlarından birinin de organ ticareti ve kaçakçılığı olduğunu şu sözlerle anlatıyor:

"Genel olarak bizim coğrafyamız İran, Irak, Suriye hatta eski Sovyet ülkeleri, Gürcistan, Ukrayna, özellikle Balkanlar. Öncelikle IŞİD'i hatırlatmak gerekiyor. IŞİD'in petrol satışından elde ettiği gelirler defalarca yazıldı ama öbür taraftan IŞİD'in gelirlerinin çok söylenmeyen bir başka tarafı da var ki, o da organ satışıdır. IŞİD kendi kurtarılmış bölgelerinde, organ nakil merkezleri de kurdu ve ele geçirdiği esirlerin böbreklerini, başka organlarını dünyaya pazarladı. Alıcılar da Batılı müşterilerdi, Arap zenginleriydi. Yani IŞİD gerçeğinin arkasında böyle bir organ kaçakçılığı hikâyesi de var."

Özarslan özellikle Ortadoğu ve Afrika'da bitmeyen savaşların da organ pazarıyla bağının olduğunu söylüyor:

"Afrika'daki bitmek bilmeyen savaşlar, Etiyopya'daki Husilerile Tusilerin savaşı, Endonezya'daki savaş, küçük lokal çatışmalar. Organ nakil teknolojisinin gelişmesiyle bu savaşların eş zamanlı büyüyüp alevlenmesi dikkat çekicidir. Özellikle Afrika'nın çatışma bölgelerinden kaçan insanlar Mısır'a ulaştıklarında ve buradan Avrupa'ya geçmek istediklerini organlarını satıyorlar. Bu organın karşılığı kimi zaman geçiş bileti, kimi zaman oturum hakkı, kimi zaman da para oluyor."

Organ kaçakçılığının yükseldiği en önemli zeminin elbette yoksulluk olduğunu; İran, Irak, Endonezya, Hindistan, Çin gibi ülkelerde organ satmanın serbest olduğunu belirten Özarslan "Yani buralarda fiilen kurulmuş organ satış hastaneleri var. Mesela bunlardan biri Erbil'de. Dünyanın en büyük organ nakil hastanelerinden biri, hatta organ nakli konusunda yüksek skorlara da sahip ve siz gidip orada organınızı para karşılığı satabiliyorsunuz" diyor.

‘Annelik piyasa şartlarına entegre edildi'

Yoksulluğun eski Sovyet cumhuriyetleri olan Gürcistan, Ukrayna ve Moldova'da insan bedenini hammaddeye dönüştürdüğünü belirten Özarslan, Ukrayna'da bunun en önemli alanının kiralık annelik olduğu bilgisini paylaşarak şöyle konuşuyor:

"Avrupalı çiftler Ukrayna'ya gidiyorlar. Burada dünyanın en büyük kiralık anne merkezi var. Yumurta ve sperm birleştirilip Ukraynalı bir kadının rahmine yerleştiriliyor ve dokuz ay sonra gelip bebeği alıyorlar. Bu artık bir sektör. Ve bu biyokapitalizmininsan bedeninin bütünlüğüne, dokunulmazlığına, kutsallarına yapılmış bir haçlı seferi. Siz bir kadının dokuz ay bedeninde taşıyıp beslediği bir canlıyı, ineğin buzağısını alır gibi alıp gidiyorsunuz. Bu korkunç bir şey. Hatta geçen yıl pandemi başladığında, hamile kalan kadınlar 2020'de doğum yaptılar. Ve sınırlar kapandığı için aileler bebekleri alamadı, Ukraynalı kadınlar bebeklere biz bakalım dediler ancak buna bile izin verilmedi ve yüzlerce çocuk yan yana yataklarda aylarca beklediler. Avrupalı aileleri onları kameralardan izledi, ağlamalarını dinledi, kendi seslerini kaydedip gönderdi."

Biyokapitalizmin, annelik gibi kutsallaştırılmış bir alanı dahi, piyasanın şartlarına entegre ettiğini, kutsallığın sınırlarını da tahriş ettiğini ve anneliği metalaştırdığını söyleyen Özarslan; "Bu durumda kutsal olan şeylerin hepsinin anlamı yitmiş oluyor" diye konuşuyor.

Çin: İdamlar, Uygurlar ve muhalifler organ pazarının hammaddesi

Global organ kaçakçılığı pazarında Çin'in çok özel bir yeri olduğunu söyleyen Özarslan, Çin'le ilgili de şu bilgileri veriyor:

"Birleşmiş Milletler araştırmasına göre Çin'de her üç günde bir 70 bin yatak kapasiteli organ nakli yapma imkanı var. Organ nakli olduktan sonra da, dokuların uyması için alıcının bağışıklık sistemini kapatan ilaçlar veriliyor. Böylece beden yeni organa daha kolay uyum sağlıyor. Çin tükettiği immün ilacından ve yatak sayısından, günde binlerce organ nakli yaptığını tahmin ediyoruz. Ama Çin bu bilgiyi resim olarak açıklamıyor, bu bir devlet sırrı. Çin'de başka bir devlet sırrı daha var, kaç kişinin idam edildiğini de bilmiyoruz. İnsan hakları örgütleri bunların arasında bir korelasyon olduğunu düşünüyor, yani ne kadar insan idam ediliyorsa o kadar da organ nakli oluyor, deniliyor. Çin'de organların hammadde olarak getirilmesinin yollarından biri idamlar. Bir başka hammadde kaynağı Uygur Türkleri, onlar da organ nakli hammaddesi olarak görülüyor. Üçüncüsü de muhalifler. Bu gruplardan düzenli olarak organlar devşiriliyor ve alıcılara aktarılıyor. Bu konuda Birleşmiş Milletler adına araştırma yapan bir kişi, Güney Koreli bir zenginin Çin'den organ satın almaya gittiğini, öğleden sonra hastaneye başvurduğunu ve ertesi gün sabah organınız bulundu, diye arandığını anlatıyor. Adam yaşadığı deneyimi ‘tüyler ürpertecek kadar hızlı ve korkunç bir deneyim' olarak nakletmiş."

Türkiye'de muhafazakâr iktidarın, ölülerin kutsallığına çok dokunmak istenilmediğini, tarikatların da bu yönde büyük bir baskı yaptığını belirterek, özetle şunları anlatıyor:

"Ama Türkiye'de de hükümet, dünyanın her yerindeki hükümetler gibi organ nakli olmasını istiyor. Bu yüzden Diyanet fetvalar veriyor, kamu spotları yayınlanıyor. Çünkü bir böbrek nakli bir insanın yirmi yıl boyunca diyalize bağlı yaşamasından çok daha düşük maliyetli. Zaman zaman palyatif bazı durumlar yaşanıyor, çeteler çıkıyor insanların organlarını alıp aktarıyor. Birkaç yıl önce Antalya'da ortaya çıkmıştı bunun gibi bir olay. Bazen merdiven altı bazı yerlerde benzer vakalar görüyoruz. Ama bu olaylardan devlet ders çıkardı ve organların bağışlanması daha da zorlaştırıldı. Etik komitelerden geçtikten sonra, MASAK'ın da onayıyla organ nakli yapılıyor. Yani bu yüzden Türkiye'de bu iş nispeten düzgün yapılıyor diyebiliriz. Ama tabii bir yandan da Türkiye göçmen politikalarıyla kendi toprağında olmasa bile, örneğin Yunanistan'a geçmelerine yol vererek bunun zeminini de oluşturuyor."

‘100 bin Iraklı ve Suriyeli çocuk organ şebekelerinin eline geçti'

Söz Yunanistan'a gelmişken, Osman Özarslan özellikle Irak ve Suriye savaşlarından sonra 100 bine yakın çocuğun organ kaçakçılarının eline düştüğünü ve birçoğunun organını kaybettiğini, organlarını kaybedenlerin çeşitli suç örgütleri ile fuhuş çetelerine de satıldığını şu sözlerle anlatıyor:

"2018'de bizzat Yunanistan Dışişleri Bakanı'nın açıkladığı bir skandal yaşandı. 300 civarında elçilik ve dışişleri bakanlığı çalışanlarının çoğunlukta olduğu devlet görevlisini bizzat kendisi takip edip, adliyeye teslim etmiş ama çok da fazla sonuç alamamış. Hatta bu skandal nedeniyle İstanbul'daki Yunan konsolosluğunun 20'ye yakın çalışanı ve Dışişleri'nin 200' ü aşkın çalışanı açığa alındı ve tutuklandı.  Yaşanan şuydu: Velisi ve vasisi olmayan yüzlerce Suriyeli çocuğa Yunanistan'da oturum verildi. Bunlar 1 ila 7 yaş arasındaki çocuklardı. Ve bu çocuklar bir şekilde Yunanistan'a aktarıldıktan sonra, uluslararası organ kaçakçılığı şebekeleri tarafından önce böbrekleri alındı, sonra da erkekse çetelerde, kız çocuğu ise seks işçiliği için yetiştirilmek üzere satılıyor. Avrupa Birliği'nin bu konuda yazdığı rapora göre bu şekilde 100 bin tane çocuk var. Bu 100 bin çocuğun büyük bir çoğunluğu Irak ve Suriye'deki savaştan sonra oluşan birikimin sonucu, geri kalanı da Afrikalı çocuklar."

Osman Özarslan ile son olarak halen yaşadığımız pandemiyi konuşuyoruz. Biyo kapitalizmin pandeminin nedenlerinden birisi olduğunu söyleyen Özarslan şu tespiti yapıyor:

 "Kapitalizmin geldiği nokta ile pandeminin başlangıcı arasında büyük bir bağlantı var. YuvalNoahHarrari, Homo Deus kitabında yazdı. Orada Google Venture adlı şirketten bahsediyor ve Google'in yüzde 20 sermayesinin Google Venture'a aktarıldığını söylüyor. Venture, ölümsüzlüğü araştıran bir şirket. Ölümsüzlük mümkün olmazsa, bu durumda insanı 250 yıl yaşatmak mümkün mü diye de araştırıyorlar. Bu şirketlerin yapmaya çalıştığı şey, pandemi bağlamında düşünecek olursak, hayatın kendisini biyokapital bir merkezli bir şey haline getirmek. Baktığınızda insan nüfusu giderek yaşlanıyor ve bir yandan da insanlar tıbbi teknolojilere giderek bağımlı hale getiriliyorlar. Covid 19'un bittiğini ve Eylül gibi bu meselenin sönümleneceğini düşünüyoruz, ama arkasından Delta varyantı geliyor. Delta varyantıyla birlikte de Çin aşısının fayda etmediği, Alman aşısının da bir yere kadar etkili olacağı söyleniyor. Sonra Mis diye çocuklarda yüksek ateş nedeniyle ölüme sebep olan Covid'in bir varyantından bahsediliyor ve Türkiye'de de 8-10 çocuğun bu Mis varyantından öldüğü anlatılıyor. Dolayısıyla baktığımızda tıbbi teknolojilerin hayatın bu kadar merkezinde yer alması ve hayatın bu kadar tıbbileşmesi bence Covid'in kendisinden daha tehlikeli bir şey. Çünkü bizim bütün hayatımız hastane ile işyeri arasında geçecek gibi görünüyor. Piyasanın ya da kapitalizmin bize vadettiği ile başka bir şey yok gibi."

Özarslan son olarak Covid aşı patentine ilişkin tartışmaya dair şu yorumu yaparak sözlerini tamamlıyor:

"Aslında baktığımızda Rosa Luxemburg'un 1917'de söylediği ‘Ya sosyalizm ya barbarlık' meselesi hakikaten dönüp dönüp tosladığımız yer. Bilgi, sermaye, tıp gerçekten kamulaştırılıp halkın kullanımına açılmadıkça ve dünyanın olabildiğince çok yerine ulaştırılmadıkça, biz daha çok pandemiye maruz kalacağız.

The Independentturkish / Müjgan Halis

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.