150

Türk ordusunun savaş içindeki barışçıl tutumunu bütün açıklığı ile gözler önüne seren bir başka örneği, Çanakkale Savaşı ile ilgili olarak yayımlanan Gelibolu isimli bir eserde bulabiliriz. İngiliz yazar Alan Moorehead, adı geçen eserinde, Türk askerinin durumunu şöyle bir örnek üzerinde tasvir eder. [i]
"17 Nisan sabahı, şafaktan az sonra Kepez Burnu'ndaki Türk nöbetçiler suyun üzerine çıkmış bir İngiliz denizaltısı görürler. Anlaşılan denizaltı Marmara Denizi'ne geçmek için dalıp boğaza girmiş, ancak ani bir akıntıya yakalanarak kıyıya sürüklenmeye başlamıştır. Bölgedeki tüm Türk topları bir anda namlularını savunmasız denizaltıya çevirir, denizaltı karaya oturduğunda güverteye çıkan mürettebat makineli tüfek ateşi altında denize atlar. Daha sonraki iki gün, Türkler ile İngilizler arasında denizaltı enkazına sahip olma çarpışmalarıyla geçer. İngiliz denizaltıları, uçakları ve savaş gemileri sırasıyla boğaza girerler, Türklerin eline geçmeden önce denizaltı enkazını batırmaya çalışırlar, ancak torpilleri hedefe ulaşmaz, bombalar açığa düşer, savaş gemileri kıyı bataryalarının ateşi karşısında uzaklaşmak zorunda kalır. Sonunda, üçüncü gece küçük bir İngiliz devriye botu ışıldakların yırtıcı aydınlığı altında yaklaşır, torpillerden birini enkazın ortasına gönderir. 

İstanbul'daki Amerikan Elçi Müsteşarı Lewis Einstein'a göre Türkler bu olayda çok adil davranır. Denizaltının terk edilip, mürettebatı denizin dalgalarıyla boğuşurken Türk askerleri suya girerler, düşmanlarını kurtarırlar. Ölüler önce kıyıda gömülür, daha sonra Çanakkale'deki İngiliz mezarlığına nakledilir, gerekli dinî törenlerin yapılmasına özen gösterilir. ‘Türkler bu konularda olağanüstüdür’ diye yazar Einstein, ‘bir dakika önce gemlenemez bir öldürme arzusu gösterirler, bir dakika sonra da iyilikleriyle herkesi şaşırtırlar.’ İngiliz denizaltısının tutuklu mürettebatı ıslak üniformaları içinde titreyerek Çanakkale'deki hastaneye götürüldüklerinde, Türk yaralılar onlara konuk muamelesi yapar, üzerlerinde yeni ne varsa vermeye çalışır, yiyeceklerini onlarla paylaşır."

Moorehead’un kitabında gaz maskeleriyle ilgili bir açıklama daha yer alır. Artık savaşlarda kimyasal silah kullanılmaktadır. Bu yüzden Anzaklara ve Yeni Zelandalı askerlere gaz maskesi dağıtırlar. Fakat onlar maske takmayı reddederler; çünkü onlara göre, “Türkler gaz kullanmazlar”, “Türkler dürüst savaşçılardır.[ii].”  Oysa Galiçya’da Ruslar, İngilizlerin verdiği gazları Türk mevzilerine karşı kullandılar.[iii]. Bunun yanına şu hususu da eklemeden geçmeyelim ki, Moorehead, 1956 yılında Avustralya’da yayımladığı kitabında Türkleri küçültücü ağır ifadeler kullanmış olan bir gazetecidir. 

Avustralyalı savaş muhabiri Charles Bean’in günlüğüne 8 Ağustos 1915 tarihiyle kaydettiği bir vahşet olayı, Türklerin insancıl tutumlarına karşılık, İngilizlerin ne derece vahşi karşılık verdiklerine dair gayet açık şöyle bir olay yer almaktadır [iv]:

“Bugün pazar. Bu topraklara ayak basalı 15 hafta oldu... Bugün hayatımda gördüğüm en alçakça davranışlardan birine şahit oldum. Sığınağımın hemen karşısında 100 kadar Türk ile 2 Alman esirin barındığı tutukevinin çevresine benzin döküp tutuşturuldu... Türklere çok yakın gelen dev alevler karşısında zavallı esirler tutukevinin en uç köşesine üşüştüler ama acı akıbetten kurtulamadılar... Bu görüntüyü seyredip gülüşenler arasında İngilizler de Avustralyalılar da vardı. Bu işi yapanların ağzını burnunu dağıtacak onurlu bir kişi yok muydu acaba? Aynı iş dün de yapılmıştı çünkü... 
Bu esirlere yapılan muamele insanın yüzünü kızartacak derecede. Oysa bildiğimiz kadarıyla Türkler esir düşen asker ve subaylarımıza olağanüstü iyi davranıyorlar...”

Bu olay, Türk askerlerinin İngiliz denizaltı personelini kurtardıkları 17 Nisan gününden 4 ay sonra cereyan etmiştir.

Yine bir başka İngiliz yazar Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor isimli eserinde, 1877-78 Osmanlı Rus Savaşı'nın sonunda İngilizlerle Rusların yaptığı bir işbirliğinden söz eder. Aşağıdaki satırlar, adı geçen kitabın son paragrafıdır.[v]:    
"Montagu, 1879'da bir Bristol gazetesinde şöyle bir haber okudu: '30 ton insan kemiği Plevne'den Bristol Limanı'na getirilmiştir.' Ufacık bir Balkan kasabasını ele geçirmek ve savunmak için hayatlarını verenler, İngiliz topraklarını gübrelemekte kullanılıyordu."

İngiliz ölülerinin Çanakkale'de gördüğü saygı karşısında, bu durumun değerlendirmesini okuyucumuza bırakıyoruz.

Avrupa, Malthus’la, Hegel’le ve Clausewitz ile topyekûn savaş mantığını tırmandırırken, Osmanlı, yaşadığı engin tarih tecrübesi sayesinde barışı keşfetmiş ve Mecelle'ye şöyle bir hüküm koyarak hayata geçirmiştir: “BARIŞ HÜKÜMLERİN EN GÜZELİDİR.”

Türkler, 2. binyılda, Avrasya kıtasının neredeyse tamamına yakın bir bölümünü yönetmişlerdir. Her tarafta izleri vardır. Fetihlerinin hiç birinde hileye başvurarak, hedef bölgede karışıklık çıkararak hazırlık yapma yoluna gitmemişlerdir. Bilâkis, gittikleri yerlerde kargaşa ortadan kalkmıştır. “Böl ve yönet”, “kargaşayı körükle ve kendini vazgeçilmez kıl” gibi yöntemler izledikleri görülmemiştir. Yönettikleri her yerde etnik dokunun birbirine uyumuna özen göstermişler, birlik ve beraberlik fikrini öne çıkarmışlar ve doktrine etmişlerdir. Osmanlı devletinin yıkılışını hazırlayan hatalar, yönetimin bu konudaki felsefesinden kaynaklanan hatalar değildir. Merkezi otoritenin zayıflamasını fırsat sayan yerel egemenlerin veya tayin edilen ahlaksız valilerin tutumundan doğan, tamamına yakını art niyetli kişisel hatalardır. Yönetimin ağır kusurları, önce Anadolu Türklüğünü mağdur etmiştir. Türk atlarının Avrasya kıtasının tamamına yakınını çiğnemiş olması, barbarlık kanıtı gibi sunulamaz.  Doğru olan, mukayeseli bir yöntem izleyerek, Britanya imparatorluğunun egemenlik alanlarında ortaya çıkan kargaşaya ve daha önceki yüzyıllarda Türklerin sergilediği gerçeklere birlikte bakmaktır. Tarihin 2. binyılda ortaya koyduğu olgular, barış ve yönetim anlayışı konusunda, Türkleri hem yönetim felsefesi açısından hem de uygulama açısından daha üstün bir konuma çıkarmaya yeterlidir. Türkler tarafından yüzyıllar boyu yönetilen birçok kültür 3. binyıla girerken varlığını sürdürmesini Türklerin uzlaştırıcı yönetim anlayışına borçludur. 

Aydınlanmış Batı, barışı değil, “topyekûn savaş” kavramını keşfetmiştir. Türkler ise barışın felsefesini değil, uygulamasını yapmışlar, birbirleriyle kavgalı etnik toplulukları bir arada yaşamaya alıştırmışlardır. Kısacası, Türkler yeryüzünün istikrarına katkıda bulunmaya uygun bir kültüre ait olduklarını ve beyinlerinin böyle bir kültürel atmosferi soluduğunu bilmeli, adaylığını başkalarına da göstermeli ve duyurmalıdır.

Türkiye, barış telkinlerine ihtiyacı olmayan, bilâkis bu konuda örnek alınması gereken bir ülkedir.  

_______________________________

  i  Alan Moorehead, Gelibolu, Doğan Kitapçılık, 2000, sayfa 91
 ii  Alan Moorehead, Gelibolu, Doğan Kitapçılık, 2000, sayfa 167
iii  M. Şevki Yazman’ın Anıları/ 
iv  Kumandanım Galiçya Ne Yana Düşer?, İş Bankası,, 2006, s. 22
     http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-4216-26-turkleri-diri-diri-yaktik.html
 v  Rupert Furneaux, Tuna Nehri Akmam Diyor, Doğan Kitapçılık,    1999, s. 186

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150