150

İlkokul çağlarımda, yaz tatillerinde, hemen hemen sürekli çalıştım. Şimdi biliyorum ki; o çocuk yaşlarımdaki çalışmalar, bana, büyük tecrübeler kazandırmış. O zamanlar kazındığım tecrübenin farkında bile değildim. Çocuktum; çalışmak olarak görseydim, herhalde zor gelirdi, çalışamazdım. Sanki oyun gibi görmüşüm ki; yetişkinlerin ya da ihtiyacı olanların bile dayanamadığı, bütün gün Kayhan Çarşısında ileri geri gidip gelmeler ile çoğalan kilometrelerce yürümeye dayanabilmiştim. Yoksa dayanılacak gibi değildi. Sabahtan işe başlayanlar, ustanın, öğlen yemeği için vermiş olduğu çorba parası iki buçuk lirayı alıp, kirişi kırıyorlardı. O kiriş kırma olayından sonra da bırak çay ocağını sanırım; bir daha Kayhan Çarşısı ‘na uğramıyorlardı. Ben, mevzuyu oyun bilmiş, çalışmış, dayanmıştım. Hala Kayhan Çarşısı ‘na giderim; orada bir kapım kaldı, ustamın oğlu Kömürcü Hasan Kardeşime yolum düştükçe; hem oturur onunla sohbet ederim, hem de çayımı içerim. Sağ olsun, hatır gönül bilir Hasan Kardeşim…

İlkokul yılları Kayhan Çarşısı ‘nda çıraklıkla, ortaokul yılları da kesekağıdı imalatı, kader kısmet mucitliği, ağaç oymacılığı, sandalye imalatı gibi işlerle birlikte bakkalda, manavda çıraklıkla geçti. Manavdan ayrılışım muhteşemdi. Tam bir Aziz Nesin hikayesi gibi… O hikayeyi de bir ara yazarım. Keyifli vakit geçirmeye ihtiyacımız var. Bahane ile keyifli vakit geçirmiş oluruz.

Liseyi bitirdikten sonra, hem kumaşçılık hem de muhasebecilik yapan bir iş insanının yanında çalışmaya başladım. Şanslıydım, ablamın arkadaşı Muhasebeciler Derneği ‘nde sekreterdi. O ‘nun sayesinde Ticaret Lisesi ‘ni bitirdiğim için hemen muhasebe yardımcısı olarak görev aldım. On beş gün içinde amirim işi bıraktı, ben de o işi bıraktıktan sonra onun yapmış olduğu bütün işleri yapmaya başladım. Bursa Ticaret Lisesi ‘nde bize öyle bir eğitim vermişlerdi ki; aldığımız eğitimin dünya mesleki eğitim tarihinde yeri olabilir ve bu eğitim modeliyle birçok ülkeye de örnek olabilirdi. Vermek ve almak ifadelerini kullandım. Verileni alınmazsa, eğitimden öğretimden bahsedemeyiz. Bu zamanda okullarda eğitimin verildiğini de, bu verilen eğitimin öğrenciler tarafından alındığını da sanmıyorum. İstisnalar kaideyi bozmaz. Kaide bütünü kapsar; bütünü teşkil eden çoğunluk, kaideyi reddederse hayatı boyunca kuma yazı yazar. Deniz de gelir kuma yazılan yazıyı siler, gider. Zor zamanlar yaşanıyor şimdilerde…

Profesyonel olarak çalıştığım diyebileceğim ilk işyerinden, çok tatsız bir olay yüzünden erken terhis oldum. Biz fakiriz abi… Gururumuzla oynatmadığımız için fakiriz, belki bir kompleks ama fakir olduğumuz için de gururumuzla oynatmayız. Neyse bugün kaale alınacak bir mevzu değil yaşanan… O yüzden es geçeceğim. Bir ara detaylarıyla yazarım, ne kadar kaale alınacak bir olay olup olmadığına okurum karar verir. Okurumun vereceği karar da benim için önem arz eder.

Oradan ayrıldıktan sonra bir parfümeri deposunda işe başladım. Aile işletmesiydi, iyi insanlardı. Kısa sürede hâkim oldum olaya… Sene 1986… Türkiye ‘ye bilgisayar yeni yeni giriyor; başlangıçta büyük şirketler kullanmaya başladı, sonra yavaş yavaş yayıldı. Depoda yaklaşık bin beş yüz çeşit mal var, kendi içlerindeki ayrıntılarıyla yaklaşık on bin çeşit… Benim yaş on sekiz; vücut çakı, beyin kusursuz çalışıyor. Parfümeri deposunda çeşitler, fiyatlar havada uçuşuyor ve ben, bütün uçanların koordinatlarını neredeyse eksiksiz biliyorum. Oradan da, yaşanan çok basit bir anlaşmazlık yüzünden ayrıldım. Oradan da bir hikâye çıkar, o hikâyeye de yol veririz ileriye doğru. Şimdi çok uzatmadan devam edeyim.

Sonrasında başka bir parfümeri deposuna başladım. Başlangıç mükemmeldi ama o zamanlar televizyonda ‘Dallas’ dizisi var mıydı, yok muydu hatırlamıyorum ama o işyerindeki zamanlar ‘Dallas Dizisi’ gibi yaşanmaya başlamıştı. Git geller oldu; iyi oldu, hoş oldu ama sonu hem boş hem de kötü oldu. Ben düz topçuydum; hemen hemen herkesin dansöz olduğu oradaki iş hayatım, aslında ‘bir facia ile sonlandı’ diyebilirim. Çok önemli değil ve de hayatta hiçbir şey ‘benden’ önemli değil… Tırnak içinde yazdım çünkü anlatmak istediğim ‘ben’ değilim sadece ‘benlik’, yani hepimizin benliği…

Sonra bir inşaat firmasına girdim. İnşaat malzemesi ticareti ve müteahhitlik bir arada… Akraba şirketi… Amca çocukları… İnşaat malzemeleri işinin başında matematik öğretmeni, inşaatların başında inşaat mühendisi ve kardeşi… Belli bir sürede orada çalıştım. Bir gün müteahhidin arkadaşı bir Mali Müşavir abimiz geldi işyerini ziyarete... Müteahhit de Mali Müşavir ‘e ‘Ya hemşerim buraya gelip gidiyorsun, bizim muhasebeci ne yapıyor, ne ediyor, hiç bakmıyorsun. Bir bak bakalım, bu işleri yapabiliyor mu’ diye sordu. Mali Müşavir abimizde ‘Getir bakalım defterleri, bir bakalım’ dedi bana... O zaman defterler ciltli, hem büyük hem de kalın. Getirdim yevmiye ve kebir defterlerini. Mali Müşavir abimiz, yevmiye defterini gelişi güzel aralayıp açtı. Açtığı gibi gözleri dışarıya fırladı. Ben, o zamanlar yevmiye defterini kırmızı ve mavi dolmakalemlerle bir hattat edasıyla yazıyorum; ana hesapları kırmızı dolmakalemle büyük harflerle, tali hesapları da mavi dolmakalemle ve küçük harflerle… Mali müşavir abimiz ‘Bu ne ya! Ben hayatım boyunca kimseye on vermedim, dokuz üzerinden dokuz veriyorum bu defterlere’ dedi. Ben mütevazı insanım, söylenen gururumu okşadı, şımarmadım, şımarmam… Ama şunu da belirteyim; ‘Muhasebecilik yapılmaz, yapılacak bir iş değildir. Muhasebecilik yaşanacak bir iştir, yani yaşanır’. Dolayısıyla ben, muhasebe mesleğini yapmıyordum, yaşıyordum. Yine direksiyonu sola kıralım ve konuya dönelim. Ne yazıyordu, uzun yolda arkasından gittiğimiz Ford 1210 Kamyonun arkasında; ‘Sollamayı zevk edindim, sağda neşe ne gezer’ değil mi?

Zaman geldi, o inşaat firmasından da ‘tırıvırı’ bir hadise yüzünden ayrıldım. Bu hikâyeyi yazayım, gelmek istediğim yeri bir sonraki hafta yazarım. Bu haftayı bu girişle ve şimdi yazacağım küçük hikâye ile kapatayım.

İnşaat malzemeleri işinin başında olan matematik öğretmeni abimiz, dünya iyisi bir adam. Matematik öğretmeni, zeki, pratik bir zekâya sahip, insan ilişkileri çok iyi, dürüst, karakterli bir insan…

Müteahhit, aslında çok iyi bir insan ama sanırım evrimini tamamlayamamış. Küçük işlerin peşinde koşarken büyük işleri kaçırmış. Ki; kamu ihaleleri aldığı dönemde üç-dört sekreter geçtikten sonra vatandaşın makamına ulaşılıyormuş. Devlet ihalelerini bırakmış, yap-sat işlerine başlamış, yavaş yavaş işlerini azaltmış, neredeyse inşaat sektöründen çırak çıkacak duruma kadar gelmiş.

Küçük ölçekli işletmelerde çalıştırılan ön muhasebe elemanları neredeyse kapıcı gibi kullanılırlar. ‘Bakkala git, çay söyle, eve götür, getir, ayakkabıları boyat, camları sil, tüpü değiştir, kapının önünü süpür, çöpü at, yerleri paspas yap’ gibi taleplerle karşılaşır, bir kısmını arz eder, bir zaman sonra da kaptanın ardından türküler söyleyerek gemiyi terk eder, gider. Başka ne olacaktı ki? İlkellik de bir kültür sonuçta… Değişir ama artık yüz yıl mı, iki yüz yıl mı gerekir değişmesi için orasını kimse bilemez herhalde…

Müteahhit abimiz, kendi hesabından para çekmek için bana çek yazıyor, çeki de adıma yazıyor, ben bankaya gidiyorum, nüfus kâğıdımı ibraz ediyorum, çekin arkasını ciro ediyorum, banka memuru da çekin arkasına benim kimlik dökümümü yazıyor, sonra ben çek bedelini tahsil edip müteahhit abimize getiriyorum. Ben, yaradılış olarak değişik bir adamım, dolayısıyla bu olay müteaddit defalar yaşanamadı. Müteahhit abimiz, ikinci defasında çeki doldururken ve tam benim ismimi yazarken, ben ‘Sayın müteahhidim, sen ne yapıyorsun, oraya benim ismimi neden yazıyorsun, hamiline yazsana çeki… Ben bankaya gidiyorum, kimliğimi veriyorum, döküm alıyorlar, falan filan gereksiz prosedürlerle uğraşıyoruz ve de gereksiz yere vakit kaybediyoruz’ dedim. Tabi bizim müteahhitte cevap hazır, ‘Ne? Ne diyorsun, sen ya? Ben kendimi kurtarayım da sana ne olursa olsun’ u yapıştırdı, benim suratıma… Müteahhit ya! Su kurnazı… Ulan, sizin yaptığınız inşaatlardan hayır mı gelir be! Kamu binası yapsanız ruhu olmaz, mesken yapsanız yuva olmaz… Ben, müteahhite bir şey demedim, alt katta matematik öğretmeni olan amcaoğluna gittim ve ‘Abi, size on beş gün müsaade, on beş gün içinde birini bulun, işimi devredeyim, ben işi bırakıyorum’ dedim. ‘Ne oldu’ diye sordu, ‘Seninkiyle çalışılmaz’ dedim. Zaten anladı abimiz… Neyse, bir iki gün sonra müteahhit abimiz, ‘Beyhan ‘daki büromda sen dur, kira verme, masrafları ben ödeyeceğim, hiçbir şeye karışmayacağım, hem bizim defterleri tut, hem de sana başka defterler ayarlayalım, çalışmaya devam edelim’ falan gibi bir şeyler söyledi bana ama ben o kapıyı kapatmıştım ki, kapıya kırk kilit vurmuş, birbirine benzemez kırk anahtar ile kilitlemiş, anahtarları da Büyük Okyanus ‘a atmıştım. Anahtarları bulabilene de, beni orada tutabilene de aşk olsun…

Verdiğim süre doldu, ben yuvadan uçtum.

Rahmetli babam, benim bu işten ayrılmalarımı, ‘İsmail, kimseyi sallamaz, canı sıkıldı mı işi bırakır, kimseye mihnet etmez’ diye anlatırdı. Benim böyle dik davranışlarım, babamın çok hoşuna giderdi. Çok da yazdım ya; ‘Armut dibine düşer’, ‘Sarımsağı soydum ektim, soyuna çekti, soymadan ektim, soyuna çekti’ derdi.

Hayat bana şunu öğretti;. İyi insanların eğitilmesiyle ortaya çıkan ustalar, hakikaten hiç kimseye mihnet etmezler, işlerini iyi yaparlar, kazandıklarının helal olmasına bakarlar. Bu davranışlarının dinleriyle falan ilgisi yoktur ama inançlarıyla ilgisi vardır. Onlar, insanı, ‘İnsan-ı Kamil’ yolcusu olarak kabul ederler ve bütün hayatlarını bunun üzerine inşa ederler. Temelde de inşada da yanlış yoktur, yanlış olan insan suretinde olanlardır.

Ben, insan suretinde olup, insana benzeyenlere ‘insanımsı’ diyorum…

İnsanımsı, evrimin ellerine bırakılmalı ama insan eğitime ve öğretime tabi tutularak İnsan-ı Kamil’e doğru bir yolculuğa çıkartılmalı’ diye düşünüyorum. ‘Düşünüyorum, öyleyse varım’ diyen tek ayaklı bir insandır. İnsanın iki ayaklı olması için ‘Düşünüyorum (tasarlıyorum) ve yapıyorum, öyleyse varım ve öyleyse varlığımın bir kıymeti var’ diyebilmesi gerekir… ‘İcraatın içinden’ diye anlatılan hikâyedir, ‘icraatın içinde olmak’ yaşamaktır. O yaşananın hikâye, destan, efsane ya da tarih olmasına ilk önce yaşayan sonra da şahit olanlar ve anlatanlar karar verecektir.

‘Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz’ a yukarılarda da belirttiğim gibi bir sonraki yazımızda devam edelim mi, ne dersiniz…

.....

Yazının devamı için tıklayınız

.....

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150