Devlet adamlığı, komutanlığı, zaferden zafere, ülkeden ülkeye koşmakla geçen hayatının izleri şiirlerine pek yansımamıştır. O, maddî zevk ve saf aya kayıtsız kalan, yaptığı işleri manevî görev bilen bir padişahtır. Avnî'nin şiirlerinde rindâne ve âşıkane söyleyişleriyle sevgilinin güzelliğinden bahsedildiği görülmektedir. Bir beyitinde sevgilinin güzelliğinin önemli unsurlarından birisi olan zülf, Kadir gecesine; kaşlar da bayram hilâline benzer

Zülfün şeb-i Kadr oldu kaşın ıyd hilâli
Valsın dem-i ıyd oldu firâkın ramazândır

Sahip olduğu karakter ve üne rağmen zaman zaman sevgili kavramının arkasında ölüm karşısında kulluğunu unutmadığı görülür. Bazen büyük bir çaresizlik içerisinde kaldığını, dünyanın geçiciliğinden bahsetmesi Avnî'nin şiirlerindeki hayal zenginliği ve yeni buluşlar dikkat çekicidir. Divan şiirinin geleneklerine uygun olarak O da gerçek dost bulmanın zorluğundan, devrinden, anlaşılamamaktan, ayrılıktan, güzellerin eziyetlerinden, gönülden felekten dem vurur.


Divandaki gazeller bize II. Mehmed'in 'aşk, sevgili ve güzeller konusundaki düşüncelerini tüm samimiyeti ve açıklığıyla ortaya koyar. O tamamen hissî ve hiçbir çıkara dayanmayan bir sevgilinin övgüsü içindedir. Diğer şairler gibi Avni’nin de bir başka şairlerin etkisinde kaldığı bilinmektedir. Şirazlı Hafız ve Şeyh Sadi gibi isimlerle lirik ve didaktik Iran şiirlerinin etkisi eserlerinde gözükmektedir. Gazellerdeki didaktik, öğüt verici ve atasözlerine yakın söyleyişler bu etkiyi daha açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Avnî, Anadolu sahasında en çok Şeyhî ve Ahmed Paşa’nın etkisinde kalmıştır

Fatih Sultan Mehmed' in bazı gazellerinde şarap kelimesinin ve sevgiliyle ilgili unsurların bolca kullanılmasından hareketle, bu motiflerin, onun yaşadığı hayatın bir yansıması gibi bir düşüncede olmamak gerekir. Bu yaklaşım, Dîvan şiirinin kendine özgü özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Hanedan mensupları da sonuş olarak, içinde yaşadıkları geleneğin temsilcisidirler. Dîvan şiiri, bir geleneğin şiiridir ve bu anlayış, günümüzdekinin tersi olarak ileri düzeyde mecaza yaslanmış olup söylenenden çok, işaret edileni dile getirmektedir.

Bu gelenekte şair, kendisi olmak yerine, geleneğin gösterdiği duyuşların ifadecisidir. Özellikle aşk ve sevgili bahsinde şair, bunu gerçek macerası dışında bir rol alış şeklinde ifade eder. İçkiden söz ediyorsa, bu çoğu zaman gerçekten yaşanmış bir halin anlatımı değil, zihnî bir faaliyetin ürünüdür. Kendisinin aşk karşısındaki konumu ya da sevgilisine yaklaşımı da, çoğunlukla gelenekteki gibidir. Yani kendisi dilenci, sevgilisi herşeye gücü yeten bir sultan konumundadır. Sevgilisinden söz ederken bir beyitte ;

Zülfünün zencirine kul eyledin şâhım beni
Kulluğundan kılmasın âzâd Allahım beni

şeklinde seslenecektir.

Burada klasik şiirin, sevgilinin saçının tuzağına yakalanan âşık imajı yanında, sevenin kul, sevilenin herşeye gücü kudreti yeten şah olarak tanımlanması ve bu kulluktan son derece mutlu olunduğu için hiç bir zaman kurtulmak istenmemesi motifi, pek çok şair tarafından aynı şekilde işlenmiştir. Bu bakış açısı, gerçekten sevgilisi karşısında âciz başka şairlerce de, daha doğrusu bütün dîvan şairlerince de asırlar boyu tekrarlana gelmiştir. Bu, klasik şiir için öylesine alışılmış bir durumdur ki, XVII. yüzyılın ünlü şairi Şeyhülislâm Yahya Efendi,

Mescidde riyâ-pîşeler etsin ko riyâyı
Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyî

beytini dile getirmiş, kimse bu ifadeleri gerçek manasıyla değerlendirip, onu görevden almayı düşünmemiş, Osmanlı'nın Şeyhülislâmı, mescidi kötüleyip meyhaneyi övüyor dememiştir. Meseleyi mecaza yaslamadan ele alacaksak Fuzûlî'nin Hz. Peygamberi övdüğü Su Kasidesinde yer alan

Ben lebin müştakıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelir huşyâre su

(Ben dudağını özlüyorum zahidler ise kevsere talib

Bunda şaşılacak bir şey yok, sarhoş içki, ayık olan ise su içmek ister)

beyti buna verilecek en güzel örnektir. Beyitten şairin muradı elbette bu değildi. Klasik şiirde vahdet-kesret (birlik-çokluk) ikilemi üzerine beytini kuran şair, burada vahdeti ifade eden leb kelimesi ve kesreti ifade eden kevser kelimesinin çağrışımlarıyla oynamaktadır. O zaman şiir,

“Ben cennette Allah'ın cemalini görmek istiyorum, ham sofu ise kevseri istiyor. Allahın azameti ve güzelliği karşısında sarhoş olan ben bu sarhoşluğu daha da arttıracak şeyler isterim. Menfaat düşkünü olan zahid de kevsere taliptir"  denilmektedir.

Cennet cennet dedikleri
Bir kaç köşkle bir kaç hûrî
İsteyene ver anları
Bana seni gerek seni

Yine aynı şekilde aşağıda geçen gazelde de aynı motiflerin işlendiği görülmektedir.

Saltanat mensupları, sanatçıları, kendi yapıp ettiklerini hem çağdaşlarına hem de çağlar ötesine anlatıp tanıtacak isimler, adlarını ölümsüzleştirecek unsurlar olarak görürken; bulunduğu konum gereği hem çağına söylenecek sözü olan, hem de bunu gelecek nesillere de iletebilme gayreti içindeki sanatçı, saltanat sayesinde sanatını icra edebileceği bir ortam bulabilmek umuduyla devlet yöneticilerine yaklaşmış, böylece sözünü ettiğimiz ilişki ortaya çıkmıştır. Bazen sanatçı olduğunu vurgulamış. Bazen de devlet adamı olduğunu vurgulamış. Niyetini ortaya koymuştur.

Sanman taleb-i devlet ü câh etmeğe geldik
Biz âleme bir yâr için âh etmeğe geldik.

(Bizim bu dünyaya zenginlik,(iktidar,mal,mülk),makam talep etmek, (bunların peşinde
koşmak)için geldiğimizi sanmayın. Biz bu aleme bir sevgili için,(onun uğrunda)ah etmeye geldik.)

Herkesin kabul ettiği gibi, İstanbul’u fethedip Doğu Bizans İmparatorluğu’nu yıkan ve bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan, Osmanlı Devletinin de Cihan İmparatorluğu olmasını sağlayan Fatih Sultan Mehmed Han hususi bir eğitim görmüş, bu eğitimin kendisine verdiği güvenle, daha 19 yaşında iken İstanbul’u fethetmeyi kafasına koymuş ve bu emelini 21 yaşında gerçekleştirmiştir.

Sultan II. Murad Han’ın oğlu ve 7. Osmanlı Padişahı olan Fatih Sultan Mehmed’in, daha şehzade iken, yani henüz küçük yaşta iken, tahsiline ve yetişmesine çok ehemmiyet verilmiştir. Devrin en mümtaz alimlerinden ilim öğrenmiştir. İlk hocası, tarih kitaplarında kaydedildiği üzere, Molla Yegân’dır. Daha sonra, meşhur din ve fen alimi, zahiri ve batıni ilimlerde mütehassıs Akşemseddin Hazretlerinin terbiyesine verildi. Akşemseddin Efendi, Şehzadenin herşeyi ile bizzat ilgilenirdi.

İdari yönden tecrübe kazanması için, Şehzade Mehmed, Manisa Sancak Beyliğine tayin edildi. Tahsiline çok önem verildiğinden, Molla Ayas gibi, devrin meşhur alimleri Şehzadeye hususi ders verdiler. Bu güçlülük içerisinde sanat ve saltanat, birbirleriyle Osmanlı tarihi boyunca en çok birlikte kullanılan iki kelime haline gelmiştir. Bu iki özelliği Fatih Sultan Mehmed’in şahsında da görmekteyiz.

Fatih Sultan Mehmed (1432-1481), Osmanlı sultanları içinde, bilim ve sanata sağladığı imkânlar bakımından, ilk sırada değerlendirilecek bir isimdir. Onun zamanında bilim, hat, musıkî ve şiir alanında gözle görülecek gelişmeler ortaya çıktı. İstanbul'da maiyetinde 185 şairin bulunduğu rivayet edilmektedir. Özellikle Ahmed Paşa (ölm. 1497), Necatî (ölm. 1509), Melîhî, Aşkî, Bursalı Mehdî, Şemsî, Ulvî, Zeynep Hatun, Haffî ve Nizâmî, Fatih'in çevresindeki belli başlı şairlerdir. Avnî mahlasıyla şiirler kaleme alan Fatih Sultan Mehmed, Osmanlılar'da şiirlerini bir araya getiren ve adının dışında mahlas kullanan ilk padişahtır. Eldeki örneklere göre Fatih, kendi çağının önde gelen birkaç şairi istisna edilecek olursa, şair olarak da dikkatle üzerinde durulması gereken bir isimdir. Bugün elimizde bulunan ona ait örneklerin tamama yakını gazel nazım şekliyledir. Osmanlı içtimaî yapısının bezm tarafını anlatan bu nazım şekli, mahiyeti gereği âşık ve mâşuk arasındaki platonik sevgiyi dile getirir.

Osmanlı Cihan İmparatorluğu’nda , devletin başına geçecek olan kişiler, daha şehzadeliklerinden itibaren akli ve nakli ilimler, yöneticilik, siyaset, harb, taktik ve strateji gibi dallarda çok özel surette yetiştirilirdi. Fatih’in bir ziyaretinde Akşemseddin, Padişahın huzura girmesinde ayağa kalkmaz. Fatih Sultan Mehmed bir yakınına buna üzüldüğünü söyler. Akşemseddin, “Cenab-ı Hakk’ın eski hakan ve sultanlara nasip olmayan fethi(İstanbul ‘un Fethi) müyesser kıldığından, Padişahta olması muhtemel gururu terbiye etmek için” bu hareketi yaptığını anlatır. Bu tür duygular neticesinde de zaman zaman Fatih Divanı'nda sade ve samimi bir üslup içinde dile getirilmiştir.

İhtişamıyla nam salmış Bizans’ı düşürdükten sonra , çağ açan bir hükümdar olarak Sarayburnu’na dünyanın en mütevazi sarayını yaptırmakla, büyüklenmeyi aklının ucundan dahi geçirmediğini göstermiştir. Hocası Molla Gürani’yi her gördüğünde ayağa kalkarak onun elini öpen, cihanı titreten bir sultanken de hocasının kendisine “Mehmed” diye hitap etmesinden mesrur olan bir padişahtır artık.

O senelerde hacca giden ilk Osmanlı Şeyhülislamı Molla Fenari, Mısır’da büyük alimlerin derslerinde yetişmiş, tefsir, hadis ve fıkıh’da yüksek alim olan Molla Gürani’yi beraberinde Edirne’ye getirmişti. Sultan Murad’a takdim edilen Molla Gürani, önce Bursa medreselerinden birine müderris tayin edildi. Daha sonra da, Şehzadeyi iyi bir şekilde yetiştirmesi için Manisa’ya gönderildi. Şehzade Mehmed’in mizacının sertliği, Molla Gürani’nin tatlı-sert eğitim metoduna yenildi ve Şehzade, kısa bir süre sonra dört elle ilme sarılıp, dinlenirken de teknik işlerle uğraşmaya başladı.

Güzel bir eğitimden geçip matematik, hendese (geometri), tefsir, hadis, fıkıh, kelam ve tarih ilimlerinde iyi şekilde yetişti. Hatta idare edeceği memleketlerden kim gelirse gelsin, ona kendi diliyle hitab etmek için, Arapça, Farsça, Latince, Yunanca ve Sırpça öğrendi.

Öğrendiği din bilgileriyle kendi hayat tarzını, kanun ve nizamını tanzim etti. Fen ve teknik bilgilerle istikbalde yapacağı savaşları kolaylaştıracak teknikler, taktik ve stratejiler geliştirmeye çalıştı. Tarih ve coğrafya bilgilerinde kendini yetiştirip geçmiş hükümdarların başlarından geçenleri öğrenerek tecrübe kazandı. Dünya cihangirlerinin hayatlarını dikkatle inceleyerek bunların doğru ve yanlış hareketlerine hakkıyla vakıf oldu ve tecrübelerinden istifade etti. Bu hadiselerin muhasebesi neticesinde planlı ve sistemli hareket etme fikrinin lüzumuna inandı.

Kudretli bir asker olduğu kadar, geniş görüşlü bir fikir adamı olarak da yetişen Fatih, Şehzadeliği ve Padişahlığı sırasında, Fıkıh’ta Molla Hüsrev, Tefsir’de Molla Gürani, Molla Yegan ve Hızır Çelebi, Matematik’te Ali Kuşçu, Kelam’da Hocazade ve Ali Tûsi’den ilim öğrendi. Ayrıca Anconal Giriaco’dan Batı tarihini öğrendi. Görüldüğü gibi, Sevgili Peygamberimizin yukarıda arzettiğimiz müjdesine layık olan Fatih Sultan Mehmed Han, gerek akli, gerek nakli ilimlerde çok iyi yetişmiş, zamanının en mümtaz alimlerinden ilim, irfan, ahlak, fen, idarecilik gibi şeyleri öğrenmiştir. 29 Mayıs’ta İstanbul’u fethinin bir sene-i devriyesini daha idrak edeceğimiz Fatih Sultan Mehmed Han’ı rahmetle yad ediyoruz. (Prof.Dr. Ramazan Ayvallı,

Fatih Sultan Mehmet Han, ikinci defa tahta çıktığında 21 yaşında idi. Babası Sultan ikinci Murat Han tarafından, çok iyi bir şekilde eğitilmişti. O genç yaşında, beş tane yabancı dil biliyordu. Zamanının bilim ve teknikte en iyilerindendi. Coğrafya ve astronomi bilgisi yüksekti. Ordusunu Avrupa'ya sefere gönderirken, gidilecek yol ve konak yerlerini bizzat tesbit ederdi. Silah bilgisi, keşif ve yenilikler sapabilecek seviyede idi. Topların atış yaptıktan sonra, yağlatarak soğutulmasını ilk defa uygulayan Fatih'tir.

Zamanın en zor işi olan, Istanbul'un fethini gerçekleştirdikten sonra, güzel İstanbul'un imarına önem verdi. Harap olmuş bu şehri, yeni baştan kuruyordu. Çok güzel yollar yaptırdı. Şehrin civarını ağaçlandırdı. Yeni yeni su kaynakları buldurarak İstanbul halkını bol suya kavuşturdu. Türklere has temizliğin nişanesi olarak hamamlar yaptırdı. Bu arada, bugünkü İstanbul Üniversitesi rektörlüğünün olduğu bölgeye, bir saray yaptırdı. Burası şanlı Türk Devleti'nin idare merkezi idi. Saray demek, devlet adamlarının yetiştiği okul, Türk edep ve terbiyesinin verildiği irfan yuvası demekti. Halkın yetişmesi için de bu günkü Fatih Camii'nin avlusunda gördüğümüz, iki taraflı medreseleri yaptırdı. Masraflarını bizzat karşıladı. Dörder medreseden sekiz medrese idi bunlar. Dörtlü grubun Haliç tarafına bakanlara. 'Karadeniz Medreseleri', Marmara’ya bakanlara da, 'Akdeniz Medreseleri' denirdi. Hepsine birden ise 'Sahn-ı Seman' deniyordu. Yani sekizli medrese veya sekiz meydanlı demekti. Bu medreseler, bölüm bölüm idi. Osmanlı Devleti'nin yüksek ilim adamları, burada yetiştiriliyordu, ilme aşık olan Fatih, bu medreselerde kendisine bir oda tahsisini, müderrisler heyetinden, yani profesörler kurulundan istedi. Padişah'a verilen cevap çok manidar idi. Şöyle ki: 'Evet bu medreseleri siz kurdunuz. Her türlü ihtiyacını da siz karşılıyorsunuz. Ancak bu çatı altında size oda tahsis edilebilmesi için, bazı şartları yerine getirmeniz lâzımdır. Bu da, evvela bir sınava girerek danişmend (Asistan) olmanız, sonra da tercih ettiğiniz ilim dalında tez yapıp, bir eser vermeniz ve başarınızı ispatlamanız şarttır.' Bu cevabı alan Fatih Sultan Mehmet Han, gurur ve kibire kapılmadan imtihana girmiş, sınavı kazanmış, bunun üzerine de kendisine, Sahn-ı Seman'da bir oda tahsis edilmiştir.

Adaletli Hükümdar müderrislerin, ilmin haysiyetini bu kadar titiz korumalarından dolayı çok sevinmiştir.
 

KISSALAR:

1) İkinci Murad Han, saltanatı daha 12 yaşında olan oğlu İkinci Mehmed’e (Fatih Sultan Mehmed) bırakarak, Manisa’ya inzivaya çekildi ve ibadetle meşgul olmaya başladı. Bu durumdan faydalanmak isteyen yeni bir Haçlı ordusu 1444 Eylül’ünde Türk topraklarına girdi. Vaziyetin ciddiyetini anlayan Sultan Mehmed, babasına yazdığı mektupla tekrar ordunun başına geçmesini istedi. Ancak İkinci Murad Han, oğluna saltanatın sahibinin kendisi olduğunu bildirerek, yeniden ordunun başına geçmeyi reddetti. Bunun üzerine İkinci Mehmed Han babasına ferman gönderdi.

“Eğer padişah sen isen, devletimizi müdafaa etmek için gelin ve eğer padişah ben isem, sana emrediyorum, derhal ordumuzun başına geçin ve emrime itaat edin.”

Bu fermandan sonra İkinci Murad Han, İstanbul Boğazı’ndan Avrupa’ya geçerek Edirne’ye geldi. Derhal idareyi alarak Varna’ya hareket etti ve Haçlı ordusunu bozguna uğrattı.

kıssa

2) Karadeniz’in sarp dağlarında binbir meşakkatle Trabzon üstüne yürürken , Akkoyunlu Uzun Hasan’ın annesi Sâre Hatun’un, biraz da Fatih’i seferden caydırma niyeti taşıyan,

”Hay oğul, bunca zahmet niyedir?” itirazına,

“Ana, bu zahmet din yolundadır; zira bizim elimizde İslâm’ın kılıcı vardır!” diyerek üstlendiği vazife ve mesuliyeti sarahaten tarif eylemiştir.

3) Fatih’in gül koklayan bir portresi vardır. Bunu gören bir Fransız ressam taaccüp eder: “Biz eğer çağ açıp çağ kapayan Fatih’in resmini yapacak olsaydık , bir eline kılıç verir, bir ayağını azametle dünya küresinin üzerine koydururduk. Halbuki, siz Fatih’in eline gül vermişsiniz.” der. O Fransız, “bir yâr için âh etme”nin manasından bihaber olduğu için şaşırmıştır. Yahut Fatih “bir yâr için âh etme” nin lezzetinden haberdar olduğu içindir ki Rasûl-i Zişan’ ın sembolü olan gülü, şaşmaz bir kılavuz gibi nazarından ırak tutmamıştır.

Fatih’in “biz bu dünyaya Allah’ı zikretmeye, O’nu hep hatırda tutmaya geldik” yerine “âh etmeye” geldik demesi, aşktandır. Öyle ya, ecdat hat levhalarında boşuna “âh min’el-aşk” meşk etmemiştir.

“Âh”, kulluk şuur ve sadakatini ifade ettiği kadar, Mevlâ’dan ayrı olmanın, dünya gurbetinde bulunmanın elemini; Yegâne Dost’a ulaşmanın iştiyakını, O’na duyulan hasretin ateşini de ifade eder. Yanan bir kalbin göklere çıkan şerareli dumanıdır âh.. Aşkın izharıdır, aşktandır.

İşte II.Mehmet böyle bir aşkla âh ettiği, böyle bir aşkla gönlünü sahibine verdiği, her dem Sevgili’nin rızasını gözettiği, Yaradan’nını unutmadığı, kısaca lâyıkıyla kul olduğu için Fâtih’de olmuştur. Kulluğunuzda noksan varsa, dünyaya niçin geldiğinizi bilmiyorsanız, adınızın Mehmet olması Fâtih olmanıza kifayet etmez..

- SON -

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.