150

Toplumun genelinde peygamber denince akla; olağanüstü güçlere sahip, farklı bir yapıda yaratılmış, melekvari, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten doğaüstü bir varlık gelir. Bu algı, zamanla akideye dönüşür, rivayetlerde ifadesini bulur. Neticede insanlar, peygamberin hatırıyla duaların kabul olacağına, onun yüzü suyu hürmetine belaların defedileceğine, hatta cennetin garantileneceğine inanır hale gelirler.

Oysa Kur’an, peygamberleri bizim gibi birer insan olarak tanımlar. Onlar da yer, içer, çarşılarda dolaşır, acı çeker, üzülür, sevinir, ağlar, yanılır, hata yapar ve tövbe ederler. Bu yönleriyle son derece insani bir tablo çizer. Örneğin, Resulullah’ın morali bozulmuş, göğsü daralmıştır:
“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” (İnşirah 94/1)
Hendek Savaşı’nda günlerce aç kalıp karnına taş bağlamış, Uhud’da dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Bunlar, hem Kur’an’ın hem de tarihin ortaya koyduğu açık gerçekliklerdir.

Resul, Allah’ın vahyini insanlara tebliğ eden, örnek bir kul ve toplumsal önderdir. Görevi; vahyi eksiksiz aktarmak (Maide 67), onu açıklamak (Nahl 44), yaşayarak örnek olmak (Ahzab 21) ve inananlara yol göstermektir. O bir beşer elçidir (Kehf 110); gaybı bilmez (Araf 188), geleceği göremez, sadece kendisine bildirilenle konuşur (Necm 3-4). Kur’an ona yalnızca iki unvan verir: kul ve resul. Onu öne çıkaran mucizeleri değil, ahlaki örnekliği, adaleti ve doğruluğudur:
“Onlar da elbette yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.” (Furkan 25:20)

Kur’an, peygamberi kimi zaman “nebi” (insani yönü), kimi zaman “resul” (elçilik) yönleriyle tanımlar. Ayetler bağlamında okunduğunda bu ayrım netleşir. Ancak hiçbir yerde Nebi/Resulün dinde yasa koyma, şeriat tamamlama ya da Allah’ın ortağı olma yetkisi olduğuna dair bir ifade bulunmaz:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinde helal kılan ortakları mı var?” (Şura 21)

Resul, yalnızca Allah’a çağıran bir davetçidir (Yusuf 108). Görevi yalnızca tebliğdir (Maide 99). İman edip etmemek ise insanın kendi tercihidir (Yasin 17). Kur’an’a göre resule itaat, Allah’a itaattir (Nisa 80), çünkü resul kendi hevasıyla değil, vahiy ile konuşur.

Ne var ki bu kadar açık gerçeğe rağmen zamanla peygamber anlayışı Kur’an ekseninden sapmış, yerini mitolojik ve menkıbevi anlatılara bırakmıştır. Peygamberi “yüceltme” adına hareket eden bazı anlayışlar, onu adeta tanrısal bir konuma taşımıştır. “Âdem yaratılmadan onun nuru yaratıldı”, “Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratıldı”, “Sünnetli doğdu” gibi Kur’an’da hiçbir temeli olmayan rivayetlerle, peygamberimiz olağanüstü bir varlık gibi sunulmuştur.

Bu yaklaşımlar sonucunda peygambere gayb bilgisi verildiği, mucizelerle donatıldığı, tabiat üstü güçlerle hareket ettiği iddia edilmiş; hatta bazı rivayetlerde onun hiç günah işlemediği, sürekli ilahi denetim altında olduğu ve hayatın her alanında bağlayıcı örnek olduğu ileri sürülmüştür.

Böylece Kur’an’ın sunduğu “beşer peygamber” anlayışı gölgelenmiş, yerine kutsallaştırılmış bir "lider" hatta “yarı ilah” konumunda bir figür inşa edilmiştir.

Kur’an, peygamberin “insan” olmasını özellikle vurgular:
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana sadece ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor.” (Kehf 18:110)

Fakat zihninde melekvari bir peygamber tasarımı olanlar için bu tanım yeterli görülmez. Onlara göre peygamber “sıradan” olmamalı, mutlaka doğaüstü olmalıdır. Oysa peygamberin bizim gibi olması, onu örnek alınabilir kılar.

Eğer peygamber melek olsaydı, insanlar şöyle diyecekti:
“Biz insan değiliz ki, onun yaşadıklarını yaşayalım!”
Bu itirazı da Kur’an şöyle yanıtlar:
“Eğer yeryüzünde yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara da melek bir peygamber gönderirdik.” (İsra 95)

Peygamber elbette sıradan bir insan değildir; ama olağanüstü, doğaüstü bir varlık da değildir. O, Allah’ın görev verdiği, üstün ahlaka ve sorumluluk bilincine sahip insanlar arasından seçilmiş bir elçidir.

Kur’an, Allah’ın peygamberleri keyfî değil, liyakat ve ahlaki donanımla seçtiğini bildirir:
“Allah elçiliği, mesajını iletecek olanlardan uygun gördüğüne verir.” (Hac 75)
“Allah, elçiliğini nereye vereceğini en iyi bilendir.” (En’am 124)

SONUÇ OLARAK:

Gerçek peygamber algısını inşa etmek istiyorsak:

Mucizeyi değil mesajı,

Mitolojiyi değil vahyi,

Menkıbeyi değil Kur’an’ı esas almalıyız.

Peygamberi “yüceltmek” adına insanüstü bir varlığa dönüştürmek, aslında onun en temel özelliği olan “örnekliğini” ortadan kaldırmaktır.
Çünkü örnek alınamayan bir peygamber, hayatta rehber olamazlar!
Allah'a hakiki kul, Resulüne layık ümmet olma dileği ve duası ile tüm dostlara selam..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Hasan Şahin 7 ay önce

İnsanlar bireye dayalı algı ile Kur'ani tarif arasındaki nüans farkını anlayamıyorlar. Tamamen katılıyorum.

Avatar
Fuat Tamam 7 ay önce

Koç, aklımdaki saf, temiz, kelimenin tam anlamıyla tiril tiril insan olarak ete kemiğe bürünmüş insan kavramını; Kur’andan delilleriyle cisimlendiren yazını okudum. Herkesin anlayabileceği basit o derecede direkt cümlelerinin oluşturduğu yazın…Diline kalemine sağlıktan başka ne dileyebilirim ki?
Selamlar

Avatar
Mehmet okuroğlu 7 ay önce

Hangi Yol Hakikate Daha Yakın?
Vehhâbî/Selefî Öğreti mi, Tasavvuf/Tarîkat İnançları mı?

Vehhâbî-Selefî çizgi, tarîkat çevrelerinde yaygın olan birçok inanç ve ibadet biçimini “bid‘at” olarak nitelendirir. Buna karşılık tarikat mensupları, kendi uygulamalarını uzun listeler hâlinde savunmaya çalışır; “Bu da bid‘at olur mu?” diyerek, Vehhâbîliğe reddiyeler yazar, yüzlerce örnek üzerinden itiraz geliştirirler.

Öncelikle belirtmeliyim ki ben ne Vehhâbî-Selefîyim, ne tarîkat ehliyim, ne de Şiî. Sadece Kur’ân’ın apaçık rehberliğini esas alan bir Müslüman olmaya calışan bir aciz.

Söz konusu listelere bugünkü bakışımla yaklaştığımda, yer alan pek çok uygulamanın gerçekten de bid‘at olduğu açıkça görülüyor. Bu tür uygulamalar, sadece mahallî bir örf, kültürel bir ritüel olarak yapılır ve dinî bir anlam yüklenmezse elbette bir sorun oluşturmaz. Ancak “Bu dinin parçasıdır”, “Allah emretti” ya da “Sünnettir” denildiği anda, konu bid‘at sınırını aşar ve kişiyi şirke kadar sürükleyebilir. Çünkü din, Allah’ın indirdiğiyle tamamlanmıştır. Hiç kimsenin ona kendi yorumunu, rüyasını, geleneğini eklemeye hakkı yoktur.

Örnek vermek gerekirse:
Bazı tarikat çevrelerinde “Salavât getirmek, Peygamber’in sünnetidir” denir. Hâlbuki Peygamber’in kendi üzerine salât getirdiğine dair sahih bir delil yoktur. Kur’ân’da geçen salavât emri, doğrudan ümmete yöneliktir, Resûl’e değil (Ahzâb 56). Bu örnek bile birçok anlayışın ne kadar keyfî şekillendiğini gösterir.

Bazı tarîkatlarda şeyhler; “günahsız”, “keramet sahibi”, hatta “yarı ilâhî” niteliklerle anılır. Hâlbuki Kur’ân, Allah’tan başkasını rab edinmeyi kesin olarak reddeder (Âl-i İmrân 64).

Tasavvuf geleneğinde ise pek çok söz ve uygulamanın rivayet zinciri dahi yoktur. “Bana doğdu, gönlüme doğdu, zuhur etti” diyenin sözü mutlak doğru kabul edilir. Oysa Kur’ân, “Zan, hakikatin yerini tutmaz” diye uyarır (Yûnus 36).

Kur’ân’ın hiçbir yerinde kabirlerden medet ummak, ölülerden yardım istemek meşru gösterilmez; aksine açıkça eleştirilir (Fâtır 13-14). Bu noktada selefî eleştirilerin haklılık payı vardır.

Vehhâbî-Selefî Cepheye Eleştirel Bakış

Selefîler “aslına dönme” iddiasıyla, mezheplerin ve tarîkatların pek çok yorumunu reddeder. Peygamber’in kabri etrafında aşırı hürmeti bile şirk endişesiyle sınırlamaya çalışırlar. Bu hassasiyet kısmen Kur’ânî bir duruş sergilese de, “Her söyledikleri Kur’ân’a uygundur” diyebilir miyiz? Elbette hayır.

Çünkü Kur’ân’ı anlamanın ön şartı gibi sundukları hadis rivayetlerini, adeta “vahyin hakemi” gibi görmeleri büyük bir kopuştur. Kur’ân, kimi zaman rivayetlerin zahirine bağlanarak göz ardı edilir. Oysa Kur’ân, hadislere değil, hadisler Kur’ân’a arz edilmelidir.

Kendi Tecrübemin Tanıklığı

Tarîkat ortamında geçirdiğim yirmi beş yıl, “hak din budur” inancıyla geçti. Nice bid‘at ve hurafeyi detaylı sorgulamadan benimsedim. Ama aramaktan vaz geçmemiştim. Rabbime hamdolsun ki Kur’ân’ı anlayarak okumam beni bu zincirden kurtardı. Mümin olmanın yolunda asıl olan vardığını zannetmek değil aramaya devam etmektir. Konumuza dönersek, Yukarda sözünü ettiğimiz hangi Yol Hakikate Daha Yakın?
Vehhâbî/Selefî Öğreti mi, Tasavvuf/Tarîkat İnançları mı?

Vehhâbî-Selefî çizgi, tarîkat çevrelerinde yaygın olan birçok inanç ve ibadet biçimini “bid‘at” olarak nitelendirir. Buna karşılık tarikat mensupları, kendi uygulamalarını uzun listeler hâlinde savunmaya çalışır; “Bu da bid‘at olur mu?” diyerek, Vehhâbîliğe reddiyeler yazar, yüzlerce örnek üzerinden itiraz geliştirirler.

Öncelikle belirtmeliyim ki ben ne Vehhâbî-Selefîyim, ne tarîkat ehliyim, ne de Şiî. Sadece Kur’ân’ın apaçık rehberliğini esas alan bir Müslüman olmaya calışan bir aciz.

Söz konusu listelere bugünkü bakışımla yaklaştığımda, yer alan pek çok uygulamanın gerçekten de bid‘at olduğu açıkça görülüyor. Bu tür uygulamalar, sadece mahallî bir örf, kültürel bir ritüel olarak yapılır ve dinî bir anlam yüklenmezse elbette bir sorun oluşturmaz. Ancak “Bu dinin parçasıdır”, “Allah emretti” ya da “Sünnettir” denildiği anda, konu bid‘at sınırını aşar ve kişiyi şirke kadar sürükleyebilir. Çünkü din, Allah’ın indirdiğiyle tamamlanmıştır. Hiç kimsenin ona kendi yorumunu, rüyasını, geleneğini eklemeye hakkı yoktur.

Örnek vermek gerekirse:
Bazı tarikat çevrelerinde “Salavât getirmek, Peygamber’in sünnetidir” denir. Hâlbuki Peygamber’in kendi üzerine salât getirdiğine dair sahih bir delil yoktur. Kur’ân’da geçen salavât emri, doğrudan ümmete yöneliktir, Resûl’e değil (Ahzâb 56). Bu örnek bile birçok anlayışın ne kadar keyfî şekillendiğini gösterir.

Bazı tarîkatlarda şeyhler; “günahsız”, “keramet sahibi”, hatta “yarı ilâhî” niteliklerle anılır. Hâlbuki Kur’ân, Allah’tan başkasını rab edinmeyi kesin olarak reddeder (Âl-i İmrân 64).

Tasavvuf geleneğinde ise pek çok söz ve uygulamanın rivayet zinciri dahi yoktur. “Bana doğdu, gönlüme doğdu, zuhur etti” diyenin sözü mutlak doğru kabul edilir. Oysa Kur’ân, “Zan, hakikatin yerini tutmaz” diye uyarır (Yûnus 36).

Kur’ân’ın hiçbir yerinde kabirlerden medet ummak, ölülerden yardım istemek meşru gösterilmez; aksine açıkça eleştirilir (Fâtır 13-14). Bu noktada selefî eleştirilerin haklılık payı vardır.

Vehhâbî-Selefî Cepheye Eleştirel Bakış

Selefîler “aslına dönme” iddiasıyla, mezheplerin ve tarîkatların pek çok yorumunu reddeder. Peygamber’in kabri etrafında aşırı hürmeti bile şirk endişesiyle sınırlamaya çalışırlar. Bu hassasiyet kısmen Kur’ânî bir duruş sergilese de, “Her söyledikleri Kur’ân’a uygundur” diyebilir miyiz? Elbette hayır.

Çünkü Kur’ân’ı anlamanın ön şartı gibi sundukları hadis rivayetlerini, adeta “vahyin hakemi” gibi görmeleri büyük bir kopuştur. Kur’ân, kimi zaman rivayetlerin zahirine bağlanarak göz ardı edilir. Oysa Kur’ân, hadislere değil, hadisler Kur’ân’a arz edilmelidir.

Kendi Tecrübemin Tanıklığı

Bugün baktığımda görüyorum ki, selefî anlayış birçok eklemeyi reddetmesi bakımından İslâm’ın aslî yapısına, tarîkat çizgisinden daha yakındır. Ama yakın olmak yeterli değildir. Mü’min, “en yakına” değil, “tam isâbete” taliptir.

Sonuç ve Davet

“Bugün sizin için dininizi tamamladım...” (Mâide 3) ayeti bize şunu açıkça bildirir: Dine hiçbir ilave gerekmez.

Bid‘at, din adına uydurulmuş her şeydir. Kültürel bir uygulama, bir ritüel “din” hâline getirildiği anda sapmaya dönüşür ve bu da kişiyi şirk riskiyle karşı karşıya bırakır.

Ne şeyh otoritesi, ne de hadis zahirciliği; hiçbiri Kur’ân’ın terazisine vurulmadıkça sorgusuz kabul edilmemelidir.

Gerçek İslâm, Kur’ân’ın açık, akla hitap eden, evrensel mesajıdır. Ekol, grup veya kişi fark etmeksizin, Kur’ân’a en yakın olan değerlidir ama mutlak sadâkat sadece Allah’ın kelamınadır.

Ben sadece “Müslümanım” demenin iç huzurunu yaşıyorum. Kur’ân’ı rehber edinen bütün mü’minlere selâm olsun.

Bugün baktığımda görüyorum ki, selefî anlayış birçok eklemeyi reddetmesi bakımından İslâm’ın aslî yapısına, tarîkat çizgisinden daha yakındır. Ama yakın olmak yeterli değildir. Mü’min, “en yakına” değil, “tam isâbete” taliptir.

Sonuç ve Davet

“Bugün sizin için dininizi tamamladım...” (Mâide 3) ayeti bize şunu açıkça bildirir: Dine hiçbir ilave gerekmez.

Bid‘at, din adına uydurulmuş her şeydir. Kültürel bir uygulama, bir ritüel “din” hâline getirildiği anda sapmaya dönüşür ve bu da kişiyi şirk riskiyle karşı karşıya bırakır.

Ne şeyh otoritesi, ne de hadis zahirciliği; hiçbiri Kur’ân’ın terazisine vurulmadıkça sorgusuz kabul edilmemelidir.

Gerçek İslâm, Kur’ân’ın açık, akla hitap eden, evrensel mesajıdır. Ekol, grup veya kişi fark etmeksizin, Kur’ân’a en yakın olan değerlidir ama mutlak sadâkat sadece Allah’ın kelamınadır.

Ben sadece “Müslümanım” demenin iç huzurunu yaşıyorum. Kur’ân’ı rehber edinen bütün mü’minlere selâm olsun.

Avatar
Menderes Ateş 7 ay önce





HÜSEYİN KOÇ

18 Mayıs 2025 -

İnsanların Zihnindeki Peygamber Algısı ile Kur'an'ın Tarif Ettiği Peygamber Arasındaki Uçurum

Toplumun genelinde peygamber denince akla; olağanüstü güçlere sahip, farklı bir yapıda yaratılmış, melekvari, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten doğaüstü bir varlık gelir. Bu algı, zamanla akideye dönüşür, rivayetlerde ifadesini bulur. Neticede insanlar, peygamberin hatırıyla duaların kabul olacağına, onun yüzü suyu hürmetine belaların defedileceğine, hatta cennetin garantileneceğine inanır hale gelirler.

Oysa Kur’an, peygamberleri bizim gibi birer insan olarak tanımlar. Onlar da yer, içer, çarşılarda dolaşır, acı çeker, üzülür, sevinir, ağlar, yanılır, hata yapar ve tövbe ederler. Bu yönleriyle son derece insani bir tablo çizer. Örneğin, Resulullah’ın morali bozulmuş, göğsü daralmıştır:
“Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” (İnşirah 94/1)
Hendek Savaşı’nda günlerce aç kalıp karnına taş bağlamış, Uhud’da dişi kırılmış, yüzü yaralanmıştır. Bunlar, hem Kur’an’ın hem de tarihin ortaya koyduğu açık gerçekliklerdir.

Resul, Allah’ın vahyini insanlara tebliğ eden, örnek bir kul ve toplumsal önderdir. Görevi; vahyi eksiksiz aktarmak (Maide 67), onu açıklamak (Nahl 44), yaşayarak örnek olmak (Ahzab 21) ve inananlara yol göstermektir. O bir beşer elçidir (Kehf 110); gaybı bilmez (Araf 188), geleceği göremez, sadece kendisine bildirilenle konuşur (Necm 3-4). Kur’an ona yalnızca iki unvan verir: kul ve resul. Onu öne çıkaran mucizeleri değil, ahlaki örnekliği, adaleti ve doğruluğudur:
“Onlar da elbette yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı.” (Furkan 25:20)

Kur’an, peygamberi kimi zaman “nebi” (insani yönü), kimi zaman “resul” (elçilik) yönleriyle tanımlar. Ayetler bağlamında okunduğunda bu ayrım netleşir. Ancak hiçbir yerde Nebi/Resulün dinde yasa koyma, şeriat tamamlama ya da Allah’ın ortağı olma yetkisi olduğuna dair bir ifade bulunmaz:
“Yoksa onların Allah’ın izin vermediği şeyleri dinde helal kılan ortakları mı var?” (Şura 21)

Resul, yalnızca Allah’a çağıran bir davetçidir (Yusuf 108). Görevi yalnızca tebliğdir (Maide 99). İman edip etmemek ise insanın kendi tercihidir (Yasin 17). Kur’an’a göre resule itaat, Allah’a itaattir (Nisa 80), çünkü resul kendi hevasıyla değil, vahiy ile konuşur.

Ne var ki bu kadar açık gerçeğe rağmen zamanla peygamber anlayışı Kur’an ekseninden sapmış, yerini mitolojik ve menkıbevi anlatılara bırakmıştır. Peygamberi “yüceltme” adına hareket eden bazı anlayışlar, onu adeta tanrısal bir konuma taşımıştır. “Âdem yaratılmadan onun nuru yaratıldı”, “Kâinat onun yüzü suyu hürmetine yaratıldı”, “Sünnetli doğdu” gibi Kur’an’da hiçbir temeli olmayan rivayetlerle, peygamberimiz olağanüstü bir varlık gibi sunulmuştur.

Bu yaklaşımlar sonucunda peygambere gayb bilgisi verildiği, mucizelerle donatıldığı, tabiat üstü güçlerle hareket ettiği iddia edilmiş; hatta bazı rivayetlerde onun hiç günah işlemediği, sürekli ilahi denetim altında olduğu ve hayatın her alanında bağlayıcı örnek olduğu ileri sürülmüştür.

Böylece Kur’an’ın sunduğu “beşer peygamber” anlayışı gölgelenmiş, yerine kutsallaştırılmış bir "lider" hatta “yarı ilah” konumunda bir figür inşa edilmiştir.

Kur’an, peygamberin “insan” olmasını özellikle vurgular:
“De ki: Ben de ancak sizin gibi bir beşerim. Bana sadece ilahınızın tek bir ilah olduğu vahyediliyor.” (Kehf 18:110)

Fakat zihninde melekvari bir peygamber tasarımı olanlar için bu tanım yeterli görülmez. Onlara göre peygamber “sıradan” olmamalı, mutlaka doğaüstü olmalıdır. Oysa peygamberin bizim gibi olması, onu örnek alınabilir kılar.

Eğer peygamber melek olsaydı, insanlar şöyle diyecekti:
“Biz insan değiliz ki, onun yaşadıklarını yaşayalım!”
Bu itirazı da Kur’an şöyle yanıtlar:
“Eğer yeryüzünde yürüyen melekler olsaydı, elbette onlara da melek bir peygamber gönderirdik.” (İsra 95)

Peygamber elbette sıradan bir insan değildir; ama olağanüstü, doğaüstü bir varlık da değildir. O, Allah’ın görev verdiği, üstün ahlaka ve sorumluluk bilincine sahip insanlar arasından seçilmiş bir elçidir.

Kur’an, Allah’ın peygamberleri keyfî değil, liyakat ve ahlaki donanımla seçtiğini bildirir:
“Allah elçiliği, mesajını iletecek olanlardan uygun gördüğüne verir.” (Hac 75)
“Allah, elçiliğini nereye vereceğini en iyi bilendir.” (En’am 124)

SONUÇ OLARAK:

Gerçek peygamber algısını inşa etmek istiyorsak:

Mucizeyi değil mesajı,

Mitolojiyi değil vahyi,

Menkıbeyi değil Kur’an’ı esas almalıyız.

Peygamberi “yüceltmek” adına insanüstü bir varlığa dönüştürmek, aslında onun en temel özelliği olan “örnekliğini” ortadan kaldırmaktır.
Çünkü örnek alınamayan bir peygamber, hayatta rehber olamazlar!
Allah'a hakiki kul, Resulüne layık ümmet olma dileği ve duası ile tüm dostlara selam

Avatar
Tatar solmaz 7 ay önce

Allahın rahmeti bereketi lütfu inayeti üzerine olsun

150