Nerede köy enstitülü bir öğretmenle karşılaşsam sohbet etmek için fırsat kollarım. Bu değerli eğitimcilerin yaşama bakışlarına, eğitimci ve üretken kişiliklerine hayran kalmışımdır. Bir başkadırlar. İleri görüşlü, yaratıcı ve yaşam dolu insanlardır. Şimdi cumhuriyetin ilk yıllarına uzanalım.

Yıl 1924, Atatürk’ün daveti üzerine Amerikalı eğitimci filozof John Dewey (1859-1952) Türkiye’ye geliyor. Dewey, “eğitimde yaparak, yaşayarak öğrenme” yaklaşımın öncüsü. Yurdun birçok yerini gezip gözlem yaptıktan sonra kapsamlı bir rapor hazırlıyor. Rapor özetle; Türkiye’de ulusal refahın gelişmesi tarımın gelişmesiyle mümkündür. Bu bakımdan köyün, köylünün kalkınmasına öncülük edebilecek nitelikte okullar kurulmalıdır demektedir. “Eğitim bir milleti ya özgür, bağımsız, yüce bir toplum haline getirir ya da tutsaklığa, yoksulluğa sürükler” diyen Atatürk ulusal, bilimsel ve toplumun gereksinimlerine cevap verebilecek bir eğitim arayışı içerisindeydi. Okullar köylüyü birçok alanda eğitmeli, bilgi beceri sahibi yapmalıydı. Eğer köylü eğitilir ve üreterek kalkınırsa toplum da dengeli bir biçimde kalkınabilirdi. Bu amaçla 1940 yılında köy enstitüleri kuruldu. Edirne’den Kars’a kadar tam 21 ayrı bölgede köylere öğretmen yetiştirecekti.

Enstitülerin programında temel derslerin yanı sıra “tabiat ve okul sağlık bilgisi”, “resim iş”, “beden eğitimi ve milli oyunlar”, “müzik”, “askerlik”, “ev idaresi ve çocuk bakımı”, “öğretmenlik bilgisi”, “zirai işletme ekonomisi ve kooperatifçilik”, “tarım”, “kümes hayvancılığı”, “arıcılık ve ipekböcekçiliği”, “balıkçılık ve su ürünleri”, “tarım sanatları”, “köy demirciliği, dülgerliği ve yapıcılığı”, “ köy ev ve el sanatları” gibi dersler de yer alıyordu.

https://www.bursaarena.com.tr/images/upload/KE1.jpgKöy enstitüleri geniş arazilere kurulan büyük yerleşkelerdi. Örneğin, Hasanoğlan Köy Enstitüsü 600 dönümlük büyük bir alanda 82 yapıdan oluşuyordu. Bu binalardan bazılarını öğrenciler imece usulüyle kendileri yapmıştı. Eğitim-öğretim sadece dört duvar arasına sıkıştırılmıyordu. Öğrenci edindiği teorik bilgileri uygulama olanağına sahipti. İş eğitimi vardı, yaparak ve üreterek öğreniyorlardı.

Köy enstitülerinin eğitimde neden bir başarı öyküsü olduğunu bilgi, öğrenme ve beceri kavramlarına kısaca bakarak yanıt aramaya çalışalım.

İsviçreli eğitimci pedagog Johann Heinrich Pestalozzi (1746-1827) iş ile eğitimin birleşmesi gerektiği ve karma eğitimin çocukların akranlarıyla sürekli etkileşimini sağlayarak öğrenme sürecini desteklediği tezini savunur. İsviçreli ünlü psikolog Jean Piaget’ye (1896-1980) göre öğrenme, zihinsel yapılarının oluşturduğu bir süreçtir. Bilgi ise zihinsel süreçlerin bir ürünüdür ve insanın dünya ile etkileşimleri sonucunda ortaya çıkar. Rus psikolog Lev Vygotsky (1896-1934) diyor ki; öğrenme denilen şey sadece zihinsel yapıların bir süreci olarak tanımlanamaz. Bilginin oluşumunda toplumsal ve kültürel yapıların da rolü vardır. Dolayısıyla dil, sosyal ve kültürel çevre öğrenme sürecinde etkilidir. Bu bakımdan öğrenenlere karma grupların oluşturduğu sosyal ortamlar yaratmanın yanında, öğrenenlerin sosyal kültürel çevreyle teması da sağlanmalıdır. Piaget de, Vygotsky de kalıcı öğrenmenin bilginin yapılandırılmasıyla mümkün olduğu savını ileri sürüyorlar. Şunu söylemek mümkün; öğrenenin deneyimleri, yaşantıları, akranlarıyla, kültürel çevresiyle etkileşimi ve yaptığı işbirliği süreci bilgiyi yapılandırıyor. Öğrenci ezberlemiyor yani, kafasında anlam oluşturuyor. İşte gerçek öğrenme bu. Bireyin bilgiyi yapılandırabilmesi için öğrenme ortamlarına aktif bir biçimde katılımı gerekiyor. Ne demek öğrenme ortamlarında aktif olmak? Sorgulamak, tartışmak, uygulama yapmak, keşfetmek demek. Çağdaş eğitim yaklaşımları uzun bir zaman sürecinde araştırarak, deney ve gözlem yaparak bu kuramların doğruluğunu ispat etti. Kalıcı öğrenme, yani bütüncül öğrenme bilgi alanlarının kendi aralarında ve gerçek yaşamla ilişkilerinin kurulabildiği oranda gerçekleşiyor. Beceri denilen şey kendiliğinden ortaya çıkmıyor, bilgi yapılandırılabildiği ölçüde beceriye dönüşüyor. İşte bütün bu kuramların bileşkesi köy enstitülerinin eğitim felsefesinin kuramsal temelini oluşturuyordu.

Enstitüler genelde bozkırlara kuruluyor ve çevre ağaçlandırılıyordu. Her okul çevrenin kültürel merkeziydi sanki. Okulların oyun ve spor alanları, toplantı salonları, kütüphaneler, laboratuarlar, tarımsal üretimin yapılabileceği arazileri ve mesleki beceri kazandırmak amacıyla atölyeleri vardı. Öğrenciler genel kültür derslerinin yanında “demircilik”, “marangozluk”, “inşaatçılık”, “toprak işleme”, “bitki ve hayvanların bakımı” gibi meslekleri de öğreniyorlardı. Dahası var, okullar her öğrenciye bisiklet-motosiklet kullanma, yüzme, ata binme, sandal yelken kullanma, dağa tırmanma, bir müzik aleti çalabilme, iyi ve temiz giyinme, bedeni temiz tutma, sosyal yardımlaşma, ekip çalışması yapabilme, güzel-etkili konuşma ve ulusal oyunları oynama gibi beceri ve alışkanlıkları kazandırmayı hedefliyordu. Bu okullarda eleştiri-özeleştiri kültürü vardı. Enstitü öğrencileri okul yönetimine katılırlar ve sorumluluk alırlardı. Kız erkek hep birlikte dünya klasiklerini okuyorlardı. Tiyatrolar yapılır, müsamereler, geziler ve yarışmalar düzenlenirdi. Kız ve erkek öğrencilerin oluşturduğu müzik toplulukları Mozart ve Beethoven’ın parçalarını çalardı. Köylerden gelen zeki ve çalışkan çocuklar demokratik bir ortamda yaparak, uygulayarak öğrenme imkânlarına kavuşmuşlardı. Üstelik sanat öğrenmişler ve okuma alışkanlığı kazanmışlardı.

https://www.bursaarena.com.tr/images/upload/image_888.pngKöy enstitüsünü başarıyla bitiren her öğrenci artık bilgi becerileri kazanmış, bir meslek edinmiş bir öğretmendi. Enstitülü öğretmenin köyde biz dizi sorumlukları vardı artık. Köy çocuklarına nitelikli bir eğitim vermenin yanı sıra öğrendiklerini uygulayacak ve köylüyü eğitecekti. Onlara her bakımdan örnek olmalıydı. Özellikle köylüye tarımda yeni teknikleri kullanarak üretmeyi öğretecekti. Bu nitelikli okullar ülkeye 8675 eğitmen ve 17341 öğretmen kazandırarak kısa sürede eğitime ve toplumun kalkınmasına önemli hizmetlerde bulundu. Dewey’in “yaparak, yaşayarak öğrenme” kuramı ile Pestalozzi’nin “karma eğitim” ve “iş ile eğitimin birleştirilmesi” görüşü köy enstitülerinde hayata geçirilmiş ve doğrulanmıştı.

İster bilgisizlik, ister önyargı deyin ya da köylünün uyanmasını, üretmesini istemeyen çevreler deyin. Ne derseniz deyin, bu eğitim anlayışını kabullenemeyenlerin baskısıyla köy enstitüleri 1954 yılında kapandı. Bu üretime dönük okullara kilit vuruldu ama günümüze kadar yerleri bir türlü doldurulamadı. Eğitimdeki sorunlarımız katlanarak büyümeye devam etti. Bugün eğitim, ne yazık ki çoğunlukla dört duvar arasında yapılıyor. Kimi okulların fiziki imkânları oldukça yetersiz ve çocukların doya doya oynayabileceği bahçeleri bile yok. Bir tek binaya asılan üniversite tabelalarını görüyoruz. Bu ezberci sistemde çocuklar bilgiyi yapılandıramıyorlar. Eğitimin geneli üretime odaklı olmaktan epeyce uzak. Eğer köy enstitüleri güçlenerek devam etseydi kırsal bölgelerden başlayan kalkınma toplumun her katmanında hissedilirdi. Köyden büyük kentlere yoğun ve kontrolsüz bir göç yaşanmayabilirdi. Bugün metropollerdeki çarpık yapılaşma, sosyal ve kültürel sorunlar bu boyutta yaşanmazdı. En azından tarımda ve birçok alanda kendi kendine yeten bir ülke olurduk. Çevre bilincimiz daha iyi olurdu. Şu an yaşamakta olduğumuz ekonomik krizleri bu derinlikte yaşamazdık.

Ülkede kardeşlik bağı ve aidiyet duygusu daha güçlü olabilirdi. Gelişmiş, üreten ve dünyanın gıptayla baktığı bir ülke olmuştuk. O gün köy enstitülerini kapatan anlayış herhalde bir özeleştiri yapmıştır. “Biz yanlış yaptık. Yazık oldu bu memlekete yahu.” demişlerdir belki.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.