Hayır sever (!)  ABD yardımı süt tozu ve iğrenç katı yağlarla,” (yaklaşık 2,5 yıl gecikmeli alınan nüfus kağıdımla) 1965 yılında ilk okula başladığımda tanıştım. Evimizde beslediğimiz ineğimizden elde edilen “organik süt, kaymak ve tereyağı dururken,” okulda zorla içirilmeye çalışılan süt tozu ve ekmeğe sürülüp yedirilmeye çalışılan iğrenç yağları yememek için çok direndim ve öğretmenlerimden çok dayak yedim. 

Tabii o zamanlar çocuktuk. Ne “8 Ekim 1948 tarihinde imzalanan  Marshall Planından,” ne de “dünyayı dizayn eden Siyonist global güçlerden” haberimiz yoktu. “Devlet emrediyor,” öğretmenler de (yedirip içirdikleri ABD yardımı iğrenç yağlar ve süt tozlarının “ileri ki yaşlarda hangi hastalıklara neden olacağını” hiç düşünmeden,) sorgusuz sualsiz uyguluyor, bizlerde kurban ediliyorduk!

Lise yıllarında Devlet yetkililerinin ağzından sık sık “doğum kontrolü” sözlerini duymaya başladık. Bizim evde çocuk çoktu ama insanlar sürekli olarak çocuk yapmamaya teşvik ediliyordu. Sonradan öğrendik ki doğum kontrolü 1958 yılından itibaren devlet politikası haline getirilmiş.

Üniversite dönemimiz “Türkiye’yi kurtarmak adına, ülkesini gerçekten seven gençlerin sağ sol diye bölünerek,” kardeşin kardeşe düşman edildiği, bir birini boğazlamak için fırsat kolladığı, “her gün onlarca gencimizin öldürüldüğü” tam bir anarşi ortamında geçti.

Ve “hayır sever ABD’nin talimatıyla” 12 Eylül 1980 yılında askeri bir darbe yapılıp, (benim de aralarında olduğum) “yüz binlerce tahsilli, kafası çalışan, vatansever gencimiz Mamak, Sağmalcılar, Diyarbakır vs ceza evlerine doldurulup,” (bugünkü gençlerin hayal bile edemeyeceği) “akıl almaz işkencelerden geçirilerek ülkemiz anarşiden kurtarıldı..(!)

Yeteri kadar vatansever gencimiz ve aileleri “işkencelerle, idamlarla, hapis cezalarıyla sindirilip işe yaramaz hale getirildikten sonra,” tekrar Demokrasiye yani sivil yönetime geçildi. Demokrasiye geçişle birlikte(!) “gençlerimiz arasında savaşma seviş” gibi sloganlar yaygınlaştırılıp, cinselliğin sürekli ön plana çıkarıldığı bir dönemde “AİDS denen ölümcül bir hastalık” ortaya çıktı.

Tabii hemen “bilim insanlarımız, cahil(!) halkımızı bilinçlendirmek üzere” bütün medyayı (bu gün corona da olduğu gibi)  işgal ettiler. Öyle bir “korku pompalandı ki,” kendi eşimizle bile sarılmaya, öpüşmeye, ilişkiye girmeye korkar hale geldik. “Korkunun zirve yaptığı bir dönemde” ismini bile doğru dürüst telaffuz edemediğimiz “prezervatifler ve doğum kontrol hapları” (tümör oluşumunun nedenlerinden biri) gündeme oturdu.

Avrupa ülkelerinde “doğum oranını artırabilmek” için çok ciddi teşvik unsurları kullanılırken, bizim sağlık kuruluşlarında “doğum kontrol araçları” bedava uygulanmaya, “kapı kapı dolaşıp doğum kontrol hapları ve prezervatif dağıtmaya” başladılar. “Halen bütün dünyada var olan (AİDS hastalığı nedeni) HİV Virüsü ise gündemden düştü ve sanki yok oldu(!)

Derken bilim insanlarımız “normal doğumun ne kadar  eziyetli, ne  kadar sancılı, ne kadar riskli olduğunu” kadınlarımıza anlatmaya başladılar. Bu kadar eziyet çekmeye ne gerek vardı ki. Artık ülkemizde de batıda olduğu gibi “sezaryen doğum” yapılabiliyordu.

Doktorun sana uygun olduğu saati dakikayı versin.” Sen bütün makyaj malzemelerinle birlikte doğum çantanı hazırla gel, “15 dakikada narkozla uyutsunlar, karnını yarsınlar, (teline zarar gelmesine razı olmayacağın) bebeğini lap diye alsınlar, hemen içi Alüminyum Sülfat, Alüminyum Nitrat vs ağır metallerle ve kimyasallarla dolu aşılarını da yapıp” yanına yatırsınlar.

Tabiii sana bu güzellikleri(!) yaparken, “ikinci hamileliğin riskli olacağı, sevgili bebeğinin sezaryen doğumdan itibaren bronşit, astım, alerji, bağışıklık sistemi zayıflığı gibi problemlerle yaşamak zorunda kalacağını,” vücuduna aldığı toksinler nedeniyle “çok ciddi hastalıklara yakalanma risklerini söylemiyorlardı.” Siz bunları hiçbir zaman bilmediniz ama “nüfus planlaması” kapsamında iyi bir vatandaş(!) olmaya devam ettiniz.

Evlenip çocuk sahibi olmaya başladıktan sonra; 1865 yılında Alman kimyager “Baron Justus Von Liebig” tarafından bulunan ve “1964 yılında Türkiye pazarına giren bebek mamalarını” duymaya başladık. Hemşireler kapı kapı dolaşıp “doğumdan itibaren kullanılması önerilen” bir “bebek mamasının mucizelerinden, anne sütünün (iki yıl emzirmek şart iken) ise zararlarından bahsetmeye başladılar.” Üstelik mama kullanmaları halinde göğüsler sarkmayacağı için, anne güzelliğinden bir şey kaybetmeyecekti.

Tabii diplomalı sağlık gönüllüleri hazır mamaların bebekleri daha zeki, daha sağlıklı yaptığını anlatırken, aşının içindeki “L-tirozin, kolin klorür, L-askorbik asit, taurin, sodyum L-askorbat, inositol, demir sülfat, bakır sülfat, çinko sülfat gibi kimyasallar, ağır metaller ve diğer toksinlerin zararlarından” hiç bahsetmediler.

Devletin gücünü arkasına alan doktor ve hemşirelerin verdiği güvenle, “bir çok anne kendi sütünü kesip masum bebeklerine o mamaları yedirdiler.” Çünkü; “cahil halleriyle”, kapılarına kadar gelen “okumuş sağlık gönüllülerinden” daha iyi bilecek değillerdi ya..(!)

Radyolardan dinleyip hep bir ağızdan söylediğimiz “zeytinyağlı yiyemem, basmadan fistan giyemem aman” gibi sözleri olan türkülerle birlikte, “organik gıdalar ve pamuklu giyecekler aleyhine,” kampanyalar başladı. Koskoca profesörler, doktorlar “zeytinyağının, tereyağının, yumurtanın, sakatatın zararlarını(!)” anlatmaya başladılar. Yerseniz “kolestrolünüz, tansiyonunuz fırlar kalp krizinden ölürsünüz” diye korkuttular.

Saf Anadolu insanı koskoca profesörlerden daha iyi bilemeyeceği için” korkudan o güzelim yağları ağzına sürmedi. Onların yerine içinde ne olduğunu bilmedikleri, hayvanların veya bakterilerin bile ilgi göstermediği, (“daha sonraki yıllarda damar tıkanıklığı, tansiyon, beyin kanaması veya kalp krizine sebep oldukları ortaya çıkacak olan”) margarinleri, vitayağlarını veya GDO’lu tohumlardan üretilmiş sıvı yağları tüketmeye başladı.

Taakiii sayın “Canan Karatay, Ahmet Rasim Küçükusta, İsmail Hakkı Aydın” gibi Profesörlerimiz veya Doktorlarımız ortaya çıkıp doğruları söyleyene kadar bu yağların zararları konuşulmadı, fark edilmedi.

 1970’lerin başında “Akciğer zarı kanseri, gırtlak kanseri, yumurtalık kanseri ve daha birçok ölümcül hastalık” nedeni olduğu sonradan anlaşılacak olan, özellikle on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından sonra (ısıyı ve elektriği yalıtması, sürtünmeye ve asit gibi maddelere dayanıklı olması, ucuz olması ve başka nedenlerle) “sihirli mineral olarak tanınmaya başlayan asbest maddesi” yaygın bir şekilde hayatımıza girdi.

Bu “sihirli mineral ülkemizde;” evler, hastaneler, okullar, işyerleri, fabrika ve benzeri yerlerin çatı, duvar izolasyonları, havalandırma ve boru sistemleri, çimento, boya, kağıt, lastik, plastik, filtre, fren ve debriyaj balataları, perde, keçe, yangın battaniyesi ve elbise gibi pek çok tekstil malzemeleri ve “daha bir çok ürün imalatında kullanıldı.”

Ancak 2000’li yılların başından itibaren “asbestin kanser başta olmak üzere bir çok ölümcül hastalığın ana sebebi” olduğu anlaşılıp, “öldürücü toz olarak tanımlanmasıyla birlikte” tüm dünyada yasaklanmaya başlandı.

Ülkemizde de 31 Aralık 2010 tarihinden itibaren “tüm asbest türlerinin çıkarılması, herhangi bir ürün imalatında kullanılması ve asbest içeren tüm ürünlerin” piyasaya arzı yasaklandı. Ancak “yasak öncesi piyasaya sürülen ve özellikle binalarda ve su şebekelerinde kullanılan asbestli ürünler halen zehir saçmaya devam etmektedir.” (Tabii ASBEST yasaklarınken, kim bilir kanserojen başka hangi kimyasallar hayatımıza girdi bilmiyoruz.)

Kasım 2002 de” Hong Kong’da “SARS adında yeni bir virüs” piyasaya çıktı ve “dünya genelinde yine korku ve endişe pompalanmaya başlandı.” Temmuz 2003 tarihine kadar “37 ülkeye yayılarak pandemik hale geldiği(!)” söylenen SARS virüsü nedeniyle “dünya çapında 8422 vaka ve 916 ölüm” görülmüştür.  Nedendir bilinmez ama “bu korkunç(!) SARS virüsü çok kısa sürede (2003 yılı Haziran ayında görülen son enfekte insan vakası ile) piyasadan çekilmiştir(!) .”

Çok geçmeden, “2005 yılında” ise tüm dünya “Kuş Gribiyle tanıştı.” Yine TV’ler de günlerce bilim insanlarının tartışmalarını, “felaket senaryolarını dinledik.” Acaba virüs insandan insana bulaşır hale gelir mi korkusuyla aylar yıllar geçti. Ancak kabak köylünün elindeki zavallı tavukların, horozların, ördeklerin başında patladı. “Milyonlarca kümes hayvanıastronot görünümlü beyaz giyimli, bilgili adamlar tarafından canlı canlı çuvallara doldurulup itlaf edildi.” Neticede ülkemizin tavuk üretimi; “35-45 günde kesilecek hale gelen, genetiğiyle oynanmış, hormonlu, antibiyotikli ama virüssüz(!)” tavuk yetiştiren 7-8 firmanın eline kaldı. “Kuş Gribi de görevini tamamlamış olmalı ki” ortadan “kaybolarak(!) gündemden çıktı.”

Nisan 2009 yılında eyvah, domuz gribi çıktı” dediler. Yine bilim insanları, yine “pompalanan endişe, telaş, korku.” Özgürlükleri elinden alınmasa da, halk yine panikledi. Neyse ki çok geçmeden domuz gribi aşısı bulundu(!) ve başta doktorlarımız olmak üzere, tüm sağlık çalışanları uzattılar kollarını şırıngaya. Aşıların içindeki ağır metaller ve diğer kimyasalların yan etkileri hiç hesaba katılmadan yapılan reklamlar sonucu, insanlarımız “bize sıra ne zaman gelecek, bize aşı yok mu” diye isyan eder hale geldiler.

Yeteri kadar aşı pazarlanıp yerlerine ulaştıktan sonra” (medyaya yansımayan daha neler oldu bilmiyoruz)  “domuz gribi de görevini tamamlayarak piyasadan çekildi(!).”

Yaklaşık üç yıl sonra, 2012 yılının Eylül ayında Suudi Arabistan’da “develerden bulaştığı iddia edilen MERS Virüsü” ortaya çıktı. Özellikle Katar, Umman, Ürdün, Kuveyt, Yemen, Lübnan, İran, İngiltere, Fransa, Tunus İtalya, Malezya, Filipinler, Yunanistan, Mısır, Amerika Birleşik Devletleri, Hollanda ve Cezayir’de görülen Mers Virüsünden 11 Haziran 2014 tarihi itibarıyla, “Dünya genelinde 699 hasta tespit edildi ve bu hastaların 209’u hayatını kaybetti.” Özellikle şeker, kronik akciğer, böbrek yetmezliği ve bağışıklık yetmezliği hastalarının daha çok etkilendiği rapor edildi ve “MERS Virüsü de sessizce piyasadan çekildi(!).” (Gündemde kaldığı sürece kapalı kapılar ardında neler oldu bilmiyoruz.)

2019 yılı sonunda aniden bir virüs ortaya çıktı. “Adına önce corona” dediler. Baktılar ki bu “corona yıllardır tanınıyor, biliniyor,” hemen adını corona ailesinden Covid-19 olarak değiştirdiler. Tüm medya kuruluşlarında gösterilen “covid 19 filminin fragmanında, sokaklar pat diye yere düşen, çırpına çırpına ölen insanlarla dolup taşmaya başladı(!)” Bu korkunç (!) virüs dünya genelinde hızla yayılarak 2020 Mart ayında ülkemize de geldi.

Fragmanlar kullanılarak, bilim insanları ve sağlıktan çok anlayan köşe yazarları tarafından “tüm medyaaraçları kullanılarak pompalanan korku sayesindetüm ülkelerin yönetimi,” çok kısa sürede dünya genelinde oluşturulan “Dünya Sağlık Örgütü’ne bağlı bilim kurullarının eline geçti.” Bilim kurulları ne derse hükümetler onu uygular hale geldiler.

Bu korkunç virüse(!) karşı (temiz hava almamıza engel) maskeler, (kanser dahil birçok hastalık nedeni) alkol veya çamaşır suyundan oluşan dezenfektanlar, (insanların bir birini mikrop gibi görmesine neden olan) mesafe ve iş yerlerinin kapatılıp (orta ve küçük esnafın batma, günlük kazanıp günlük yiyen milyonlarca emekçinin aç kalma nedeni olan) insanların sokağa çıkmamaları tedbir olarak uygulattırıldı. (Köpek gezdirmek serbest bırakılırken, çocukların eve hapsedilmesine kim akıllıca diyebilir ki.)

Ülke olarak tam bir yıldır, covid 19 fragmanında gösterildiği gibi “sokaklarda pat diye düşüp çırpına çırpına ölen bir tek coronalı görmememize,” bir çok insanımızın, korkudan evden dışarı çıkamadığı, hareket edemediği, ağzı burnu tıkalı olduğu için rahat nefes alamayan kilolu zombilere dönmüş olmasına rağmen, “aklımızı, mantığımızı bir kenara bırakıp bilim kurulunun isteklerine” fazlasıyla uyduk, uymaya da devam ediyoruz.

Öyle ki “Dünya genelinde ortalama olarak her yıl 60.000.000 insanın ölümüne neden olan bütün hastalıkları unuttuk.” Tek derdimiz bu güne kadar (24 Mart 2021 tarihi itibarıyla) “2.750.432  insanın hayatını kaybetmesine neden olduğu söylenen covid 19. İşin ilginç yanı en fazla can kaybının yaklaşık (17.03.2021 de ki rakam) 538.087 ile ABD’de kaydedilmiş olması. Üstelik corona nın “çıkış yeri 1.5 milyar nüfuslu Çin’de” her şey normalken.

İnanmak istemesek te artık hepimiz biliyoruz ki, “bu güne kadar bu virüsün bulaşmadığı kimse kalmadı.” Ancak “covit 19 virüsü sanki ülkesine ve insanına göre farklı davranıyor(!) gibi.” Mesela çok temiz, çok medeni, çok bilinçli sandığımız ABD’nin, Avrupa’nın anasını ağlatırken, Afganistan gibi, Bengaldeş gibi, Suriye gibi “gariban ülkelere pek dokunmuyor.(!)” Sanki öldürdüğü insanlar da ülkelere göre değişiyor. Örneğin “ABD de ve Avrupa da özellikle siyahileri ve diğer göçmenleri öldürürken,” bizim gibi ülkelerde Profları, sağlık çalışanlarını, din adamlarını veya çevresi tarafından sevilen kişileri tercih ediyor.(!)  

Son 55 yılda sağlığımızın bozulmasına, gençlerimizin harcanmasına, ülkemizin geri kalmasına yönelik yapılan uygulamaların” (askeri darbelerin bir tekini yazdım) bir kısmını tespit edip kısaca yazıya döktüm. “Her birisi ayrı bir kitap olabilecek” konulara genel olarak bakınca, (tek cümleyle) “Dünya genelinde olduğu gibi, bizim ülkemizde de asıl yapılmak istenen şeyin insanımızı yok etmek” olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Sağlığımızı bozacak tüm unsurlar kullanılarak, hastalıkları çoğaltmak için her şey yapılmış, maalesef yapılmaya da devam ediyor. Kızlı – erkekli tüm gençlerimizin kısırlaştırılması için her şey yapılmış, maalesef yapılmaya da devam ediyor.

Gençlerimizde hormon bozuklukları, iktidarsızlık, cinsiyet karmaşası hızla çoğalıyor ve doğurganlık sürekli azalıyor. “2050’lere gelmeden erkeklerde canlı sperm sayısının sıfırlanacağı çoktan konuşulmaya başlandı.” Kızlarımız daha otuzlu yaşlarda meme kanseri, rahim kanseri, yumurtalık kanseri ve daha bir çok hastalık gerekçeleriyle doğuramaz hale getiriliyor..(!)

2000’li yıllara kadar adını bilmediğimiz tüp bebek merkezleri sayılamayacak kadar çoğaldı ve çoğalmaya da devam ediyor. Üstelik yüksek ücretler karşılığı defalarca tüp bebek denemelerine rağmen çocuk sahibi olamayan sayısız çift bulmak mümkün.

Size göre sağlığı bozulan, doğurganlığı biten bir milletin soyunun devam etme ihtimali var mı..?

Derdim felaket tellallığı yapmak veya umutsuzluk aşılamak değil.” Tehlikeleri görüp en zor şartlarda bile olsa, yapılacakları gelecek nesiller için elimizden geldiğince yapalım istiyorum…

Yaklaşık 18 yıllık araştırma ve birikim sonucu yazdığım kitabımı

https://umutagaci.com/wp-content/uploads/2020/09/KANSERLE-SAVASIRKEN-BASKI_2.pdf”

Adresinden PDF olarak ücretsiz indirip düşünce, hayat ve beslenme tarzı değişikliğinizde yardımcı kaynak olarak kullanabilirsiniz…

Sağlık bilincimizin çoğalmasına katkı sağlaması umuduyla, her açıdan verimli ve keyifli bir hafta sonu geçirmenizi diliyorum…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Aylin sancak 3 yıl önce

Hocam kaleminize sağlık