Günün henüz ısıtmayan ışıkları penceremden girmeye uğraşıyordu. Her zaman olduğu gibi yeni günü güler yüzle ve dualarla karşıladım. Ezan sesiyle uyanmanın huzuru içerisinde, bir müddet uhrevi havanın doyulmaz zevkini yaşadım. Sedanın, kaybolan son yankısı ile ayağa kalktım. Her günün, her anın bir başka özelliğinin ve güzelliğinin olduğunu görmek ve hissetmek düşüncesi ile pencereye doğru yürüdüm. Perdeyi hafif aralayarak dışarıyı görebileceğim kadar, buğulu camı sildim. Hava yağmurluydu, hafif hafif çiseliyordu. Eşimi uyandırmamıştım.

Üç aylık oğlum Alperen, annesini gece yarılarına kadar uyutmamıştı. Ben de, sancısı azalıp sustuktan sonra eşimin ısrarı üzerine uyumaya çalıştım fakat bir türlü uyuyamamıştım. Biçare kadın ’her ihtimale karşı’ diye düşünmüş olmalı ki, ancak sabaha karşı uyuyabilmişti. Gerçekten ’cennet annelerin ayakları altında’ymış. Bir an annemi düşündüm. Beni büyütmek için çektiği sıkıntıları anlatan sesi, kulaklarımda çınladı. Bir tarih gibi eski olan yüzündeki çizgilerde, kim bilir, ne çileler gizliydi. Şu an yanımda olmasını; bitkin ve derin bakışlarıyla, kesik, titrek, cılız sesiyle "oğlum" demesini ne kadar çok isterdim. Bir eliyle yüzümü avuçlayıp diğer eliyle saçlarımı okşayarak beni bağrına basışındaki sıcaklığını, şefkatini hiç unutmadım. "Hakkını helal et, seni çok seviyorum canım anneciğim" dediğim sessiz söylenişlerim boğazımda düğümlendi. İnsan anne-baba sevgisini kendi evladı olduğu zaman çok daha iyi anlıyor. Kaybedince, eşyalarda kokusunu, el izlerini; baktığı yerlerde hayalini, gülüşünü arıyor. Varlığındaki sevgisiyle yokluğunda avunuyor...

Vakit yaklaşmıştı. Kahvaltımı yaptım, hazırlandım. Parmaklarımın ucuna basarak evden çıktım. Yağmur hızlanmaya başlamıştı. Bahçe kapısını açarken nostaljik duygulara kapıldım. Konak tipi eski evleri, çitle çevirili büyük çınar, ceviz, dut ağaçlarıyla kaplı, asmaların örttüğü tulumbalı, havuzlu bahçeleri düşündüm. İnsanın el emeğine, göz nuruna, alın teriyle özenerek oluşturduğu tabii zevkine hayran olmamak mümkün mü? Eski güzellikleri düşünmek bile insana bambaşka bir duygu, apayrı bir keyif, bir başka tat veriyor. Her şey ne kadar da çabuk değişiyor... İnsan, bir şeyin kıymetini ve güzelliğini zamanında bilmezse daha sonra aradığında kaybettiklerini bulamayınca çok üzülüyor.

Nasrettin Hoca misali, Allah’ın rahmetine basmamak istercesine yağmurdan kaçıyordum. Mahallenin bakkalı Erdoğan amca’yı göremedim, "hayırlı işler" diyemedim. Olsun, o beni iyi tanır, kusuruma bakmaz. Şemsiyesini veremediğine üzülür. Şemsiye de zaruri ihtiyaç oldu. Evim okula yakın olmasına rağmen ıslanmamak için evin saçaklarına sığınarak gidip gelmek zor oluyor. Bu ayki maaşımdan alayım artık. Erdoğan amca da rahat etsin.

Okula zil çalmadan yarım saat önce geldim. Yağmurluğumu çıkartırken bir şeylerle meşgul olan Nuri Akbulut Bey’i gördüm. Yaklaşarak, "günaydın sayın hocam, nasılsınız" dedim. Duymamış olmalı ki cevap vermedi. Islanmış üstümü biraz kurutmak için kaloriferin yakınına, yanına oturdum. Nuri Bey’e tekrar "günaydın sayın hocam, nasılsınız" dedim. Çok yakınında olduğum için bu sefer beni ve sesimi fark etti. Ağır duyması ve solgun bakışları "benden bu kadar" der gibiydi. Yıllardır bu mesleğin çilesini çekmiş, omuzlarındaki sorumluluk yükünün ağırlığına artık tahammül gücü azalmış bu abide insan, burnunun üstüne düşürdüğü gözlüğünün aralığından sönük bakışlarıyla "Günaydın Cafer bey, teşekkür ederim hamdolsun iyiyim. Dersim yok ama müdür bey çağırdığı için geldim. Biliyorsun, hacı yolu bekler gibi emekliliğimi bekliyorum’’ dedi. Hacı yolu beklemek ile emekliliği beklemek arasındaki ilgiyi, ince bir zekâ ile ne kadar da güzel ifade etmişti. "Senin aramızdan ayrılman elbette bizleri üzer, yerini doldurmak zor olur ama sağlığınız da önemli, henüz bir haber yok mu?" dedim. Emekli olmayı düşündüğünü ilk önce bana söylemişti. Daha sonra müracaatından da haberdar etmişti. Mesleki sohbetlerimizde "sende gençliğimi görüyorum" der, beni her fırsatta teşvik ederdi. Bazen de "ah!, vah, keşke...!" dediğimde kızar, "sen daha işin başındasın; ben senin yaşından çok daha fazla bu mesleğe hizmet ettim" diyerek moral verirdi. Hatıralarını büyük bir hayranlıkla dinlerdim. "Hakkımızda hayırlısı olur inşallah" dedikten sonra çantamı açtım.

Bugün "Kaşağı" hikâyesini işleyeceğiz. Çok hoşuma giden bu hikâyeyi ezberlemiş olmama rağmen, engelleyemediğim bir okuma isteği ile kitabın sayfalarını çevirmeye başladım. Öğretmenler odasına giren çıkan arkadaşlarımın sesleri iyice fazlalaştı. Beni sabah mahmurluğuyla karşılayan öğretmenler odası, beş-on dakika sonra yerini her zamanki tatlı telaşa bırakmıştı. Hikâyeyi okudum, neler yapacağımı düşünerek günlük planıma göz attım. Zil de çalmak üzere. Çantamı aldım, sınıfa doğru yürümeye başladım.

6-C sınıfına bu son dersimdi. Bu sınıf, okulumuza yeni atanan Türkçe Öğretmeni Ömer Akuysal Bey’e verilmişti. Geçen hafta çocuklara duyurdum. Üzüldüler... Yeni öğretmenlerini de çok seveceklerini söyledim. İkna oldular ancak, Oğuz’un "Öğretmenim, siz bizi bırakırsanız ben de okulu bırakırım" sözü, beni hem korkuttu, hem de tebessüm ettirdi. Teselli etmek için soğuk terler döktüm. Yılanı deliğinden çıkarmak daha kolay olurdu. Başardım, nasıl başardığımı bilmiyorum ama başardım işte... "Öğretmenlik bir sanattır, meslek sırrı..." derler. Şimdi bir şeyler söylemeyeceğim ancak, o anki duygularımın, düşüncelerimin etkili olduğunu sanıyorum. Bu sarışın çocuk beni büyülemişti. Çok etkilendiğim bu olayla pekişen meslek sevgimi hiçbir deprem şiddeti yıkamazdı artık...

Sınıfa girdim. Gözlerim öncelikle Oğuz’a yöneldi. Hafta başından beri gelip gelmediğini kontrol ediyordum. Çocuk bu, ya bir de gerçekten okulu bırakırsa o zaman ben ne yaparım. Vicdanım, mutlaka beni müebbet hapse mahkûm eder. Çok şükür, bugün de gelmiş. Bakışlarımı bakışlarındaki mıknatısımsı etkiden kurtarmaya çalıştım. O gözler, ne çok şeyler anlatıyordu. Sevgi, saygı, ilgi, merhamet, yalvarma ve hatta nefret... Bakışlar beni ebediyete yolcu eder gibiydi. "Günaydın çocuklar" dedim, cılız ve hüzünlü bir sesle; "Günaydın öğretmenim" dediler. Masama oturdum. Gelmeyen yoktu. Kısa bir hal-hatır sorma sohbetinden sonra, sözü yalan söylemenin ne kadar kötü bir şey olduğuna getirdim. Etkili bir iki örnek verdikten sonra çocuklara, bununla ilgili yaşadıkları, duydukları olayları anlatmalarını istedim. Çok güzel şeyler söylediler. Kaşağı hikâyesini anlamaya ve kavramaya hazır hala geldiklerini düşünerek "dersimize başlayalım" dedim.

-Çocuklar, sizlere yalan söylemenin ve iftira atmanın insan hayatında ne kadar etkili olduğunu ve kötü sonuçlar doğurduğunu anlatan Kaşağı hikâyesini önce ben okuyacağım, daha sonra sizlere okutacağım. Çok dikkatli takip etmenizi istiyorum.

Çocuklar hikâye, masal ve şiir konularını daha çok seviyorlardı. Sevinçleri, gözlerindeki küçük gülücüklerden belli olsa da yine de durgun görünüyorlardı. Sınıfta çıt yoktu. Bazı öğrencilerin nefes alış verişlerini duyar gibi oluyordum. Bana yönelmiş aç bakışlar arasında okumaya başladım.

"Ahırın avlusunda oynarken aşağıda, gümüş söğütler altında görünmeyen derenin hazin şırıltısını işitirdik. Evimiz, iç çitin büyük kestane ağaçları arkasında kaybolmuş gibiydi...’’ Küçük Hasan’ı ve ağabeyi Ömer Seyfettin’i çocuksu bir konuşma edasıyla, babasını sert, kalın bir ses tonuyla ifade edişimin verdiği coşkuyu, sevinçlerindeki sessiz kıpırdanışlardan hissediyordum. Kıyafetsiz bir meddahlık yapıyordum. Biliyor musunuz? Hayatımın otuzuncu sonbaharının sonunu yaşarken, bir anda küçük bir çocuk, arkasından yaşlı bir adam olmak, diksiyon sanatının inceliği ile "zamanın elinden tutmak" geçmişi ve geleceği bir arada yaşamak sadece bu meslekle mümkün olur diye düşünüyorum. Bu zevki yaşamak için teknolojinin zaman tünelinden faydalanmak gerekmez. Düşüncelerinizin duygulandırdığı noktalar, sizi sırları henüz çözülmemiş bir âlemde yaşatır. Bunun için işte sınıf, işte duygu, işte ruh, işte ilgi ve sevgi...

Bir çırpıda okudum. Küçük Hasan’ın ölümüne herkes çok üzülmüştü. Derin bir iç çekerek arkama yaslandım. Karşımda, tabiatın harikulade tablolarını gölgede bırakacak kadar güzel bir manzara vardı. Ben de, çocukların yüzlerindeki masum ifadenin oluşturduğu mutluluklar ülkesinde seyahate çıktım. Manalı bakışlarımdaki vedayı gizlemeye çalışıyordum. Bir hıçkırık sesiyle irkildim. Metin ağlıyordu. Küçük avuçlarının içine aldığı başını önüne eğmiş, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bütün gözler ona yönelmişti. Sınıfın tansiyonu, geçen haftadan itibaren her derse başlarken yükseliyordu. Her an, böyle bir şey olacağı belliydi. Bir barut gibi gergin olan havaya ilk kibriti Metin yaktı. Allah vere de diğerleri eşlik etmese. Solo mesele halledilir, koro meselenin üstesinden gelmek bir hayli uğraştırır. Yerimden kalktım, yanına yaklaştım. Kitabının üstünde, güzel bir anı olarak hatırlayacağım iki damla gözyaşı gördüm. Duygulandım, nefesim düğümlendi. Güçlükle iki çift söz söyleyebildim.

-Ne oldu Metin? Neden ağlıyorsun?

Sadece elinin üstüyle akan burnuna dokundu. Bir gözyaşı daha kızarmış yanağından titreye titreye, sevgi dolu yüreğine, sonsuzluğa doğru akıp gidiyordu. Ağlamamak için kendimi sıkıyordum. Her an Metin’e benzeyebilirdim. Tahammül gücümün verdiği son bir hamle ile:

-Evet Metin? Bana niçin ağladığını söyle. Hadi benimle konuş...

Aradan kaç saniye, kaç saat geçti bilemiyorum. Ağır ağır ayağa kalktı. Başını hafifçe kaldırarak yüzüme baktı. Gözleri, yağmur öncesi bulut gibi doluydu. Yüzü, patlayan volkan gibi kıpkırmızıydı. Kekeleyerek, heceleyerek konuşmaya başladı:

-Öğretmenim, bu hikâyeyi geçen sene İlkokul öğretmenimiz okumuştu. Çok sevmiştim, çok hoşuma gitmişti...

Sustu... Konuşmasını istedim. Tekrar ağlamaya, hıçkırmaya, kesik kesik konuşmaya başladı.

-O öğretmenim, bu yaz tatilinde trafik kazasında öldü. Onu hatırladım.

Tüylerim diken diken oldu. Bu çocuğun yüzüne, bu perişan haline daha fazla bakamazdım. Oturmasını istedim. Başına dokunduktan ve sırtını sıvazladıktan sonra yanından ayrıldım. Öğrencilere sırtımı dönerek perişan halimi göstermemeye çalıştım. Pencereye doğru yürürken unutulmamanın ne kadar güzel bir duygu olduğunu düşünüyordum. Öldükten sonra yaşamak, geride ebedi bir eser bırakmak bu olsa gerek. İşte, böyle sanatçıların şaheserlerine paha biçilemiyor.

Dışarıda Nuri Bey, okul bahçesinde ağır adımlarla yürüyordu. Birkaç defa durduğunu; etrafına, arkasına dönüp okula baktığını gördüm. Kaybolana kadar yaşlı gözlerimle arkasından baktım. Hissederek BİR YUDUM nefes aldım. Yavaşça öğrencilerime döndüm. Bir müddet konuşmadım, konuşamadım. Sadece doya doya, dolu dolu o anı yaşadım. Zil sesi, beni, bu havanın etkisinden kurtarır diye düşündüm. Öğrencilerimden çoğunun başı öne eğilmişti.

Teneffüs zili çaldı. Öğretmenler odasında Nuri Bey’in emekli olduğunu, az önce vedalaşıp ayrıldığını söylediler. Derse giriş zilinin sesine uzaklardan bir ambulansın siren sesi karıştı. "Nuri bey, Nuri bey!.." diye bağırıldığını duydum. Koştum. Okul duvarının dibinde yatanın etrafında telaşlı bir kalabalık vardı...

Dışarıda yağmur dinmişti. Ancak, yüreğimizdeki bu SEVGİ YAĞMURU hiçbir zaman dinmeyecekti...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.