Ve öksüz ve yetim bir sabaha uyanıyorum. Üzerimden asırlar geçmiş, hiçbir beynin alamayacağı kadar yük binmiş, nerede ne var ve nasıl var bilemiyorum…

Tarih beynimi esir almış… Sanki bin yıl bende gizli…

“Sen küçükken sana aldığım kırmızı pabuçlarla uyuyordun biliyor musun?” Nereden bileyim… Hayatım boyunca bir kere bile kırmızı pabuç giydiğimi hatırlamıyorum ki.

“Sana payetlerden küpeler yapardım, renk renk, çok sevinirdin” Birçok küpe taktım, hiçbiri payetli değildi. Ve öyle beni de çok mutlandırmadılar.

“Saçların sapsarı ve uzundu. Onları örer, ucuna boncuk takardım… Dönerken de birbirine çarpan boncukların sesini dinlerdin…" Çok döndüm, çok ses dinledim. Hiçbiri boncuk sesi değildi…

“Pembe bir rujum vardı. Onu sana vermiştim, oynaman için, yanaklarını ve gözlerini onunla boyamış, bizi çok güldürmüştün…" Pembe rujum oldu evet, ama ne gözüme ne de yanağıma ruj sürdüm…

Herkesin yaptığı ve yapabileceği şeyler, neden bize farklılıkmış gibi sunulur. Sıradan şeyleri hatırlamamız için zorlarlar…

Bahçe duvarında sakin sakin otururken, gözüme takılan karınca yuvasını, ayçekirdeği kabuklarını taşırken verdikleri çabayı -ve hala üzülerek hatırlarım- yuvalarının topraklarını parmaklarımızla temizleyip, uzun ve yorucu serüvenlerinin sonunda biriktirdikleri yiyecek depolarını gördüğüm anı da hiç unutamam. Oda oda ayrılan toprak parçaları, karınca imparatorluğunun sarayıydı besbelli… Ve yıllar sonra piramitlerin nasıl oluştuğuna hayret eden insanlar, bana hep o günü hatırlattılar…

Bir sabah, mahalle hıçkırıklara uyandı… Bütün komşular bahçemizde toplanmıştı. Ağaç altında bayılan bir kadını ayıltmaya çalışıyorlardı. Bu muhtarın ablasıydı… Gelinleri kaçmıştı… “Ben yiğidime ne diyeceğim?” diyordu da başka bir şey demiyordu. Oğlu cinlendi… Çaresizliğin ne korkunç bir şey olduğunu ve o günü de hiç mi hiç unutmadım.

Mehpare abla güzeller bir genç kadındı… Onu bir yere giderken görmek zevkti benim için… Hep ona özenir, büyüyünce onun gibi güzel olmak istediğimi söylerdim, yanağımı okşardı… Bir gece, kocasını yolda buldular, her yanı yara bere içindeydi. Sarhoş olduğunu söylediler…

Kaç kişi zor taşıyordu… Önce haykırdı, dövündü Mehpare abla… Sonra başladı küfretmeye… Her çeşit bağımlılığın, ne kadar kötü bir şey olduğuna tanık oldum. Ve nefretin bir güzeli ne kadar çirkinleştirdiğine de…

Hafif bir müzik ve fısıltılarla açtım gözlerimi… Uçsuz bucaksız bir gökyüzü yere inmişti. Annem “İşte deniz!” dedi. Ve rabbimin sonsuzluğunun yansımasını ilk kez gördüğüm anın, o dayanılmaz ürküntüsünü hala hissederim. Denizle oynayanları hiç anlayamam…

Annemin sesiyle uyandığım en acı sabahlardan biridir. Babam hasta… Annem yalnız… Komşuya yollar biz, yardım ister… Bir tek onlarda araba vardır. Adam “Yorgunum” diyerek kapıyı kapatır… Eve dönemem. Bayır aşağı koşmaya başlarım, hiç tanımadığımız insanların yaşadığı bir ev vardır. Bahçe kapısından içeri dalarım. Aile bahçede kahvaltıdalar… Nefes nefese sadece “Amca babam ölüyor” derim, bu kelimenin anlamını bilmeden… Utanç mı, çaresizlik mi, bilinçaltı acı mı bilemem, başlarım ağlamaya… Adam pijamalarla fırlar, biraz sonra siyah arabaya babamı bindirirler, eşi de yanındadır… Bu ömür boyu süren bir dostluğun başlangıcıdır. Şerrin hayra dönüşmesiyle ilk karşılaşmamdır.

Daha neler neler?

Nasıl yoğrulduk hayatla… Tarih sadece savaş mı... Tarih seninle başlar, seninle biter… Paylaştıkların anı olur birilerine, paylaşamadıkların toprak… Her gün bir şeylerin karıştığı yok ettiği toprağa, binlerce yaşanmamışlıkları yüklemek niye… Bu duygu şimdi gülümsetiyor beni… Bana benim olmayan anıları sunana hoş bakıyorum artık. O, onun tarihi ve benimle paylaşmak istiyor, alıyor, kabul ediyorum. Yorgun beynimin bir yerlerine işleyerek… Yer açılsın istiyorum ve ben de benim tarihimden ona sunuyorum bir demet… Ne demek istediğimi anlayamayacağını bilerek… Kalkıp öpüyorum yanaklarından… Birkaç saat önce toprağa verdiğimiz sevgili varlığımın ardından belli ki konu değişsin istiyor… Beni kendince teslim alıyor. Gözyaşlarımı silerek… Göğsüne bastırıyor... İşte bunu hatırlıyorum. Birlikte gülüyoruz benzeri, ortak anılara… Teklikten çokluğa giden yolda değişik bir zaman dilimini paylaşıyoruz… Birden daha önce hatırlamadığım bir şey canlanıyor gözümde. Bir gün, gizlice gelinliğini giydiğimi, maskaraya dönmeme rağmen, kendimi ondan güzel bulduğumu… Bunu paylaşmıyorum. O zaman küçük bir kız çocuğu olsam bile, hiç hoşlanmadığım kıskançlık duygusunu anmak istemiyor, kendime saklıyorum.

Yine taptaze bir acıya tanığım. Annesini yitiren halam ağlıyor, ağlamanın güzelliğini, yüzünün huzurunda okuyorum.

Güneş alabildiğince zorluyor, doğanın bütün sularını alıyor..

Bahçedeki yediveren gülünü koparıyorlar, annemin diktiği..

Annem uzakta..

Annemi özlüyorum...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
A. Şahiner 3 yıl önce

Yüreğinize sağlık

Avatar
Şermin 3 yıl önce

Yazılarınızda türkçemizin, duygu anlatmak konusunda da ne kadar güzel bir dil olduğunu, her defasında bir kez daha anlıyorum. Teşekkürler.

Avatar
Meliha gül 3 yıl önce

Yüreğine sağlık ablam, okurken olayları yasatiyorsun

Avatar
Feride Yıldız Ala 3 yıl önce

Ah ah, beni nerelere götürdün. Ablam kalemine sağlık.