Yön konusunun en çok sorun olduğu ülkeler genel anlamda ya orta dünyada yer alan ülkeler ya da birbirinden çok farklı alternatifler oluşturan bölgeler ya da diğer jeopolitik merkezlere eşit mesafede yer alan coğrafyalar olmuştur. Türkiye gibi merkez bölge ülkeleri ile orta dünyanın hemen yanı başında yer alan iç kıta ülkeleri, sahip oldukları konumun değişik yansımaları düzeyinde çok farklı bölgesel oluşumlar içinde yerlerini alabilmektedirler. Bu gibi nedenler birbirinden ayrı bir biçimde öne çıkınca yön sorunu devletlerin ve milletlerin ortak sorunu olarak öne çıkmaktadır. Türk devleti dünyanın önde gelen merkezi konumuna sahip olduğu için merkezi çevreleyen birçok bölgeye açılan kapıları bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti bölgeler ve yönler karşılaştırmaları içinde birbirinden çok farklı alternatifler şansını kullanmaya çalışmakta ve üç büyük kıta arasında yer alan orta dünyadan diğer kıtalara doğru açılım yapıldığı zaman on civarında bölgenin damgasını taşımaktadır. Bu çerçevede Türkiye Cumhuriyeti, Akdeniz, Karadeniz, Ege, Hazar, Kafkasya, Asya, Avrupa, Müslüman, Türk, Balkan tasniflerine dayanan on ayrı bölgenin içinde yer almaktadır. Bu kadar çok bölge ile bağlantı kuran ve kendi kimliğinin yanı sıra diğer bölgelerin nüfus ve kültürleri ile harita yakınlığı içinde bulunan Türk devleti, çok kutuplu dünya sürecinin gelişim aşamasında tek yönlü bir tutum içinde bulunamayacağı için çok kutuplu bir dünya yapılanmasının yansımaları içinde, çok kutupluluk gibi aynı zamanda bir de çok yönlülük oluşumu ile de karşı karşıya bulunmaktadır. Çok kutuplu dünya oluşumu yaygınlık kazanırken, kutup merkezi ülkelerin çevresinde de çok yönlülük çıkmazı içinde bocalayan küçük ve orta boy devletler, konum değişiklikleri ile karşılaşmaktadırlar. Bu aşamadan sonra, yeni kutup merkezi ülkelerin diğer ülkeler üzerindeki çekişmeleri yönlendirmeye başlamalarıyla birlikte, küçük ve orta boy devletler yön rüzgarları karşısında yeni bir çekişme alanı olarak öne çıkmışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasında başlayan bu yeni dönemde çok kutupluluktan çok yönlülüğe geçiş aşaması yaşanmıştır. Değişik yönler arasına sıkışıp kalan ulus devletler ciddi bir yön kargaşası, yönsüzlük ve çok yönlülük gibi yön sorunları yaşayarak tehdit altında kalmıştır.

Dünya savaşları sonrasında yeni bir dünya düzeni kurulurken, her ülke gibi Türkiye devleti de ciddi bir yön sorunu yaşamıştır. Yirminci yüzyılda ortaya çıkan iki kutuplu dünyada yeryüzü doğu ve batı blokları gibi iki kutuplu bir yapılanmaya doğru yönelirken, Türkiye Cumhuriyeti yeni kurulan diğer devletler ile birlikte, bir Asya devleti olmasına rağmen Avrupa kıtasının yanında durarak hem batı hem de doğulu kimlikleriyle birlikte dünyanın tam orta bölgesinde, ikili bir yapılanmayla yeni yerini almıştır. Orta dünyanın tam ortalarında var olurken, doğu-batı çekişmesi içinde yer almış ve aynı zamanda kuzey ve güney bölgelerinde ortaya çıkan bölgesel çekim rüzgarlarına rağmen, gene de bu tür yeni bölgesel yapılanmalara karşı mesafeli davranarak ve orta dünyanın merkezi ülkesi olarak ve yön konusunda geleneksel tutumunu sürdürerek, birinci dünya savaşı sonrasındaki yeryüzü yapılanması içinde esas yönünü arayarak, ana hedefini belirlemeye çaba göstermiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkez devlet olarak varlığını sürdürürken, devletin çeşitli bölgelerinde yeni devletçikler kurulmaya başladığı aşamada, Balkanlar’da, Kafkaslar’da, Karadeniz ve Akdeniz havzalarında yirmi civarında küçük ve orta boy devlet kurulmuş, bunların bir kısmı Asya, diğer kısmı ise Avrupa kıtasında yer almıştır. Parçalanma ilk olarak Balkan yarımadasında başladığı için bu bölgede oluşan küçük devletçikler Avrupa kıtası toprakları üzerinde, Avrupalı devletler olarak kurulmuştur. Başkent İstanbul’un doğusunda ise kurulan yeni devletler Asya devletleri olarak tarih sahnesine çıkmışlardır. Türkiye Trakya bölgesiyle Avrupa kıtası üzerinde yer alırken, küçük Asya adı verilen Anadolu’nun Asya bölgesinde, Türkiye Cumhuriyeti orta boy bir ulus devlet olarak kurulmuştur. Osmanlı devletinin parçalanması üzerine Karadeniz ve Akdeniz havzalarında da ayrı devletler kurulurken, merkezi coğrafya bölünmeye yönlendirilmiştir. Bu doğrultuda dünyanın eski merkezi devletinin toprakları doğu-batı ve kuzey-güney yönleri gibi yeni küçük ve orta boy devletleri oluşturma projesi çerçevesinde, Balkanizasyon yapılanmasının örnekleri olarak dünya haritasının ortalarında yerlerini almışlardır.

Osmanlı devleti merkezdeki büyük devlet olarak orta dünyanın komşusu konumundaki alanları sınırları içine almış ve Kafkaslar ve Balkanlar arasında kalan merkezi bölgeyi devletin anavatanı olarak korumaya çalışmıştır. Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğunun Birinci dünya savaşları sırasında dağılarak parçalanması üzerine, Osmanlı toprakları doğu-batı ekseni doğrultusunda bölünürken ülkenin kuzey ve güney bölgelerinde de yeni küçük devletler kurulmuştur. Ülkede değişik din mensupları ayrı devletler halinde tarih sahnesine çıkmışlardır. Hristiyanlar Vatikan merkezli Avrupa kıtası ile bütünleşmeye çalışırken, Müslümanlar da kutsal toprakların yer aldığı İslam coğrafyasına yakın bir konumda kendi geleceklerini inşa etmeye yönelmişlerdir. Bu durumda ülkenin merkezi topraklarında esas vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadasının yarısı, Müslüman yarısı da yeni kurulacak küçük devletlerde yer alabilecek biçimde Hristiyan yapılanmalarına yönelmiştir. İşte bu aşamada dünya yeniden kurulurken merkezi alanda hem Avrupa-Asya hem de Hristiyan-Müslüman yapılanmaları ortaya çıkmıştır. Eskiden yön olarak topluca merkezi alanının var olan bütünlüğü savunulurken, yeni dönemdeki parçalanmalar yüzünden bütünlük ortadan kalkmış ve bunun sonucu olarak Doğu Anadolu Asya kıtasına, Batı Anadolu’da Avrupa kıtasına dönük bir yapılanma ile iki ayrı yöne doğru biçimlendirilerek, eskisi gibi tek bir hedef doğrultusunda devletin yönlendirilmesinden uzaklaşılmıştır. Osmanlı devleti kurulu bulunduğu yedi yüz yıllık dönem sürecinde Avrupa ve batıya modernleşme doğrultusunda, doğuya İslami düzenin korunması, kuzey ve güney bölgelerine ise devletin ve orta bölgenin güvenliği gibi birbirinden ayrı farklı ilkelere dayalı bir biçimde, egemenlik düzeni kurmaya çaba göstermiştir. Kozmopolit yapılanması nedeniyle Osmanlı devletinde Hristiyanlar ve aydınlar batıya doğru yönelirken, Müslümanlar İslam dünyasının yer aldığı Asya toprakları üzerinde yer almışlardır. İki dünya ve üç kıta arasında Türk devleti kurulurken gayrimüslimler ve aydınlar batı dünyasını, Müslümanlar ve Asya kökenli topluluklar da Asya kıtasına doğru yönlenmeye çalışıyorlardı. Böylesine bir bölünmeye sürüklenen Osmanlı devleti sonunda çökerek dağılınca, Türkler eski devletin ortalarında orta topraklarında devletsiz kalmışlardır.

Türkler, çöken imparatorluk düzeninin emperyalist saldırı ve işgallere karşı korunabilmesi için çağdaş uygarlık düzeni ile daha devlet kuruluşunun ilk aşamasında temasa geçmişlerdir. Yeni devletin batı uygarlığına yüzünü dönerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olmak istendiğini, devletin kurucu önderi Atatürk bizzat birçok toplantıda Avrupa kıtası ile yakınlaşma aracılığı ile çağdaş uygarlık düzeni ile bütünleşme hedefini ısrarlı bir biçimde dile getirmiştir. Ne var ki, Türk devletinin kuruluşuna giden yolda Anadolu’daki Kuvayı Milliye hareketi ile aynı zamanda Kafkasya’da yapılan Doğu Halkları Kongresi ‘ne katılarak yola çıkan genç Türk cumhuriyeti, bir Avrupa-Asya yakınlaşması içinde merkezi topraklarda kurulduğu için, Asya kıtasından gelen doğu birikimini koruyarak, Avrupa kıtası üzerinde gerçekleşmiş olan çağdaş uygarlık düzeni ile de yakınlaşma stratejisini bilinçli bir biçimde uygulama alanına getirerek yeni cumhuriyet devletinin doğu ve batı ya da Avrupa ve Asya kıtaları arasında çağdaş bir sentez düzeni üzerine kurulu olmasını sağlamıştır. Dünyanın her kıtasında veya bölgesinde ülkeler kendi bulundukları konuma göre jeopolitik dengelerini sağlarken, yön sorunu ana problem olarak ortaya çıkmış ve ilgili devletin komşuları ya da güç merkezleri ile oluşturduğu diyalog ortamına göre, kara parçaları üzerinde yaşayan insanların nasıl bir yönelme içinde hareket edecekleri, yeni oluşturulan jeopolitik merkez, yön ve stratejiler doğrultusunda belirlenebilecektir. Her devlet en üst düzeyde bir siyasal örgütlenme olarak hem kendi içinde ülkesi ve toplumu ile uyum içine girerek her türlü jeopolitik kışkırtma senaryolarına karşı ülkesel bütüncül yapılanmayı güvence altına almaya öncelik vermektedir. Kendi iç bütünlüğünü sağlam temeller atarak güvence altına alan devletler, daha sonra dışarıya açılarak sınır ötesi etkinliklerde bulunmakta ve bu aşamada uluslararası ilişkilere yönelerek, ülkede kurulu bulunan devlet düzeninin temel hukuk yapısına dayalı bir biçimde ileriye doğru yeni adımlar atabilmektedirler. Bu doğrultuda her devlet kendisinin merkezinde yer aldığı bir jeopolitik açılımı, uygun gördüğü bir yön çizgisinde gündeme getirerek, bütün dış politikasının aynı yolda yürütülmesini uluslararası alanda yeni bir politik açılım olarak öne çıkarabilir.

(Devam Edecek)

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.