150

“Doğduğun yer mi doyduğun yer mi?” diye garip ve ilkel bir soru vardır.

Oysa insan için asıl olan ister orada doğmuş isterse doğmamış olsun yaşadığı yeri mamur etmektir.

Şehirler, kasabalar, köyler… Her sabah aynı pencerenin ardından baktığınız ve arşınladığınız sokak, aynı seslere uyanan mahalle, bildik kokular, karşılaştığınız simalar, konuştuğunuz, hayatı paylaştığınız insanlar…

Bazen farkında olmadan, bazen de bile isteye o yerin bir parçası haline gelmek…

Yaşadığımız yer sadece bir adres değildir o noktada… Aidiyet duygusunun, anıların, hayallerin ve sorumlulukların harmanlandığı bir yuvadır.

Bu tabi “hayatı ve çevreyi nasıl daha yaşanılır kılarım?” diye soran, en basit ifadeyle sevdikleriyle birlikte paylaştıkları anların dekoru olması sebebiyle daha da kıymetlendiğinin bilincinde yaşadığı beldeye kök salmış insanlar için geçerli…

Yaşadığı yerin en özet ifadeyle kültürel, insanî ve hatta doğal varlığından, sosyal, sportif ve sanatsal etkinliklerinden habersiz hatta bunlara fazlasıyla uzak, kendini “muhafazakâr” olarak tanımlasa da beldeye ait her tür değeri satıp “kâr” etmeyi düşünen, “yaşamayı”, yapabildiği kadar mülk istiflemek zanneden, Ortadoğu patolojisi ile vatanseverliği dilden hayata geçiremeyen, iyileştirmek yerine iyi olduğunu düşündüğü yerlere kaçmayı planlayan insan modeli için değil…

Oysa vatansever olmayı bir yana bırakın çevresine duyarsız bir insan, köksüz bir ağaç misali… Ne rüzgâra direnebilir ne de meyve verebilir. Kök salmak; yaşadığın toprağı tanımak, ona emek vermek, onu eylemlerinle sevmekle başlar. İnsan emek vererek sevdiğine, sevgisiyle yüceltmek, özgür ve mutlu yaşatmak istediğine bile isteye zarar vermez. Sevgisini çiçeğe, ağaca, sokağa, insana, hatta en küçük ayrıntıya dokunuşuyla belli eder.

Bu yüzden yaşadığımız yeri güzelleştirmek, aslında kendimizi güzelleştirmektir.

Ne yazık ki çağın hızı ve tüketim telaşı, geçim ve barınma gibi ihtiyaçların halen çözülememiş olması, insanları "nerede olsa yaşarım, yeter ki temel ihtiyaçlarım karşılansın, kafam rahat ve huzurum olsun" noktasına itti/itiyor. Oysa gerçek hayat, sadece binalarda değil, o binalarda yaşayan insanlar arasındaki ilişkilerde, komşulukta, parkta oynayan çocukların sesinde, sabah pazara giden yaşlı teyzede, akşam gidilecek konser ya da maçta kısaca topluca paylaşılan anlarda gizli…

Yaşadığı yeri sevmeyen, onu benimsemeyen insan ondan ne alabilir ona ne katabilir? Dahası orada ne kadar mutlu olabilir?

"Vatan sevgisi", süslü ve büyük laflarla değil, sade ve küçük dokunuşlarla kaim. Mahallendeki bir sorunu çözmeye çalışmak, belki bir fidan dikmek, çevreyi temiz kılmak, şehrinin kuşaklar boyu gelişimini bilmek, komşuların ve çevrenle bir sosyal hayat rutinini paylaşmak... ve bütün bunları hayatın akışında doğal bir refleks olarak yapagelmek… Bunların hepsi birer bağlılık göstergesidir yaşadığınız beldeye ve toprağa... Bu, aynı zamanda o dilden düşmeyen birlik ve beraberliktir de…

Mamur kılmak, sadece fiziksel değil, kültürel ve ruhsal bir onarım... Hem insan hem de yaşadığı yer için…

Her birey yaşadığı yeri bir nebze olsun güzelleştirme gayreti içinde olsa, ülkeler de şehirler de insanlar gibi nefes alır. Evin önünü süpürme öyküsüyle eş değer anlamda… Şehirlerin kaderi, orada yaşayan insanların bakışında/eyleminde saklı... Güzeli gören, güzellik üretir. Değeri fark eden, onu korur ve geliştirir.

Kendini toprağına ait hisseden insan, onu daha da yaşanılır kılarak orada bir iz bırakır. Böylece orası senin şehrin, senin ülken, nihayetinde de insanıyla ve toprağıyla bayındır ettiğin/etmek istediğin vatanın olur.

Unutmamak gerekir ki yaşanılır şehirler, onları bayındır kılan insanlar sayesinde vardır ve her şehir, içinde yaşayanların ona saldıkları köklerle “yaşanılır yer” haline gelir.

Böyle bir ülkede mesela bırakın insanların evlerini, tarlalarını, hayvanlarını, birikimlerini, çocukluk anılarını, nine/dede yadigarı ağaçlarını, kış için sakladıklarını, umutla bekledikleri hasadı, geçmiş ve geleceklerini, dahası “köklerini” yakanları, çöpünü yanlış yere atanlar dahi gereken cevabı hem toplum hem devlet nezdinde alır.

Tıpkı ihmali olanlar gibi…

Gereken cevabı aldığı ve alacağını bildiği için de hem kötü zihniyettekiler böyle aşağılık hiçbir eyleme cesaret edemez, hem de yönetici konumundakiler öncesiyle sonrasıyla tedbiri elden bırakmaz.

Sair zamanlarda Türkiye’nin dört bir yanında yapılan çevre katliamları da uzun ve hazin bir hikâye…

Coğrafyanın kaderini tayin eden, üzerinde yaşayan insanların eylemleri ya da eylemsizlikleridir.

“Sahipsiz olan memleketin batması haktır. / Sen sahip olursan bu vatan batmayacaktır.” mısraları da çok şey anlatır.

Anlıyorsun değil mi?

Haftanın Notu:

Sadece son 10 günde yapay gündemin perdelediği bazı gerçekler:

  • Binlerce terörist salındı.
  • Farklı açıklamalar yapılsa da ülke yakıldı ve yakanlar hasıraltı edildi.
  • Yangına müdahalede aciziz.
  • Türkiye’nin küresel güçlere teslim edilmesi anlamına gelen maden ve özellikle iklim kanunu meclisten geçirildi.

Son bir not:

O metan gazı nereden geldi, kim(ler) saldı soruları bir yana, tedbirsizliklerin söndürdüğü ocakların hesabını birileri vermeli artık! İstihbarat nerede diyeceğim de aklıma balyoz, Ergenekon günleri, kozmik odaya girilmeler geliyor…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150