Rusya’nın en büyük yazarlarından birisi olan Dostoyevski, bugünlerde savaş ve barış süreçleri açısından son derece güncelleşen yeni bir konuma sahip olarak dünya kamuoyunda gündeme gelmektedir. Bir yanda yirminci yüzyılın bilimsel, kültürel ve sosyal birikimleri daha ileri bir uygarlık yaratabilmek için kullanılmaya çalışılırken, diğer yandan da insanlığın uzaya açılması aşamasının gündeme gelerek insanlığın dikkatinin hiç bilinmeyen gezegenlere doğru yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Tarih boyunca savaşlar ve barış girişimleri arasında sıkışıp kalmış insanlığın, bugün gene eskisi gibi tehlikeli bir dönemecin içine doğru sürüklenmeye doğru zorlandığı açıkça göze çarpmaktadır. Yaşam boyu savaşlar ve barış girişimleri arasında gidip gelen insanlık günümüzde devreye girmekte olan yepyeni koşulların yansımaları doğrultusunda farklı bir geleceğe doğru gelişmeye başlamıştır. İnsanlar yüzyıllarca bir yandan savaşlardan kurtulmaya ve çatışmaları önlemeye çalışırken, diğer yandan da dünya gezegeni üzerinde barışa giden yolu öne çıkararak, sürekli kalıcı ve geleceğe dönük kurumlaşmış yeni bir kalıcı yaşam düzeni peşinde koşmaya başlamıştır. Böylesine büyük bir mücadelenin tarih öncesi dönemlerden başlayarak bugünlere kadar gelmesi ve geleceğin dünyasında insanlık için daha gelişmiş ve güvenli bir kamu düzeni gerçekleştirmesi beklenmektedir. Yeryüzünün değişik kıtalarında yaşamlarını sürdürmekte olan insan toplumlarının sahip oldukları bilgi birikimi ve jeopolitik konumlarının gerekli kıldığı doğrultuda, birbirlerinden çok farklı  geleceğin uygarlıklarına yönelmeleri artık kaçınılmaz bir biçimde  ortaya çıkmaktadır. Gelinen yeni aşamada artık koşulların belirginleşmesiyle birlikte inkâr edilemeyecek ya da karşı durulamayacak durumlar var olan koşulların dayatması olarak insanların yol haritalarını belirleyici olmaktadır.

Savaş çatışma ve kavga demektir, barış ise bu durumun tamamen aksi yönde tarafların bir araya gelerek antlaşmaları anlamına gelmektedir. Toplumlar ya da grupların sahip oldukları yaşam süreci içinde karşı karşıya gelmeleriyle çekişme ya da çatışmalar ön plana gelebilir ya da bunların önlenmesi doğrultusunda gösterilen çabaların sonucu olarak karşılıklı tarafların uzlaşma ya da antlaşma yapmaya doğru hareket etmeleri söz konusu olabilir. Yeni bir düzeninin ortaya çıkmasıyla birlikte eskisinden farklı bir yaşam düzeni, görüşmeler sonucunda uzlaşma sağlanan ilke ve kurallar üzerinden bir barış düzeni düzen zaman içinde oluşturularak, barış girişimlerinin getirdiği yeni koşullar üzerinden gündeme getirilebilmektedir. Birbiriyle karşıt çizgide var olan savaş ve barış oluşumlarının birisinin öne geçmesi ya da birbirlerini yok edecek bir düzeyde öne geçmeleriyle birlikte, bu iki kardeş ve düşman kavramlardan birisi öne geçerek kendi yaşam düzenini ortaya çıkarabilmektedir. İnsanlık tarihine geri dönüp bakıldığı zaman, birçok bilim ve siyaset adamlarıyla birlikte filozofların da savaşlara karşı çıkan ve bu doğrultuda görüşleriyle yeryüzü kıtalarında her yönü ile geçerli olabilecek çizgide, kalıcı barışçıl düzenler oluşturulabilmektedir. Orta çağ sonrasında beş yüz yıllık zaman dilimi içinde insanoğlu geleceğin barış düzenini yakalamaya çalışırken, aslında Orta çağın dağınık düzensizliği içinde kaybolup giden barış ortamını, yani aslında gerekli olan bir kayıp barış düzenini oluşturmaya çaba göstermiştir. Özellikle dünya barışının en büyük karşıtı olan Rusya Federasyonu’nun eskisi gibi emperyalist çizgide harekete geçmesiyle birlikte, dünya yeniden kalıcı barış oluşturma girişimlerine sahne olmuştur. Yeni dünya düzeninde büyük devletler bulundukları bölgelerin ana merkezi gücü olmaya çalışırken, komşularını tehdit ederek bölgesel yeniden yayılma arayışları içine doğru girebilmektedirler. Ruslar sınır komşularını her zaman işgal ettikleri gibi aynı zamanda bölgede var olan diğer küçük devletleri de sınırları içine katmak üzere harekete geçtiklerinde emperyalist bir yığılma gibi, bölge barışını tehdit eden saldırılara kalkışabilmektedirler. Her türlü işgal ya da yayılma aynı zamanda komşu ülkeler için bir saldırı anlamına geldiği için, bütün dünya devletleri tarih biliminin bu tür kurallarına dikkat ederek  uluslararası politikalarını uygulamaya koymak durumundadırlar.

Her barış hareketi savaşları ortadan kaldırdığı gibi her savaş girişimi de barış düzenlerini geride bırakmaktadır. Bu iki kavram arasındaki karşıtlık, çekişme ve birbirini yok etme yarışı bir anlamda insanlık tarihinin inişli ve çıkışlı geçmişini açıkça gözler önüne sermektedir. Birbiri ardı sıra gündeme gelen savaşlar ya da barış girişimleri belirli bir düzene oturtulamadığı zaman savaşma aşamasına gelmiş olan ve çarpışmak üzere karşı karşıya çıkmış olan tarafların, son bir çabaya girişerek istemedikleri sonuç için uzlaşma ortamlarını ortadan kaldırabildiklerini tarihin birçok dönemecinde görmek mümkündür. Yeryüzü topluluklarına bakıldığı zaman çok zayıf ya da çok güçlü toplulukların birbirlerinden ayrı bir düzen içinde yaşadıkları açıklık kazanmaktadır. Savaşların ortaya çıkışı kesinlik kazandığı zaman insan toplumlarının birbirleriyle çatışma ortamına sürüklendikleri durumlar, birbiri ardı sıra gündeme gelerek siyasal gündemi belirleyebilmektedir. Bu gibi özelliklerin birbirini tetiklediği çatışmalarda büyük ve güçlü devletler ya da toplumlar şanslı bir konuma gelerek, savaşları bitirecek derecede etkili bir barış antlaşmasından kendi çıkarlarını güvence altına alacak bir çizgide sonuçlar elde etmeye çalışmaktadırlar. Uzun süren savaşların karşılıklı tarafları fazlasıyla yorgun düşürmesi gibi durumların ortaya çıktığı aşamalarda ise, yorulan tarafların ateş kesilmesi için tutum takındıkları tavırlar öne çıkabilmektedir. Nüfusu kalabalık toplumlar ile, devletleri maddi açıdan çok güçlü konumda olan ülkelerin rekabet yarışı içinde kolaylıkla öne çıkarak, savaşların kazanılması yolunda emin adımlarla yollarına devam ettikleri görülebilmektedir. Büyük imparatorlukların kurulma sürecinde ya da devletlerarası çekişmelerde en güçlü ve kalabalık ülkelerin adaylıklarını öne sürerek güçlü bir tavır ortaya koymalarıyla birlikte, var olan savaşlar hiç savaşmadan kazanılmaktadır. Her devletin kendi ülkesi içinde ve kendi sınırlarına yakın olan topraklarda genel güvenliği açısından önlemler almaya başladığı aşamada, devletler ülke savunma çizgisinden öte bir komşu alan üzerinde direniş göstererek, devletin ülkesi ve milletiyle birlikte topyekûn bir savunmaya yönelmesi gibi bir karşı çıkış ortaya koyabilmektedir. Her türlü saldırı ve tehlikeye karşı koruyucu ve önleyici önlem alması gereken devletler, ancak bu biçimdeki hareketler ile kendisini güvence altına alabilmektedir.

Milattan önceki dönemlerden başlayarak bugüne kadar süren siyasal tarih içerisinde tüm devletler gibi Türk devletleri de hedef olmuş ve uzun süren mücadeleler verilerek bağımsızlık statülerini elde etmişlerdir. Asya-Avrupa ve Afrika gibi üç kıtanın tam ortasında yer almış olan Türkiye Cumhuriyeti, merkezi alanlarda devlet olma hakkını elde edene kadar savaşlar devam etmiş ve bu sürecin her dönemde ortaya çıkardığı devlet modelleri aracılığı ile dünyanın orta bölgelerindeki Türk devletleri belirli bir süreklilik içinde mücadeleler vererek merkezi bir otorite olma hakkını sonunda kazanmıştır. Orta Asya’dan yola çıkan Türk kavimleri at üstünde yürüyüşlerine devam ederek, Asya kıtasının her bölgesinde bir Türk devleti kurabilmiş ve belirli dönemlerde hem Avrupa’da hem de Afrika kıtasında devletler oluşturarak dünya tarihinin biçimlenmesinde öncü güçler olarak, her zaman için bir siyasal güç merkezi olma şansını elde etmişlerdir. Hun imparatorluğu döneminde Atlantik okyanusundan Büyük Okyanus’a kadar üç kıtayı bütünleştiren bir büyük hegemonya alanında dünyanın en büyük siyasal gücü konumuna erişen Türk devletleri, bugün de devam etmekte ve her üç kıta üzerinde değişen dünya koşulları doğrultusunda yeni devlet yapılanmaları sayesinde Türkler varlıklarını siyasal bir bağımsızlık düzeni içinde geleceğe dönük olarak sürdürmektedirler. Dünyanın geçmişinde her dönemin devlet yapılanmaları içinde Türk boylarının ya da kavimlerinin öncü rolleri devam etmiştir. Her türlü saldırı ve tehditlerin karşısına çıkan Türkler devletleşme sürecinde etkin olurken, dünya haritası üzerinde her dönemin koşullarına uygun olarak kurulmuş olan Türk devletlerinin yeni ortaya çıkan siyasal güç merkezlerinin hedefi haline getirildikleri ve bu nedenle de Türk egemenliğini ortadan kaldırma doğrultusunda saldırı savaşları aracılığı ile sonuç elde etmeye çalışmışlardır. Tarihin her döneminde ortaya çıkan siyasal yönelişler çizgisinde  tarih açısından belirleyici oluşumlar, belirli bir sıra ve devamlılık tamamlanması  ile yaşanan olayların birbiri ardı sıra tarih içindeki yerinin kesinlik kazanmasına yardımcı olmuştur. Her dönemin tarihsel aktörü olan Türkler genel hareketlilikleri aracılığı ile dünya tarihinin önde gelen belirleyicisi olmuşlardır.

Tarihsel sürecin devam ettiği bugünkü dönemde gene merkezi Türk egemenliği teorisinin günümüzdeki geçerliliğini, var olan Türk devletleri geçmişten gelen geleneksel çizgide devam ettirmektedir. Bu yüzden de başta Türkiye Cumhuriyeti olmak üzere bütün Türk devletleri her türlü emperyalist saldırıların hedefi konumuna gelmektedirler. Dünyanın merkezi alanı olan Orta Doğu bölgesinde son aylarda başlatılmış olan Siyonist hegemonya arayışı, Atlantik emperyalizminin çabaları ile bölgesel bir din savaşını gündeme getirecek düzeyde, bir üçüncü dünya savaşına hazırlık gibi görünmektedir. Üç bin yıl önce bugünkü Filistin toprakları üzerinde kurulmuş olan bir din devletinin günümüz koşullarında yeniden dünyanın merkezini bir dinsel yapılanmaya dönüştürecek biçimde gündeme gelen saldırı ve işgal hareketleri, bugünkü dünyayı fazlasıyla uğraştırmaktadır. Üç aylık bir savaş süreci sonrasında yüz bin kişilik insanın kaybedilmesine giden yolu açmıştır. Böylesine bir saldırı aracılığı ile Siyonist bir dünya devleti  kurma gibi yeni siyasal düzen oluşturma çabaları da açıkça merkezi coğrafya bölgesinde geçmişten gelen barış düzenini yıkarak, belirli merkezlerin hedef olarak çıkartılması için çok yoğun çaba gösterdiği küresel bir kaos düzeni yapılanmasını, dünya siyasal gündeminin bir numaralı senaryosu olarak, yeni dünya düzeninin Siyonist çizgide kurulabilmesi açısından siyasal gündemin önünü açmaya doğru bir siyasal yönelişin gündeme gelmesini sağlamıştır. Atlantik bölgesinden gelerek ve on bin kilometre öteden Türkiye’nin merkezinde yer aldığı orta dünya bölgesine girerek yapılan askeri kuşatma hareketi, her yönü ile üç kıtanın ortasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti ve komşularını açıkça üçüncü dünya savaşı çıkartılması ile tehdit etmektedir .Bu tür bir toplu saldırının merkezi alana yönelik ortaya çıkartılmasıyla da, Türk devletinin Akdeniz kıyılarında başlatılmış olan yoğun askeri saldırı, Türkiye ve komşularını yok ederek, harita üzerinden bu arazide var olan devletleri ve onların bugünkü nüfusu konumundaki halk kitlelerini denize doğru süpürme hedefine sahip oldukları göze çarpmaktadır. Son zamanlarda Orta Doğu’da başlatılmış olan Siyonist saldırı savaşının asıl hedefinin, Osmanlı hinterlandının merkezi ülkesi Türkiye Cumhuriyeti olduğu ve bu doğrultuda Atlantikçilerin harekete geçerek bir büyük bölge hegemonyası aradıkları açıktır.

.....

Yazının devamı için tıklayınız

.....

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.