Türkler, millet olma bilincini yaşayan ilk milletlerden birisidir.

Bir zamanlar aleme nizam veren, hükmettikleri toprakları sömürmeyerek medreselerle ilim, sanat, hak-hukuk öğreten, mimari eserlerle hizmet götüren Türkler, Atatürk’ün Kurtuluş Savaşı ile yok olmanın, tarihini ve coğrafyasını kaybetmenin kıyısından döndü. Atatürk’ten sonra iyi yönetilemeyen ülkemizde, Türkün asaletini, Türkün muhteşem tarihini hatırlayarak, anlatarak avunur olduk. Şairimiz Arif Nihat Asya, “Yabanlar kıskanır diye destan da yazmayalım mı?” derken “Türklük gururunu” anlatmakla birlikte “Hadi artık, uyuyan destanını uyandır” demekle de “ne oldu bize, biz bu hallere düşecek millet miydik?” demek istediğini de belirtmiş olayım.

Yazıma, neden böyle giriş yaptığımı soracak olursanız, milli ve manevi değerlerimiz konusunda duyarlılığımızın zayıflamakta olduğunu vurgulamak istedim. Terör olayları, orman yangınları, kadına şiddet, tacizler ve tecavüzler, basit sebepli (alacak-verecek, trafik, yan baktın...gibi) cinayetler, sahte (katkı maddeli) ürün, hormonlu gıda, dolandırıcılık...vs. İlk aklıma gelenler odu. Ahlak, vicdan, anlayış, hoşgörü, sevgi, saygı, sahiplenme, yardım... vs. gibi insani değerlerimizle ilgili hassasiyetlerimizin kaybolmakta olduğunu düşünmeye başladık. Bu değerlere sahip olan kişilere, “ne iyi insan” denilmesinin yanlış olduğunu, dememize gerek olmadığını kavrayamadık. Çünkü, “insan” olarak yaradılışımızın sırrı olan bu erdemlere sahip olmanın şart (zorunlu) olduğunu anlayamadık.

Yıllardır siyasi çekişmelerden ve -özellikle- inanç istismarından, din ve duygu sömürüsünden rahatsız olduk. Yaşadıklarımıza şaşırarak ve “ah, vah, keşke...!” diyerek iyi niyetimizden pişmanlık duyduk. Siyaset anlayışımızı, FETÖ olayını, sahte şeyhlerin maddi menfaat ve mevki uğruna uydurmalarını sorgulamamız gerekmektedir. Nitekim, “sapık bir sahte şeyhin, küçük bir kıza tacizi” ile gündeme gelen vahim olayla, “inanmak” ve “güvenmek” konularında tereddütler yaşadık. Samimi, dürüst insanlara bile kuşkuyla bakar hale getirildik.

Dolayısıyla, sözlerimin anlaşılması için, yaşadığımız olaylara, kıssadan hisselerle gönderme (yorum) yaparak sitem etme hakkımı kullanmak istiyorum. İbadetin, Allah ile kul arasında olması gerektiğini belirterek din, iman, inanç konularında samimi ve dürüst olan, gerçekten inanan ve iyi niyetli olan Müslümanları istisna tuttuğumu, olumsuz düşüncelerin muhatabı olmadıklarını, doğumumuzdan ölümümüze kadar din görevlisi hocalara ihtiyacımız olduğunu özellikle belirtmek istiyorum.

KISSADAN HİSSELER VE YORUM

Sakallı, sarıklı bir adam bankada gişede işlem yaptırırken bayan memurun sol eliyle çay içtiğini görmüş. "kızım sol elinle içme, günahtır" demiş. Bayan memur da, "sağ elimle size vereceğim faizi hesaplıyorum bey amca" demiş.

YORUM: Söylediklerinizde samimi değilseniz kendinizi kimseye inandıramazsınız ve kimliğinizi (kişiliğinizi) kabul ettiremezsiniz Mal-mülk, mevki değil, sözler ve davranışlar saygınlık kazandırır.

***
Keramet sahibi olduğunu iddia eden sahte bir şıh (şeyh) kılıklı birisi, bir köye misafir olmuş. Köylüler, bir evde, "ne keramet gösterecek" diye etrafında toplanmışlar. Şıh arada bir irkilip "hoşt, hoşt" diyormuş. Köylüler, "bu nedir"
diye sormuşlar. Şıh, "bir köpek, Kâbe’nin duvarına işemeye niyetleniyor, hoşt diye kovalıyorum" demiş. Köylülerin hayranlığı bir iken bin olmuş. Olanları, kapının önünde izleyen evin hanımı, sofraya, herkese üstünde tavuk eti olan pilav getirmiş. Şıh’ın tabağındaki pilavda et görünmüyormuş. Neden olmadığını sormuş. Kadın da pilavın altına koyduğu etli tabağı ters çevirip göstermiş. Elindeki kepçeyi şıhın kafasına indirerek " önündeki tabağında olan ETi göremedin de, Kâbe duvarının dibindeki İTi mi gördün, sahtekar" demiş.

YORUM: Atatürk’ün, "kudretsiz dimağlar, zayıf gözler hakikati kolay göremezler" dediği gibi gerçekleri görmemek acizliktir. Sefa ile cefayı anlamayanlara, akla karayı ayırt edemeyenlere Allah akıl, fikir versin diye dua edeyim de gerisini siz anlayın artık...

***
Kıssadan hisse bu ya, Hz. Süleyman zamanında bir kuş, kanadını bir dervişin
kırdığı şikâyetiyle Hz. Süleyman’a gelmiş. Hz. Süleyman da o kuşun şikâyetçi olduğu dervişi huzuruna getirtip “kuşun kanadını neden kırdığını” sormuş.

Derviş de, “kuşu avlamak istediğini, yanına kadar gittiği halde kaçmadığını, teslim olacağını düşünerek üzerine atladığını, yakalayacağı sırada kaçmaya çalıştığını, o esnada kanadını incittiğini, ona kaçması için fırsat verdiğini, fakat kuşun, yakalanmayı istercesine beklediğini” söylemiş. Hz. Süleyman kuşa, “dervişin haklı olduğunu, sinsice yaklaşmadığını, kaçma şansı varken bu imkanı neden kullanmadığını, dolayısıyla, kolunun kanadının kırılmasından şikayet etme hakkının olmadığını” söylemiş.

Bunun üzerine kuş da, “onu derviş kıyafetinde gördüğü için kaçmadığını, avcı olsaydı hemen kaçacağını, dervişten kendisine zarar gelmeyeceğini düşündüğü için beklediğini” belirtmiş.

Hz. Süleyman, kendisini savunan bu kuşun sözlerini beğenmiş ve kuşu haklı bulmuş. Kısasın yerine getirilmesi için dervişin kolunun kırılmasını emretmiş. Kuş, böyle yapmasını istememiş. “Kolu kırılırsa iyileştiği zaman yine aynı şeyi yapmak ister”, demiş.

Hz. Süleyman, ne yapması gerektiğini sormuş. Kuş da, bu kişinin kendisi gibi kuşları kandırmaması için derviş kıyafetinin üzerinden alınmasını istemiş.

YORUM; “Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol” anlayışında olmalıyız, dış görünüşe aldanmamalıyız. Antika (kıymetli) diye SAHTE cübbeli, sarıklı, sakallı tablolara (şahıslara) inanmamak gerekir. Aklını yüreğinin, vicdanının yanında taşıyanlar pişman olmazlar

Duygularınızla ve düşüncelerinizle mutlu olun, gelecekten umutlu olun...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.