"Liderlik, halkı ayrıştırmak değil, kaynaştırmak ve bir arada tutmayı başarmaktır."

M. Kemal ATATÜRK

Medyada seferberlik var. Son yıllarda bir Osmanlıcılık rüzgarı estirilmek isteniyor. Osmanlıcılık, İttihat ve Terakki’nin ideolojisiydi. Hıristiyan veya Müslüman, bütün tebaanın eşit haklara ve yükümlülüklere sahip olmasını istiyorlardı. Bu yüzden bilhassa Ermenilerle ve onların terörist örgütü Taşnaklarla yakınlık kurmuşlardı. Hanedan damatları ve torunları ademimerkeziyet fikrini savunuyordu ve etraflarına her türlü Müslüman ya da gayrimüslim ayrılıkçı unsurları toplamışlardı. Bütün bu yıkıcı unsurlar, meşrutiyetin yeniden ilanını, ayrılık tohumlarını olabildiğince geniş sahalara yayabilmek için ele geçmiş yeni bir imkan olarak görmüşler ve ayrılıkçı partiler kurarak Devlet-i Âliye’nin altını daha sistematik biçimde oymaya başlamışlardı. Yıllarca dillerinden düşürmedikleri Osmanlıcılık ideolojisinin devlete büyük zararlar verdiğini gören İttihatçılar, Anadolu’da ve Rusya egemenliği altındaki topraklarda Türkçülük; Arap ağırlıklı olan topraklarda ve İngiliz işgali altındaki İslam topraklarında hilafet ve İslamcılık politikasını yürütmeye çalışıyorlardı.

Günümüzde de, o dönemde yaşanan toplumsal kargaşa hakkında esaslı bir bilgisi olmayan ve o dönemin özgün şartlarından habersiz olan bir takım insanlar, Osmanlıcılık politikası yürütmek istiyorlar ve Osmanlı mirası sözünü abartılı bir dille besliyorlar. Tarihi gerçekleri değil de söz konusu ideolojiyi esas alan iktidar, devlet televizyonlarında diziler yaparak gerçeklerle örtüşmeyen bir takım düzmece yorumlarla ideoloji örmeye çalışıyor.

Öbür yanda, anti-Osmanlıcı bir damar daha var. Onlar da ideolojik temelli söylemlerle Osmanlı tarihini Avrupa tarihine benzetmeye çalışarak adeta ağız dolusu kötüleme yoluna gidiyor. Kamuoyunda tartışmalar, bu iki kutup arasında tırmanıyor. Birine göre Abdülhamit dendiğinde “Kızıl Sultan”, diğerine göre ise “Ulu Hakan” anlaşılıyor.

Bu satırların yazarı, Kızıl Sultan ve Ulu Hakan söylemlerini son derece yersiz ve hatta gerçeklerin kavranması açısından zararlı bulur. Görüş ayrılıklarını derinleştiren her türlü yaklaşımın ve yersiz sözlerin her zaman karşısında olmuştur. Derinleşme yönünde teşvik gören söz konusu tartışmaların önünü alabilmek için tarihimizin ortaya koyduğu doğrulara sadakat göstermek gerekir.

Bu düşünce ile bu makalemizde tarihimize ışık tutması bakımından çok önemli bir soru üzerinde duracağız ve genellikle yaptığımız gibi, olayların içinde yaşamış değerli şahsiyetleri konuşturacağız. Sözünü ettiğimiz soru şöyledir:

OSMANLI TOPRAKLARININ SAHİP OLDUĞU BÜYÜK İMKANLARDAN ANADOLU TÜRKLÜĞÜ’NÜN ELİNDE NE KALMIŞTIR?

Cevap için Ord. Prof. Ali Fuat Başgil’i konuşturacağız. Çünkü sorumuzun cevabı, büyük ölçüde Ali Fuat Başgil’in hatıralarında çarpıcı bir dille açıklanmaktadır.

Başgil, 1. Dünya Savaşı sırasında Erzincan Cephesi’nde görevlidir. Birliğinde Rus saldırısı beklerken, ağır bir hastalığa yakalanır. Arkadaşları onu sırtlarında taşıyarak cepheden Erzincan hastanesine götürürler. Kendisi, hikayenin gerisini şöyle anlatır:

“Beni yatırıp sımsıkı örttüler. Dört nefer omuzladı. Ali Çavuş, Aslan Mehmetçikler, el değiştire değiştire karlı tepeleri indiler. Beni revire getirdiler. Revir, üç katlı, metruk ve harap bir binanın üst katında idi. Baba Ali Çavuş beni sırtladı. Yukarı çıktık. Genişçe bir oda. İçeride, birliklerine iltihak için ayak sürüyen nekahetli beş altı subay. İddialı, gürültülü, dört kol iskambil oynuyor. Duvar gibi bir yere portatifi açtık. Mevlut, ben geliyorum, dedi; kayboldu. Epeyce sonra geldi ve;

Beyim, buranın havası bana sarmadı. Karşıda boş bir oda daha var. Sobasını yaktım, gel seni oraya götüreyim, dedi.

Odada bizden başka kimse yok. Mevlut odun, tahta parçası, eline ne geçtiyse taşımış. Sobayı kızarıncaya kadar yakmış. Bütün gece iliklerime kadar kızındım. Ertesi sabah iki doktor geldi. Biri Musevi bir yedek subay, önce o baktı ve hiç tereddütsüz:

İnkişaf halinde tipik bir zatürre, dedi.

Bunu duyunca gözlerim yaşardı. Tifo, tifüs gibi iki ölümcül hastalıktan sonra, bu üçüncüsü. Bugünkü antibiyotiklerin bilinmediği o devirde, zatürre ölüm hastalıklarından idi.

Doktorlar beni teselliye çalıştılar. Terler kurtulursun, dediler. Öyle oldu.

On iki gün sonra kendime geldim. Odamda gezinmeye, pencere kenarında oturup dışarıyı seyretmeye başladım. Pencerenin önü kolordu hayvanlarının yüklenip boşaltıldığı genişçe bir meydan idi. Bir sürü kadın, havadan fırsat bulunca o meydana geliyor ve bir şeyler topluyordu. Ne topladıklarını göremiyor, merak ediyordum. Dışarı çıkmaya başlayınca ilk işim, bunu öğrenmek oldu. Ne göreyim? Topladıkları, hayvan gübrelerindeki erimemiş yem daneleri değil mi? Kadınlardan birine sordum:

Tavuklara mı topluyorsunuz?

Tavuk mu kaldı ey oğulOnları öğütüp çorba, ekmek yapıyoruz.

Nasıl bir sefalet ve felaket içinde bulunduğumuzu bir defa daha anladım.

İŞTE, BU MEMLEKETİN EVLATLARI, CEPHELERDE TAŞLI BULGUR, SUYA PEKSİMET YERKEN, GERİLERDEKİ ANALARI DA HAYVAN TERSİNDEN YEM DANELERİ TOPLAYIP YEDİLER. VE BUGÜNKÜ TÜRKİYE BÖYLE BİR MİLLİ FEDAKARLIK VE MAHRUMİYET ÜZERİNE KURULDU.” (*)

Gerçek bu olduğuna göre, Kızıl Sultan veya Ulu Hakan tartışmaların yer yoktur. Ortada Osmanlı’dan miras kalan Anadolu coğrafyasından başka bir miras da yoktur. Yanmış, yıkılmış bir coğrafya üzerinde kurulmuş Cumhuriyet’te yaşamaktayız!

Ne var ki, bizim kuşağımıza gelinceye kadar büyüklerimiz her türlü cefayı çekmiş ve bizim kuşağımıza başlangıç şartlarına göre güllük gülistanlık bir ülke bırakmıştır. Şimdiki nesiller ise tarih şuuruna sahip olmadıkları için Cumhuriyet Türkiye’sinin kurucu iradesinin yaptığı olağanüstü fedakarlığı takdir edemiyor. Türkiye’yi zayıf düşürmek isteyen dış mihrakların değirmenine su taşıyor. Bu çevreler topluma Osmanlı özlemi aşılamaya çalışıyor. Oysa Türkiye’nin düşmanları da etnik yığınlar topluluğu şeklinde bir sosyal ortamın teşvikçisi olarak, ülkemizi yeniden Hasta Adam yapmak istiyor. En büyük tehdit dış güçler değil, onların işbirlikçiliğini yaparak birlik ve beraberliğimizin altını oyan iç güçlerdir.

1923’ün ekonomik ve sosyal şartları için şu hususları da eklemek isterim:

Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımı 1927 yılında yapıldı ve nüfus 13,6 milyon olarak tespit edildi. Buradan hareketle 1923’de nüfusun 13 milyon olduğu tahmin ediliyor. Ne var ki, nüfus bünyesi hiç de sağlıklı değildi. Verimli çağda insan nüfusu azdı. Nüfus yaşlı ve çocuklardan meydana geliyordu. Ayrıca üretken nüfus içindeki kadına göre erkek eksiği yüzde 18 dolayındaydı. Yani her 100 kadına 82 erkek düşüyordu. Bunun nedeni on yıldan beri cepheden cepheye koşturulan gençlerin 2 milyonunun cephelerde şehit olması idi. Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün adlı eserinde, 1914 ile 1921 arasında Doğu Anadolu’da 1.190.000 ve Batı Anadolu’da 1.250.000 olmak üzere bilançoyu 2 milyon 440 bin olarak veriyor. Söz konusu tabloda Balkan Savaşları’nda şehit olan Müslümanların  sayısı da 1.450.000 olarak veriliyor (**). Üstelik üreken insan varlığımızın büyük kısmı Galiçya’da, Yemen’de, Sina’da, Basra’da şehit oldular. Yetersiz silahlarla düşman karşısında çatışmaktan, Alman menfaatlerine göre yapılan savaş planlamalarından, ilaç yokluğundan, hekim yokluğundan, soğuktan, açlıktan ve ölümcül salgın hastalıklardan dolayı olağanüstü kayıplarımız vardı. Sadece 1910 ilâ 1922 arasında 523 bin 955 Türk Ermeni çeteleri tarafından katledildi.

Diğer yandan savaşlardan sağ dönenlerin de sağlıkları bozuktu. Yıllarca süren olağanüstü zorluklar enerjilerini tüketmişti. Dönenlerin önemli bir kısmının çeşitli derecelerde sakat olduklarını da sözlerimize eklemek gerekir.

Üstelik erkek nüfusun bir kısmı savaş bittiği halde silah altında tutuluyordu. Bu tablo, Onuncu Yıl Marşı‘ndaki “On yılda on beş milyon genç yarattık her yaştan” sözünün anlamını gayet açık ortaya koyar.  Nüfusun yarısı Hıristiyan veya Arap olduğu halde söz konusu şehitlerin neredeyse hepsi Müslüman Türkler'dendi. Üstelik sıtma ve verem hastalığı da çok yaygındı. Tahminlere göre, nüfusun yüzde 14’ü sıtmalı, yüzde 9’u frengili idi. Dahası, 7 yaşından büyük nüfusun ancak yüzde 8’i okuryazardı. Kadınlar söz konusu olduğunda oran yüzde 4’ü geçmiyordu. İstatistikler, okula kayıtlı öğrenci sayısının yüzde 2,5 dolayında idi ki bunların da büyük kısmı Kur’an Kursu’na devam eden sıbyan mektebi öğrencileri idi. Orta ve yüksek öğrenimdeki öğrenci sayısı ise toplam nüfusun on binde 8’i kadardı. Üstelik söz konusu okulların çoğu ciddi eğitim vermekten uzaktı. Ülke topraklarını terk eden Hıristiyanlar mesleklerini de beraber götürmüşlerdi. Becerisi olan insan sayısı da çok azdı (***).

Ülke tarım ülkesiydi ama tarım çok ilkel durumdaydı. Tarlalar hala Hititler devrinde kullanılan tarım aletleriyle sürülüyordu. Yük hayvanları da çok azalmıştı. Hayatta kalmak için olağanüstü çaba gerekiyordu. Tarımsal üretim acınacak bir düzeye gerilemişti.

Cumhuriyet Türkiye’sinin başlangıç şartları işte bunlardı. 2000’li yıllara bu noktadan yola çıkarak geldik.


   (*) Al Fuat Başgil’in Hatıraları, Boğaziçi Yayınları, 1990, sayfa 33-35

  (**) Justin McCarthy, Ölüm ve Sürgün, İnkılap Yayınları, sayfa 374’deki tablo

(***) Oktay Yenal, Cumhuriyet’in İktisat Tarihi, Türkiye İş Bankası Yayınları

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.