İslam'ın insanı ve içtimaî düzlemde geliştirdiği ilişki ağı:
İletişimsel eylemi en üst boyutta vurgular. Bunun en somut misali şu ayettir: "Allah'a kulluk edin, ona hiçbir şeyi ortak koşmayın, ana babaya, akrabaya, öksüzlere, yoksullara, yakın komşuya, uzak komşuya, yanınızdaki arkadaşa, yolcuya, ellerinizin altında bulunanlara iyilik edin. Allah şişinen ve böbürlenen insanları sevmez." (Nisa 4: 36) Allah; ana-babaya, yoksullara, yetimlere, miskinlere iyilik etmeyi/güzel davranmayı, yani hem gereğini yapmayı hem de bunu güzel yapmayı emretmektedir. İçtimai düzenin oluşum biçimi yakından uzağa doğru, en fazla muhtaç olandan daha az muhtaç olana kadar sıkı bir sosyal bağ kurmayı gerektiren kesitleri içermektedir. Küçük daireden büyük daireye doğru dayanışma ve iletişim noktasında bağ kurma emri, toplumsal sorumluluğu ifade etme açısından çarpıcıdır. Yakın akrabanın nesep, komşu ve Müslüman olma hakkı nedeniyle öncelenmesi beşeri durumu açıklamak açısından dikkat çekicidir.[1]
EbuBekir Sifil, Kur’an-ı Kerim ve Sahih Hadislerde olmadığı halde İmam-ı Azam Ebû Hanife Hariç Mezhep İmamlarına yahut ekollerine ithaf ettiği Namaz Konusundaki mevzu hadislerden kaynaklanan Fetvalara Dayanarak Namaz Kılmayanlar hakkındaki yorumu aktarması tarihin fıkıh müzesine kaldırılmış görüşleri günümüze hiçbir eleştirel ve sistematik düşünceye tabii tutmadan aktarmacılık yapmaktadır. Kendisi de içtihat kapısının kapalı olmadığını söylemesine rağmen bu noktada İçtihat kapısını kapalı gibi varsayarak yüzlerce yıl önceki hatalı fetvalar üzerinden açıklama yapabilmektedir. Böyle durumlarda genellikle yeryüzünde insanların Barış dini İslâm’a davet edilmesi zorlaşacaktır. Sadece insanlar doğduğu toplumda kendisine sunulan sanal dini kabul etmek zorunda kalacak yahut deist olma tercihi ile yüz yüze bırakılacaktır.
Allah’la kul arasında olan topluma herhangi bir zararı bulunmayan namaz (bilinen şekilde) gibi bir ibadetin ihmalinde yahut terkinde bile o dinin kitabı olan Kur’an’a aykırı mevzu (uydurma) hadise dayanarak ölüm cezası olduğunun söylenmesi halinde insanları dine davet etmek mümkün değildir. Bu durum kişilerin İslâm ile hidayetini değil ancak Siyaset-Devlet-Şeriat birlikteliği şeklinde toplumları kontrol etme ve baskı aracı olarak yanlış bir din algısını uygulama yöntemini getirecektir. Hâlbuki İslam’ın temel hedefi insanın özü ile buluşturulması (“Biz insana şah damarından daha yakınız” ayeti-Kaf/16) ve o çerçevede bir ahlak (karakter) ortaya çıkarmaktır.
Yukarıdaki video linkinde sunucu Hz. Peygamber’in devlet başkanlığını hatırlatması ve EbuBekir Sifil tarafından bunun başka bir başlık altında incelenmesi gerektiği söylenmektedir. Burada unutulmaması gereken Hz. Davut (Selam olsun), Hz. Süleyman (Selam olsun) ve Hz. Peygamberin(O’na, Ashab-ı güzine, Ehl-i Beytine selam olsun) devlet başkanlığı yapmış olmaları İslam’da herhangi bir devlet şekli olduğu anlamına gelmemektedir. Hz. Muhammed (S. A.V) kabile savaşları içinde boğuşan bedevi cahiliye Araplarına örnek bir Medine (uygarlık) örneği göstermiştir. O Allah’ın Kur’an ile insanlara hidayetini tebliğ etmiş ilave olarak bir medeniyet inşasının modellerinden birini Yesrib’i Medine yaparak göstermiştir. O’nun peygamberlik ve devlet başkanlığı arasında fark anlaşılmadığı takdirde toplumda zihinsel karışıklıklara sebep olunacaktır.
Yaşar Nuri Öztürk[2], Kur’an’da Temel Kavramlar isimli eserinde bu konuya açıklık getirmektedir:
Peygamberin Risalet ve İmamet (devlet başkanlığı) Görevi: Tedyin, Teşri, Getiricilik, Göstericilik, Bildirme ve Hüküm Tasarrufları
Tedyin; dinleştirmek, bir buyruk veya kabule din hüviyeti tanımak demektir. Teşri ise yasalaştırma, kurala dönüştürme, bağlayıcı kılma dernektir. O halde, her tedyin aynı zamanda bir teşridir ama her teşri bir tedyin değildir. Birincisi yalnız Allah'ın hakkı ve yetkisidir. Yani tedyin, Kur'ana göre konuşur- sak, bir ulûhiyet faaliyetidir. Kur'an bu faaliyet hakkını beşere vermez; beşere, peygamber de olsa, bu faaliyete katılım hakkı tanınmamıştır. Egemen ilke şudur[3]:
“Vazı-ı din (din koyucu), sadece Allah'tır.”
O halde, tedyin, O'nun hakkıdır. Tedyin alanında peygamberlerin, yani tedyin sahibine elçilik yapanların bile ancak beyan (açıklama) ve ızhar (gösterme, belirginleştirme) hakları vardır. Kur'an bu beyan hakkının da kendisi esas alınarak kullanılacağını bildirmektedir. Daha açık bir deyişle, insanlara indirilen, yine indirilenle açıklanacaktır:
“Sana bu zikri/Kur'an'ı vahyettik ki, kendilerine indirileni insanlara açık seçik bildiresin de derin derin düşünebilsinler.” ( Nahl, 44)
Elçinin hakkı, beyan hakkıdır. Bazılarının vazı-ı din olma hakkı gibi tanıtmaya kalktıkları “Ve o peygamber onlara pislikleri haram kılar” (A'raf, 157) ifadesi işte bu beyan hakkının bir dile getirilişidir. O ifadeyi, elçiyi vazı-ı din yapma anlayışına yönelik yorumlamaya izin verilemez. Temel ve tartışmasız tevhit ilkeleri bu ifadenin ancak nakil ve beyan anlamında kullanılmasına müsade eder. Aksini söylemek, Peygamber'e saygı adı altında Kur'an'ı dışlamak olur. Tekrar edelim: A'raf 157. ayetteki ifade şari'lik hakkı olarak alınabilir ama vazı-ı din yetkisi olarak alınmamalıdır. Beyan ve teşri', din vaz'ı değildir.
Teşri, kuralı vakıaya uygulama işlevidir.
Temel-zaman üstü kuralları Allah koyar. Elçi, bu temel kuralları uygularken alt kurallar (zaman üstü olmayan kurallar) koymanın yanında, yönetim alanında yeni kurallar da koyar. O yeni kurallar zaman üstü değildir, din değildir. Bunun içindir ki Elçi'nin bu faaliyeti onu din koyucu yapmamaktadır.
Tedyin anlamında şari'lik sıfatı yalnız Allah'ındır[4].
Elçi, tedyinde sadece nakledicidir, mübelliğdir. Teşride ise kurucu-yapıcı olabilir. Burada, büyük fakih Karafi'nin dediği gibi, risalet göreviyle imamet görevinin farkı ile karşı karşıyayız. Klasik devrin büyük usulcülerinden Malikî fakihi Karafi (ölm. 684/1285), bu noktada Kur'an'ın ruhuna en uygun sınıflamayı yapmıştır. Karafi'ye göre, Hz. Peygamber'in tasarrufları 3 bölümde ele alınmalıdır:
1. Risalet (peygamberlik), tebliğ ve fütya (fetva) tasarrufu:
Bu tasarruflar, Allah'tan insanlığa ulaşan zaman üstü ilkeleri bildirme işlevidir. Bunlara “peygamberliğin, hükmü getirici işlevi” de denebilir. Ne devlet başkanının izni ne de yargıcın hükmü ile değişir. Her zaman ve her yerde aynıdır. O kadar ki Peygamber bile bu ko-nularda maslahat gerekçesiyle ve kendi görüşüne dayanarak değiştirme yapamaz. Namazın, zekatın varlığı, diğer ibadetler…. bu cümledendir. Peygamber, bu tasarruflarda Allah ile insan arasında bir aracıdır.
2. Hüküm tasarrufu:
Nikahları, akitleri fesih, geçim zorluğu gerekçesiyle boşanmaya hükmetme vs. bu cümledendir. Burada hüküm, risaletin getirdiği değişmez din ilkesini, Peygamber'in zaman ve zemine göre şekillendirmesidir. Bu tür işlevler, peygamberliğin göstericilik işlevidir. Örneğin, zekat emrinin tebliği bir risalet tasarrufu, bir “bildirme tasarrufu”dur. Ama aynı zekatın, Kur'an da belirtilmeyen miktarını, şartları dikkate alarak belirleyen tasarruf bir 'hüküm tasarrufu'dur.
3. İmamet (devlet başkanlığı, yöneticilik) tasarrufu:
Ganimetleri taksim, beytulmalın tedviri, cezaları infaz, orduları düzenleme ve sevk ... bu cümledendir.
Karafi'nin bu sınıflamasından anlaşılmaktadır ki, Hz. Peygamber'in tasarruflarından sadece birincisi olan risalet tasarrufu değişmez ve zaman üstü hüküm anlamında dindir. Öteki iki tasarruf, dinin zaman ve zemine göre uygulanmasıdır, yani içtihattır. Örneğin, zekatın varlığını tebliğ, bir risalet tasarrufudur; ilahidir; ama aynı zekatın Allah tarafından belirlenmemiş miktarını belirleme, bir hüküm tasarrufu olup beşeridir[5]. Zamanın uygulayıcı otoritesi tarafından belirlenecektir. Yani zekatın miktarı, tanrısal vahiy tarafından içtihada bırakılmıştır. İçtihat ise beşeri bir kurumdur.
Elbette ki Peygamber'in yaşadığı sırada yaptığı içtihatlar herkesi bağlar. “Resule itaat edin” emrinin manası da budur. O emir, Resul'ün tebliği ile onun şahsına itaati gerektirir. Hiçbir yerde Resul'ün içtihatlarını tıpkı Kur'an gibi ebedi kılın denmemiştir. Onun ölümünden sonra, bıraktığı içtihatlarından yararlanılır ama bunları değişmez din olarak algılamak Kur'an'ın ruhuna aykırıdır.
Resul'ün o gün filan konuda verdiği bir fetvayı şu kadar yüz yıl sonraki şartlara göre vereceği fetva durumuna getirmek akla ve dinin zaman üstülüğüne ters düşer. Sahabenin en fakihlerinden biri olan Hz. Aişe’ye, bir konuda kendisine sorulan soruya, aynı konuda Hz. Peygamber'in verdiği bir fetvaya ters fetva verdiğinde şöyle denilmişti: “Siz böyle diyorsunuz ama bu konuda Hz. Peygamber öyle buy'urmuştu.” Hz. Aişe'nin cevabı, üzerinde olduğumuz konuda gerçeğin ta kendisidir. Şöyle demiştir: “Peygamber o zaman öyle fetva verdi ama eğer bu konuyu ona bugün sorsaydınız şu benim verdiğim fetvayı verirdi.”
İşte işin sırrı, Hz. Aişe nin bu sözünde yatmaktadır.
Bunun böyle olduğu, Kur'an'ın hakim ilkelerinden açıkça anlaşılabileceği gibi, Hz. Peygamber'in beyanlarından da anlaşılır. Bir tanesini görelim:
“Ben aranızda olduğum sürece bana itaat edin. Ben aranızdan çekildiğimde ise size Allah'ın kitabına yapışmanızı öneriyorum. Onun helal dediğine helal, haram dediğine haram deyin[6].”
Fıkıh metodolojisinin büyük ustası Karafi, el-ihkâm'ında şu hayatî noktanın altını da çiziyor: Peygamber'in imamet (devlet başkanlığı) tasarrufu onun peygamberlik (risalet ve nübüvvet) yapısına zaid (ek) bir vasıftır. Bu vasıf, peygamberlik kavramının içinde, onun bir icabı ve uzantısı değildir. Bunun içindir ki Kur'an, risaletle ilgili konularda Peygamber'i sürekli Allah ile baş başa bırakırken imamet meselesinde ona, yöneteceği kitle ile şûra ve bey'at emri vermektedir. Resulün yüzü, risalet meselesinde Allah'a, imamet meselesinde halka dönüktür. Hüküm tasarrufları, gerçi risaletin bir icabıdır ama zaman üstü ilke getirici değillerdir. Çünkü onları zaman üstü kılmak, hem dinin zamanla çelişmesine yol açar, hem de Peygamber'i, Allah'ın elçisi olmaktan çıkarıp ortağı konumuna getirir. Karafi şunu da söylüyor: Peygamber'in risalet görevi imamet görevini içermediği gibi hüküm kuvveti de, tenfiz (İcra) kuvvetini içermez. Çünkü icra, bir imamet tasarrufudur[7].
Dört halife döneminde Peygamber Efendimizin imamet çizgisi mümkün olduğunca sürdürülmeye çalışılmış fakat tarihî gerçekler incelenirse son derece üzücü hadiseler de olmuştur. Şaban Ali Düzgün, Semerkant Havzası ve Mâtürîdî isimli makalesinde bu tespiti şu şekilde yorumlamaktadır: Hanefiler halifelerden sadece ilk iki halifenin dinî konulardaki otoritesini kabul etmişlerdir. Bununla Hanefi âlimler, Arap toplumunun siyasi kargaşalara bulaştığı üçüncü halife ve sonrasında üretilen dinî bilginin içindeki siyasi tartışmaları, dinin kendi hâlis söyleminden uzak tutmayı hedeflemiş olmalıdırlar. Başka gerekçelerin yanında bu endişelerden kaynaklı olarak Kerhî ve Debûsî gibi Hanefi âlimler, rey ve içtihatla kavranabilecek bir konuda sahabe sözünün şeri delil olamayacağı kanaatindedirler.
Hanefi âlimler, "bir hukuki olayın benzerlerine bağlanan hukuki sonuçtan vazgeçip başka bir sonuca varma şeklinde tanımlanan istihsana (Kolaylık için güç olanı terk ederek, şer'i deliller bakımdan bir kolayını bularak, insanların alışkın olduğu çözümü tercih etme[8]) vurgu yaparak, genel şeri kuralı her coğrafyaya uygulamanın önüne geçmek istemişlerdir. İstihsan vurgusuyla Hanefiler, "genel nitelikli şeri nas, yerleşik genel kural olarak hemen ulaşılan kıyasa dayalı çözümlerin ötesine geçerek, her coğrafyanın kendi hukuki çözümlerini üretmesinin yolunu açmışlardır. Bu metotla Hanefi bilginlerin, kuralların katılığı içinde sıkışıp kalmayarak ve nasların hikmet-i teşri'ine dayalı olarak, hakkaniyete uygun hukuki düzenlemeler getirdikleri görülmekledir. Bu hikmet-i teşri felsefesiyle Hanefilik, daha liberal ve esnek bir hüküm çıkarma zeminine sahiptir. Özellikle nevazil (sonradan meydana gelen, insanlar için zorluk veya sıkıntı doğuran durum) ve vâkıât (âniden meydana gelen olay, sıkıntı, kıyamet-çoğul-)( nevazil ve vâkıât eş anlamda da kullanılmıştır) eserlerine bakıldığında, Hanefi âlimlerin meselelere çözüm ararken delil ve sebepleri gerekçe göstererek mezhep imamlarına muhâlif bile olsa, rahatça hükümler çıkarabildiklerini görüyoruz. Hanefi ve Mâtürîdî geleneğin daha çok hikmet-i teşri' üzerinde durması ve diğer ekollerden farklı olarak kıyasa karşılık istihsan ilkesini benimsemeleri, karşılaşılan sorunların çözümü için esnek bir alan yaratmıştır.[9]
Tarihte dört halife döneminden sonra İslâm devleti olduğu söylenenler ise saltanattan başka bir yönetim şekli değildir. İslâm esasında sadece devletin temel ilkelerini vazetmiştir, bunlar: 1-Adalet, 2-Şur’a (istişare-meclis), 3-Liyakat (işin ehil kimselere verilmesi), 4-Güzel ahlak ve bu dört maddeyi uygulamalarıyla şahsında hayata geçirebilmiş 5-Ulul’l emre itaat (devlet yöneticileri-seçimle başa gelmiş-içinizden biri-)tır. Mehmet Niyazi İslam’da Devlet Felsefesi[10] eserlerinde bu hususu etraflı bir şekilde işlemektedir.
Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı’nın Kur’an’a Göre İlahi Siyaset isimli eserinden bir fikir vermesi açısından şu ifadeleri okumak isabetli olacaktır: Yoksa onların (yer yüzünün) mülk (-ü saltanatın) dan bir hissesi mi var? Fakat öyle olsaydı insanlara çekirdeğin arkasındaki minik bir tomurcuğu bile vermezlerdi”(Nisa suresi/53.ayet). “Allah evrensel manada siyasetle cimrilik arasında bir bağlantı kurarken, aynı anlamda siyasetle paylaşımcılık arasında da bir ilişki kurmaktadır. Yani ayetteki cimrilik maldan vermemek, ekonomik cimrilik değil, siyasi gücün verilmesi, halka dağıtılması, yani demokratik anlayış kıtlığı/cimriliği olarak düşünülebilir. Allah, Hz. Muhammed’e Âl-i İmran Suresinin 159. ayetinde, dünya işlerinde halkla istişare etmesini emretmiştir. Halka rağmen halkı idare etmek değil, halka danışarak, onların da fikrini alarak siyasi erki paylaşmak erdemli siyasettir[11]”.
Diğer taraftan günümüzde İran İslam Cumhuriyeti Ayetullahların gölgesinde bir mezhep devleti hüviyetindedir. Afganistan Taliban yönetimi ise din adına ülkenin zindana dönmesine neden olmuştur. Tarihte örnekleri olan bu yönetimler daima yıkılmaya mahkûm olmuşlardır. Bunun geçmişte en tanınmışlarından biri Arap Irkçılığının temsilcisi Ehl-i Beyt Düşmanı Emevi Devletidir.
Bunların döneminde Peygamberimiz Hz. Muhammed (O’na, Ashab-ı Güzine, Ehl-i Beytine selam olsun) isnat edilen birçok mevzu hadis uydurulmuştur. Bu uydurulmuş hadisler asırlardır İslam dünyasının felaketini hazırlamakta kurtuluş çabası gösterenleri de tekfirlikle itham edilmesine neden olmaktadır. Hâlbuki Kuran’ın ruhuna uymayan hadis diye nakledilmiş sözlerin uydurma (mevzu) olduğu Ebû Hanife ve Maturidi tarafından da beyan edilmiştir: İslam'ın akılcı yorumu nakledilen haberlerin aklî değerini, bilgi niteliğini esas alır. Özellikle Hz. Peygamber'e isnad edilen, fakat Kur'an'ın açık beyanına ve hükümlerine aykırı düşen bir rivayet/ haber kabul edilmez. Çünkü Allah'ın kitabına muhalefet eden kimse Allah'ın peygamberi olamaz. “Mümin zina edince, başından gömleğinin çıkarıldığı gibi, imanı da çıkarılır. Sonra tevbe edince iman kendisine iade edilir.” (Ebu Davud, Sünne 15, Tirmizi, İman, 11) hadisi gibi. Çünkü bu rivayet Kur'an'a aykırıdır. Kur'an böyle bir günah işleyen kimseden iman vasfını kaldırmamıştır. O halde Kur'an-ı Kerim'in hilafına Hz. Peygamber'den hadis nakleden herhangi bir kimseyi reddetmek, Hz. Peygamber'i reddetmek veya tekzip etmek demek değildir. Aksine Hz. Peygamber adına batılı rivayet eden kimseyi reddetmek demektir. İtham Hz. Peygamber'e değil, nakleden kimseye racidir[12].
Belirtilen bakış açısını daha sistematik hâle getiren Mâturidî, haberin bilgi kaynağı olduğunu şu sözlerle ifade eder: "Haber yoluyla bilgi edildiğini inkâr eden kişi kendi soyunun, adının, mahiyetinin, ayrıca sahip olduğu insaniyet cevherinin ve her şeye has isimlerin bilinmeyeceğini kabul etmiş olur. İnsanî durumun inkârı anlamına gelir, çünkü bu durumda insan, gören-işiten ancak haber veremeyen bir varlık sonucuna ulaşılır." İnsanın duyuları dışında kalan alanı bilmesi haberle mümkündür. Haber yoluyla elde edilen bilginin inkârı konuşan ve ifade eden, yani dil yoluyla/iletişimle dünya kuran insanın övülen bütün özelliklerini yok saymaktır. Meselenin bu yönüne işaret eden düşünür şöyle der: "Akılların tek başına kavrayamadığı iyiliklerle kötülüklerin duyu ve haber yoluyla öğrenilmesi, ancak algılayanların konuşması, diğerlerinin de kulak verip dinlemesiyle mümkün olur[13].."
Ebu Hanife'ye göre, bir insan hiç ibadet etmese de mesela biç namaz kılmasa da mümindir. İmamı Azam bu konudaki temel görüşünü, “el-Alim ve'l-Müteallim” adlı eserinde şöyle açıklamaktadır: Allah'ın şirkten başka kesinlikle azab edeceği bir günah bilmiyorum. Ehl-i kıbleden, yani kıbleye dönerek namaz kılan günahkarlardan Allah'ın şirkten başka azab edeceği bir günaha şahidlik edemem. Sen de bilirsin ki bazı günahlar affedilmiştir. Onları da bilmiyorum. çünkü Cenab-ı Allah: "Men edildiğiniz şeylerin büyüklerinden uzak durursanız günahlarınızı bağışlarız” buyurmuştur. Ben büyük günahların hepsini bilmiyorum, bağışlanan ve bağışlanmayan küçük günahları da bilmiyorum. Ben bilmiyorum; belki Cenab-ı Allah şirkten başka bütün günahları affeder. Zira Cenab-ı Allah: "Allah, kendisine şirk koşulmasını bağışlamaz; bundan başkasını dilediği kuluna bağışlar. "buyurmuştur. Bunlardan kimi dileyip kimi dilemediğini bilmiyorum[14]. Görüldüğü gibi büyük fıkıhcı İmam-ı Azam ne kadar temkinli hüküm vermektedir. Akıl ve rey’i daima ön planda bulundurarak Kur’an ahkamına aykırı hükümlerden uzak durmuştur. Hadisçiler tarafından daima bu özelliği eleştirilmiştir.
Namaz (salat) Müminin Miracı mı? Yoksa Darağacı mı?
Namaz (Salat) müminin miracıdır. Fakat maalesef tarihte ve bugün fıkıh yorumlarında “namaz kılmamak” darağacı yapılabilmektedir. EbuBekir Sifil namaz “dinin direğidir” darağacı değildir diye sözünü telafi etmeye çalışsa da maalesef sade her insanın anlayacağı sonuç cümlesi söylediği değil darağacı anlaşılabilmektedir. Videodaki sunucunun da dört büyük imam ittifak etmişlerdir gibi sözleri video konuşmasında bile “tazir”in sürekli yenilenmesine sebep olmaktadır. İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin düşünceleri diğer üç imamdan çok farklıdır ve bu metinde anlatılmıştır. Anlatılan tazir cezasının İslam dini ile onun temel kaynaklarıyla (Kur’an-Kerim ve Hadis) ilgisinin olduğu asla düşünülmemelidir. Aksi halde bu günümüzde Afganistan, Suudi Arabistan vb. Müslümanların yaşadığı ülkeleri yaşanmaz hale getirmiştir. İslam’ı ruhundan ve medeniyet köklerinden koparmak o kadar çok artmıştır ki Ortadoğu coğrafyasında, Asya’da Afrika'da terör örgütleri farklı isimlerle ortaya çıkmıştır. Namaz, oruç gibi ibadetler üzerinden Müslümanlar arasında ayrımcılık yapmak toplumsal barış açısından son derece tehlikelidir. Bu kendi dindarlığı ile ilgilenmeyip sürekli olarak başkalarının imanını ve ibadetini sorgulaması gibi bir sonuç doğurur ki bunun korkunç sonuçlarını önlemek mümkün değildir. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti yüzlerce hatta bin yıl önceki fetvalarla değil çağdaş bilimin ışığında yönetilen laik bir ülkedir.
Farkına varılsın veya varılmasın artık tarih olmuş dönemini kapatmış fetvalarının bugünün coğrafyasında diriltilmeye çalışılması bilimin ilerlemesine de engel olmaktadır. Böyle fetvalar ancak bilimsel kongrelerde akademisyenlerin tartışacağı başlıklar olabilir. Topluma ancak bunların fetva arkeolojisi açısından bilgilendirmesi olabilir. Aksi halde toplumda oluşturacağı infiali hesaplamadan kamuoyu ile paylaşmak doğru değildir. Sanırım EbuBekir Sifil’de bu konuşmalarından pişman olmuştur.
.
Herhangi bir ilim insanı veya belirli miktarda bilim insanı “Elhamdülillah müslümanım” namazın farz olduğunu da biliyorum fakat namaz kılmıyorum yahut kılamıyorum. Onun sorgusu benimle Allah arasında derse (-ki öyledir-) günümüzde “fakihler” “bu ilim insanları” öldürülebilir diyemeyeceklerdir. Çünkü: EbuBekir Sifil konuşmasında sürekli bunun günümüzde mümkün olmayacağını konuşmasının muhtelif dakikalarda vurgulamaktadır. Fakat Sifil’in esas gelecek için sorulması gereken cümleleri şunlardır: “İslami esaslar çerçevesinde doğmuş büyümüş nesiller eğitimi buna göre olmuş dini bütün ahkâmı tafsilatı ile öğretilmiş, benimsemiş bir toplum olsunda o toplumda bu cezalar uygulansın. Böyle bir dünya yok şu an. Dolayısıyla bir cezanın mevcut olması başka bir şeydir, uygulanması başka bir şeydir”. Her şeyden önce İslam barış demektir. Hâlâ cezasından başka bir şey olmayan bir İslam manzarası çizilmektedir. Toplumların İslam ile müşerref olmasından daha güzel ne olabilir. Fakat daha nesiller yetiştirilirken işin sonunda hesabın sorulabileceği bir toplum hayali hem bugünü hem de yarınları yıkmakla sonuçlanacaktır.
.
İslam’ı anlamış ve anlamakla kalmamış hayatına imbik imbik nufuz ettirmiş Ahmed Yesevi, Hacı Bektaş-ı Veli, Mevlana, Yunus Emre gibi düşünürlerimizin İslam algısı Türkiye’ye ve dünyaya huzur ve barış getirecektir. Dünyayı cezadan ibaret görme takıntısından insanlar kurtulmalıdır. Ceza ve ölümle korkutulan insanlar sadece ceza almamak yahut ölmemek için namaz kılarlar Allah rızası için kılmazlar. Diğer taraftan bu tip konuşmalar namazlarını ihmal etmeyen Müslümanları da son derece rahatsız etmektedir. Tarihî fıkıh konular sadece tarih yönüyle ele alınabilir fakat bugünün hukukunda topluma bir korku aracı olarak sunulmamalıdır. Türkiye Cumhuriyeti yasaları da buna müsaade etmemektedir. Sosyal psikolojiye göre “ceza kültürü” çocukluktan itibaren insan gelişimini olumsuz olarak etkilemektedir. Hukukta cezanın suça uygunluğu söz konusudur. Namaz gibi Allah ile kul arasında olan bir ibadette “ölüm cezası” çocuk yaştan itibaren insanların zihin dünyalarının arka planına böyle düşünce tohumları ekilirse o çocuklarının psikoloji dünyaları büyüdüklerinde bile sıhhatli olamayacaktır.
.
Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu’nun Çocuk Ruh Sağlığı isimli eserine göre çocuklukta erdemlerin (fazilet) kazanılması çocuğun kişilik gelişimi ile sıkı sıkıya ilgilidir. Doğruyu yanlıştan ayırmak ve doğru olanı seçip uygulamak kolay kazanılan bir nitelik değildir. Çocuk büyüdükçe kurallara ve yasalara ceza korkusu olmaksızın uymaya başlar. Deneyle görülmüştür ki bu yol kendi yararınadır. Sen kurallarına uymazsan başkası da uymaz oyun bozulur. Sen haksızlık edersen başkası da edebilir. Böylece çocuk başkasının yapmasını istemediğim bir şeyi ben de başkasına yapmamalıyım aşamasına gelir. Bu gerçekçi ve olgun bir ahlak anlayışıdır. Doğaüstü güçlerden baskılardan arınmış bir akılcı ahlak anlayışıdır. İleri yaşlarda varılan başka bir ahlak aşaması daha vardır. O da elseverlik (diğerkamlık: başkalarını düşünme) aşamasıdır. Bu düzeye ulaşan kişi başkasına zarar vermemekle doğru davranmakla yetinmez, başkalarına yardım da eder, güçsüze el uzatır, küçüğü kollar yardımlaşmaya ve işbirliğine yatkındır. Özveri ve hoşgörü ile davranır[15].
.....
Yazının devamı için tıklayınız
.....
_________________________________________________
[1] Prof. Dr. Nadim Macit , a. g. e., s.337.,Matüridi (2005: 3/172-173) Te'vilatil Ehli's Sünneti, Beyrut: Dar'ül Kütübi'l İlmiyye.
[2] EbuBekir Sifil, Modern İslâm Düşüncesinin Tenkidi 1 ve 2 eserlerinde Yaşar Nuri Öztürk (1951-2016) ve Fazlur Rahman’ın (1919-1988) Düşünce ve Eserlerini eleştirmektedir. Hâlbuki günümüz müslüman aydınların zihinlerindeki birçok soruya bu iki ilahiyatçı eserleriyle son derece aydınlatıcı cevaplar vermişlerdir. Ruhları şad mekanları cennet olsun.
[3] Yaşar Nuri Öztürk, Kur’anın Temel Kavramları, Yeni Boyut Yayınları, İst., 2012, s.278.
[4] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.280.
[5] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.281.
[6] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.281.
[7] Yaşar Nuri Öztürk, a. g.e., s.282.
[8] Taha Akyol, Türkiye'nin Hukuk Serüveni, Doğan Yay. Şubat 2015, s.71
[9] Şaban Ali Düzgün, Semerkant Havzası ve Mâtürîdî, Mâtürîdî’nin Düşünce Dünyası, Kültür ve Turizm bakanlığı, Ankara, 2011, s.19.
[10] Mehmet Niyazi, İslam’da Devlet Felsefesi, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 2006.
[11] Prof. Dr. Bayraktar Bayraklı, Kur’an’a Göre İlahi Siyaset, Düşün Yayın., İst, 2020, s.35-36.
[12] Prof. Dr. Nadim Macit, Türk Milliyetçiliği: Kültürel Akıl, İçtihat ve Siyaset, s. 345-346., Ebu Hanife, “el âlim ve’l Müteallim” İmam-ı Azam’ın Beş Eseri, (Çev: Mustafa Öz), İstanbul M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 1992: 24-25.
[13] Prof. Dr. Nadim Macit, a.g.e., s. 346., Maturidi, Kitabu’t Tevhid, (Çev: Bekir Topaloğlu), İstanbul, İSAM yayınları, 2002: 10-11.
[14] İmâm-ı A’zam, el-Âlim ve’l –Müte’allim, Arapça-Türkçe, Tercüme ve Şerh: Doç. Dr. Abdülvehhab ÖZTÜRK, Şamil Yayınevi, İstanbul, 2019., s.33.
[15] Prof. Dr. Atalay Yörükoğlu, Çocuk Ruh Sağlığı, Özgür Yayınları, İstanbul, 2008, s. 225.