İstanbul'un ellili yaşlardaki ressam ve müzisyen Halifesi Abdülmecid Efendi sahi kimdi? Dolmabahçe Sarayı'nda niçin oturuyordu? Halife Efendi Hazretleri bir peygamber vekili ise görevi neydi? Aile bireyleri alafranga yaşantıya alışmış ve çağdaştı. Aile ortamında Beethoven, Mozart dinleniyordu! Her şey ne iyi ne güzel dense de 300 odalı koca sarayın anıtsal cümle kapısını açık tutmak için Halife Hazretleri, “TBMM'den Meclis bütçesinin iki katı ödenek talep etmekteydi. Gerçi bu beklenti bile “Meclisin üstünde bir konumdayım!” yani sultan olmalıyım, demekti. İstanbul'daki en büyük Avrupaî sarayda oturmak, Arapça “şerefü'l- mekan bi'l-mekin” (Konutun saygınlığı onursallığı oturanındandır) sözü gereği Dolmabahçe'nin saygınlığı Halife Abdülmecid'le özdeş demekti. Zafer kazanıldı, memleket kurtuldu, ele güne karşı saltanata dönelim, ben de 37. padişah olarak tahta cülus edeyim demek hakkı, hesapça yüklü de beklentisiydi[1].
Dolmabahçe Sarayı'ndaki -geçici yerleşik- ilk ve son modern halife, bu çıkışıyla, Musa'ya da İsa'ya da yani İstanbullulara da Ankara Hükümeti'ne, karavanadan yiyip mektep koğuşunda yatan Ankara'daki zafer kahramanlarına, milletvekillerine de İstanbul'un iğreti işgalcilerine de yaranamadı, haklı görünmek şöyle dursun tepki topladı. İstanbul'daki ziyaretlerinde birkaç arabalık kortejiyle aradığı coşkuyu, alkışı da alamıyordu. Onu görmek için sokağa çıkanlar vardı ama severek sayarak alkışlamak için değil, “bu cuma neler giymiş kuşanmış” merakındakilerdi. Halife Abdülmecid'in favori gösterileri “Cuma alayı”, yani "selamlık resm-i alileri" idi. Bu tören 1 yıl 3 ay 2 haftada 65 kez yinelenmiş olmalı[2].
Yeni halife galiba her cuma için bir tür dinsel bir promenade (gezi) senaryosu hazırlıyordu: Güzergah ve semt, tarz-görüntü-kıyafet, at, araba ... belirliyor, her dönemeçte, caddede, özellikle de bir yakından izlenme amaçlıyor, göz göze gelmek; “Devletlü, haşmetlü, şevketlü efendimiz hazretleri! ..” alkış nidaları duymak istiyordu. Özellikle Galata Köprüsü bir seyirlik koridoru konumundaydı. Orada, iki taraflı sıralanan İstanbulluların Halife Hazretleri'ne tezahüratını gösteren fotoğraflar mutlaka olmalıdır. Söz gelişi bir cuma “açık tenezzüh otomobili” ile çıkıyordu. İstanbullular, halifeyi, akıllarına bir artistlik getiremeden ve safça; fesine, papyonuna, kostümüne, platin ışıltılı ak akalına, ak-pembe çehresine, pek özenli görüntüsüne hayran kalarak gözlemliyordu. Bir başka cuma alayında sarık sarıp alnının yukarısına at nalı kadar sorguç iliştiriyor, öbür cuma atlar koşulmuş saltanat arabasıyla, bir ötekinde kürklü börklü, görkemli ve açık otomobille, bir başkasında .. , nur saçan bir çehreyle arz-ı didar ediyordu! Ama her seferinde coşkulu kalabalıklardan yoksun, tenha ve sesizliğe gömülmüş İstanbul yollarını turlayıp hayli yorulmuş saraya dönüyordu. Keşke saraya dönüşlerinde de defterine gözlemlerini yazsa imiş. Bugün elimizde bilmediklerimizi okuyacağımız Son Halifenin Anıları içerikli bir günlük olacaktı! Ortada bir de tezat vardı: Biri, kaldırılmış saltanatın dönüşüne umut bağlayan bir hanedan mensubu, öteki Montesquieu'nün önerdiği demokrasi ve cumhuriyeti bir Doğu ülkesinde yeşertmeyi aklına koymuş Türk subayı. Bu iki adamın yaşamları adece Büyük Cihan Savaşı'nın sonrasındaki 1922-1924 iki yılında kesişti. Biri bu memleket bana atalarımdan kalma derken beriki ulus egemenliği diyordu[3].
Halife Abdülmecid'in türlü çeşitli tavırlarına ise bir anlam veremeyen görmüş geçirmiş İstanbullular da vardı. Kaldı ki halifenin sergilediği tavırlar, günlük sıkıntılara, sorunlara çözüm vadetmiyordu. Yaşlı İstanbul hanımları asırlardan beri öylenen “Sultan yüzüne bakmak sevap” inancını yitirmiş olmalılar ki cadde kenarlarında durup modern giyimli halifeye bakarken: “Bu mu Peygamber halifesi!” diyerek gülümsüyor, “tövbe sümme haşa!” diyor, her cuma başka bir kıyafeti yadırgıyorlardı[4].
Gerçek bu iken Abdülmecid Efendi'nin, İstanbul'un semtlerinde otomobil gezileri de yaparak halkı hanedana bağlı tutma çabası elbette boşunaydı. Ankara'nın hoş karşılamamasına da aldırmayarak sabırları zorlayan bir aymazlıktan, “yetti” dedirtinceye kadar vazgeçmedi; ressam Halife Hazretleri, her cuma, İstanbul'un akşam gazetelerinde o günkü Selamlık Alayı haber ve dedikodularına koşut Ankara'ya gelen eleştiri haberleri de yer alıyor, gazete nedir bilmeyenlerse yalan yanlış uydurma olmuşları, olacakmışları konuşuyordu. Ordu müfettişi atanan Refet Paşa, Tekirdağ'a gitmek üzere İstanbul'dan ayrılmadan önce Gazi Paşa'ya bir rapor sundu. Halife Abdülmecid'in, İslam dünyasına Arapça beyanname yayınladığını ve Halife-i Müslimin ve Hadimü'l-Haremeyn sanını kullandığını, imzasını da “Abdülmecid bin Abdülaziz Han” olarak attığını bildirdi. Aslında Refet Paşa, halifeye aşırı saygı gösterileri yaparak eninde onunda onun tahta geçeceği beklentisindeydi. Bunun nedeni kişiseldi: Millî Mücadele'de kıdemi İsmet Paşa'nın üstünde olmasına karşın onun altında konumlandırılması idi. Samsun'a gidişten beri Atatürk'le beraberken İsmet Paşa'nın Millî Mücadele'ye daha sonra katılmasını kendisine karşı bir haksızlık olarak değerlendiriyordu. Vahideddin'in tahttan indirilmesinde Abdülmecid Efendi'nin halife sanıyla tahta iğreti oturtulmasında da rolü olan, ikili de oynayabilen “aykırı” bir generaldi[5].
TBMM'de de halifelik konusu en çok tartışılan konuydu. Oysa tartışılabilir bir tarafı yoktu: Abdülmecid'in halife sanıyla Türkiye'de ve İslam ülkelerinde yapabileceği bir şey yoktu. 27 Aralık 1922'de Hint Hilafet Konferansı'nda Abdülmecid'in halifeliği onanmıştı ama İşgal Kuvvetleri'nin trafik denetçileri Galata Köprüsü'nden geçen Abdülmecidin otomobilini durdurup ceza kestiler. Bu saygısızlığın mesajı, halifeyi tanımamak, “Sen de kim oluyorsun?” demek, aşağılamak, sömürgelerindeki Müslüman toplumlara da benzer mesajlar vermekti. Bu tutum, emperyal devletlerin, İstanbul'daki temsilcilerinin saltanattan soyutlanmış “unvan halifesi”ne değer vermediklerini kanıtlıyordu. Öbür taraftan, sömürgelerdeki Müslüman İsmaililerin lideri olarak Ağa Han, sözde İngiltere adına, halifeliğin saygın konumda ve yetkili bir makam olarak kalması için Türkiye Cumhuriyeti'ne resmen başvurmuştu[6].
Günümüzden 50 yıl kadar önce Dolmabahçe Sarayı'nda "Hususi Daire" denen Reisicumhura -Atatürk'e özel- bölümdeki küçük çalışma odasında yazıhanenin dayandığı duvardaki camlı çerçevedeki makbuzun işbu Abdülmecid Efendi'ye kesilen ceza makbuzu olduğu kayıtlıdır. Saray'ın Atatürk dönemini görmüş ve rehberlik yapan bir personeli (Hüseyin Efendi?) öğrendiklerine dayanarak bu iki imzalı trafik cezası pusulasını, Fransız ve İtalyan polislerinin otomobiliyle Köprü'den geçerken Halife Abdülmecid’e ve temsil ettiği Osmanlı hanedanına hakaret olsun diye kestiklerini, Atatürk'ün de bu belgeyi yakın tarihimiz açısından önemseyerek ziyaretine gelen konuklarına özellikle gösterdiğini kendisinden dinlemiştim. (Daha sonra bu belge bulunduğu yerden kaldırılmıştı)[7]. 1 Kasım 1922’de Saltanat kaldırılmış fakat halifelik Abdülmecid’in şahsına verilmesi Ankara tarafından kabul edilmişti. 27 Aralık 1922'de Fransız ve İngiliz polisleri Halife Abdülmecid’e İstanbul’da trafik cezası kesebiliyordu. 24 Temmuz 1923 tarihinde Lozan Barış Antlaşması'ndan sonra, 23 Ağustos 1923'ten itibaren İtilaf kuvvetleri İstanbul'dan ayrılmaya başladı. Son İtilaf birliği 4 Ekim 1923 günü Dolmabahçe Sarayı önünde düzenlenen bir törenle Türk bayrağını selamlayarak şehri terk etmişti. Halifelik ise devlet yönetiminde adeta Şiilikteki “Ayetullahlık” unvanı gibi Millet iradesi üzerindeki gölge teşkil ediyordu.
Gazi Mustafa Kemal Paşa “1 Teşrinisani (Kasım)1922 de saltanatı milliyenin tahakkukuna dair Büyük Millet Meclisinde cereyan eden tarihî celsede irat buyurdukları mühim nutuk”ta çok önemli bir tespitte bulunuyordu. Bu “Nutuk” saltanatın kaldırılmasının gerekçesini özetliyorsa da esasında Halifelik kurumunun da tarihî kimliğiyle göstermelik olduğunu vurguluyordu: “Makamı hilâfette dahi Bağdat ve Mısırda olduğu gibi bir kudret veya mülteci (sığınmacı) bir şahsı âciz (çaresiz) değil, istinatgâhı Türkiye Devleti olan bir şahsı âli (saygın) oturacaktır (Vesika 264)[8]”.
Böylece 3 Mart 1924 tarihinde yüz yıllarca dinî değil tamamen siyasî bir kurum olan halifelik kaldırıldı. Yüzyıllarca güçlü saltanatların gölgesinde İslam dünyasında farklı coğrafyalarda halifeler oluşmuştu. Mustafa Kemal Atatürk’ün 1927 yılında Meclisi ve Türk Milleti’ni aydınlatmak için kendi hazırladığı ve bizzat okuduğu eserinin III. Cildi Belgeler kısmında “1 Teşrinisani (Kasım)
______________________________
Kaynaklar
Gazi Mustafa Kemal, Nutuk, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2015.
M. Kemal Atatürk, Nutuk III.Cilt, Türk Devrim Tarihi Enstitüsü, İstanbul, 1970.
Necdet Sakaoğlu, Atatürk ve İstanbul, İstanbul Büyük Şehir Belediyesi, 2021, İstanbul.




