Türkiye’nin 2021 yılında imzaladığı Paris İklim Anlaşması’na uyum sağlamak için yasal altyapı oluşturma amacı taşıyan İklim Kanunu, toplumsal tepkiden mi, yoksa “bu az oldu, daha fazlası gerek” dendiği için mi bilinmez, geri çekildi şimdilik…
Bu konuda fikrini aldığım gıda ve çevre mühendislerinin anlattıklarını özetleyerek paylaşmak isterim seninle değerli okurum.
Uzmanlar İklim Kanunu’nun, ‘iklim krizine karşı önlemler’ öne sürülerek tarım ve hayvancılığın yanı sıra gıda üretimi konusunda da ciddi anlamda kısıtlamaları hedeflediğini ifade ederlerken itirazlarını özetle şu şekilde sıralıyorlar.
1. Esansiyel protein (Esansiyel amino asitler (EAA), vücudun birçok temel işlevi için kritik öneme sahip olan ve dışarıdan alınması gereken protein yapı taşlarıdır.) kaybı bizler için büyük bir sorun haline gelecek. İklim Kanunu, et ve süt üretiminin karbon salınımı sebebiyle azaltılmasını öneriyor. Bu durumda halkımız B12, demir, çinko gibi esansiyel mikro besinler ve kaliteli proteinden mahrum kalacak.
2. Tarım ve hayvancılıkta kısıtlamayla büyükbaş hayvan sayısı düşürülecek, mera hayvancılığı daralacak, çiftçi üretim yapamayacak. Hayvanlarından çıkan gazdan bile sorumlu olacak. (Öngörülen cezalar 2,5milyonu buluyor.) Yerel ve küçük üretici neredeyse yok olurken, bu alan, birçok alanda olduğu gibi “sektörün kontrolsüz, büyük ve uluslararası oyuncuları” için dikensiz gül bahçesine çevrilecek.
4. Geleneksel tohumlar yerine iklime uyumlu GDO'lu hibrit türler dayatılacak. Bu yüzden yerli üretim azalırken dışa bağımlılığımız artacak.
5. Gıda fiyatlarında yükseliş olacak. Üretim azalacak, ithalat artacak. Halk pahalı ve düşük kaliteli gıdaya mahkûm olacak.
6. Alternatif protein baskısı, laboratuvar eti, böcek proteinleri gibi ürünler çevreci diye sunuluyor. (Yapay et ve çeşitli böcekler “protein diye” sofralarımıza gelecek. Her şeyin ötesinde bu ürünlerin besin değerleri ve sağlık etkileri halen tartışmalı.)
Bir de samimiyete ilişkin haklı tereddütler de var.
Çevre hassasiyeti falan tamam da…
Avrupa’nın çöpünün kabul edilmesini ne yapacağız mesela? Kanal İstanbul bir rant ve ekolojik talan projesi değil midir? Ya delik deşik edilen Kaz Dağları, Fatsa ve Rize’de toprağı kirletenler, Salda Gölü’nün tarumar edilmesi, Uzungöl’deki betonlaşma, Mersin Akkuyu’daki Nükleer Santral inşası hangi hassasiyetin ürünü? Ya Sinop? En son konut yapacağız diye Hatay Samandağ’da vatandaşın elinden alınan tarım alanları ne olacak?
Bunları nereye sığdıracağız?
Paris Anlaşmasını ABD, Rusya, Çin, İsveç, İtalya, Hollanda, Macaristan, İsviçre, Polonya, Macaristan, Çekya ve Estonya gibi ülkeler, tarım egemenliklerinden taviz vermek istemediklerinden kabul etmediler.
Bizi imzaya zorlayan çoğu çevre katili ülkelerin dünyanın dört bir yanında insanları zehirli gazlara boğmaları ve uluslararası toplumun bunlara ses çıkarmaması da ayrı bir ironi…
Taslaktan devam edersek…
Taslağın “amaç ve kapsam” içeren ilk maddesi “yeşil büyüme vizyonu ve 2053 Net Sıfır Emisyon hedefi doğrultusunda iklim değişikliğiyle mücadeleyi sağlamak” gibi Paris Anlaşmasına atıf yapan bir amaç koymuş.
Nasıl olacak?
Düşük karbonlu ekonomi ile...
O nasıl oluyor?
Karbon fiyatlandırma politikaları ve karbon vergisi getirilerek...
Yeteri kadar yüksek değilmiş gibi sanayiden daha çok vergi alınsın ki mal ve hizmetlerin fiyatı biraz daha yükselsin. Çünkü küresel ısınma…
Yersen…
Bir şeye fazladan vergi koymak neyi amaçlar? Azalmasını teşvik etmeyi. Yani kendi elimizle kendi sanayi ve ticaretimizi, tarımımızı sınırlandırmış oluyoruz.
Azaltılması amaçlanan karbon salınımının dünyadaki canlı varlığı için gerekliliğine dair bilimsel gerçeklik de cabası…
“İklim değişikliğine yol açan faaliyetlerin belirlenmesinde yeterli bilimsel bilgi ve veri olmasa da bu durum alınacak önlemleri engellemeyecektir.” şeklinde bir tane de ihtiyatlılık ilkesi yazılmış. (Madde 3-c bendi)
Yani yeri geldiğinde bilimin de bağlayıcılığı olmayacak.
Yukarıda özetlediğim sebeplerden Türkiye’nin bu kanunu kabul etmemesi gerektiğini savunan uzmanlar şunu sormaktalar.
Türkiye, tarım ve hayvancılıktaki “her türlü örselenmeye ve ithalata rağmen” var olan gücüyle kendi kendine yeten nadir ülkelerden biriyken bu avantajı neden kaybetsin?
Bunlar, Paris anlaşmasını imzalayıp bu kanunu çıkarmaya çalışanların cevaplaması gerekenler…
Gerek Türkiye gerekse dünya çapındaki çevreci örgüt ve kurumların bu konudaki sessizliğinin hayli şaşırtıcı olduğunu da söylemeden geçmeyelim.
Beri yandan ABD ve İngiltere’nin aparatı Katar’la yapılıp 21.03.2021 tarihinde resmî gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren su yönetimi anlaşmasının, sularımızın ticarileşmesinin önünü açtığı da ayrı bir gerçek…
Bununla birlikte 2000-2003 yılları arasında ABD Ankara büyükelçiliği görevini yapan W.Robert Pearson, “Erzurum’dan Bağdat’a kadar uzanan topraklar tek bir ekonomik bölge olacaktır” lafını şöyle detaylandırıyor.
“Su komisyonlarının denetiminde olacak bu bölge, önce ekonomik sonra da süreç içinde ‘tek bir’ siyasi bölge olacaktır.”
Benzer şeyleri terörist başının da söylediğini biliyoruz. Bu noktada burada neyin amaçlandığını da “kendisine sarılanlara” sormak gerek galiba.
Manda yoğurdu faydalıdır amma…
Manda kafalı da olmamak lazım, değil mi?
Haftanın Notu:
Hatay Samandağ’da sökülen zeytin ağaçları var ya… Hah işte onlar söktüren, söken kim varsa hepsinin “rüyalarına(!)” girsin.