150

Ülke ve gündemi öyle can yakıcı durumdaki hem gerçek hem mecazi anlamda ateş içindeyiz.

Yangınlar, sökülen zeytin ağaçları, iklim/maden yasası, ısrar edilen Kanal (Katar) İstanbul projesi, 2025 model Sevr Komisyonu…

Yetmezmiş gibi bir de ‘çok katmanlı sahte diploma fiyaskosu’ patlak verdi.

Çok katmanlı diyorum, çünkü burada hak edilmemiş unvanlardan, vefat etmişlerin unvanlarına çökmekten, bu unvanların gerçek sahiplerine ait olması gerekirken akıllı tahtalara yazdıkları -pardon yazamadıkları- cümlelerle okuma yazması olduğundan bile şüphe ettiren insanların “işgal ettikleri” makamlardan da fazlası var.

Çünkü bu, ülkenin işleyen her kurumunu şaibeli hale getirerek hırsızlığın en büyüğü emek hırsızlığıyla sefa süren “iktidar elitleri” diyebileceğimiz gruplar ve çıkar için onlara eklemlenenlerin, Türk Milleti’ne ve geleceğimize yaptıkları en büyük kötülüklerden…

Sadece son 10 yılda atanamayan 300 öğretmen canına kıydı. Bunlar bilinenler…

Bin bir emekle aldıkları diploma ve dahası eğitimin yetkinliğine rağmen iş bulamayan, varlık mücadelesi veren milyonlarca gencimiz olanları ibret, acı ve muhtemelen bunalımdan bunalıma sürüklenerek takip ediyor.

Canım çok yanıyor ülkem adına… Bu ara birçok konuda…

2025 model 9 bölgeli Sevr’i yine yırtar atarız da bizi çürüten kafadan, yandaş-yoldaşlarından, sureti haktan görünenlerden de en kısa sürede kurtulmamız gerek… Çünkü bu iş artık şahsî menfaatlerin, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edilmesinin de önüne geçmiştir.

Kendimden örnek vermek istemem ama bunu anlatmak zorundayım.

1973 doğumluyum. Bilen bilir, o zamanlar ilkokul 5 yıldı ve ben 5.sınıfa kadar ilkokula gidemedim. Sınıf öğretmeni annem evde okuma yazmayı öğretti. Tekerlekli sandalye ve sadece sol elini kullanan bir çocuktum. 5.sınıf yaşına geldiğimde “ille de okula gideceğim” diye tutturdum. Çünkü daha o zaman tek amacım kendi emeğimle herkes gibi herkesle beraber yaşamaktı.

Seviye tespit sınavı sonucunda “mezun olabilir” dense de bir yıl dahi olsa okula gitmekte direttim ve annemin görev yaptığı okula kaydım yapıldı.

Annem de 5.sınıfı okutuyor, müdür bey annemin sınıfında olmamda ısrar ediyordu.

Ama ben büyük bir dirençle “hayır” dedim.

Çünkü o zamanlar ilkokul diplomalarının üzerinde sınıf öğretmeninin adı ve imzası oluyordu. O itibarla benim annemin sınıfında olmaya karşı çıkma sebebim gayet açıktı.

Aynen şunu demiştim:

“Diplomamın üzerinde annemin adı ve imzası olacak. Ben o diplomayı hak etmiş olsam da ‘torpille aldı’ damgası yemek istemem, bunu kendime yediremem!”

12-13 yaşımda bunu diyen ben, hedeflerim doğrultusunda ailemin desteğiyle süreç içinde Uludağ Üniversitesi Bilgisayar Programcılığı Bölümü’nü kazanıp dereceyle bitirdim.

Aldığım tüm diplomalarda sadece benim değil, bana okuma yazmayı öğreten annemin, eğitim hayatım boyunca beni okula götürüp getiren, Orta 2’den üniversite sona kadar 4.kat evimize sırtında indirip çıkaran babamın ve öğretmenlerimin de emeği var.

Bunu kendimi övmek için anlatmadım değerli okurum, söz sahibi olamasalar da hayata böyle -bakılması gerektiği gibi- bakan insanların hâlâ çoğunlukta olduğunu biliyorum.

1947 doğumlu Prof.Dr.Naci Görür bir röportajında şunları diyor:

“Bizim zamanımızda devlet adildi. Ben yetim bir çocuktum, İTÜ'de çok profesör çocukları vardı ama öğretim üyesi adayı bursunu bana verdiler. Bir genç çalışıyorsa, bütün kapılar açıktı. Şimdiki anlayış olsa, biz zaten bir yerlere gelemezdik.”

Naci Hoca ile aynı duyguda olduğumu ifade edeyim.

Devlet, işleyen kurumlar bütünüdür. Kurumları kâh yok edilen kâh işlevsiz kılınan laik, sosyal, üniter Türkiye Cumhuriyeti tam da Naci Hoca’nın anlattığı gibidir. Hal buyken devlet kurumlarını işlevsiz ve itibarsız bırakanların, kamu yönetimini ve dolayısıyla toplumu çürütenlerin neyi işaret ettiği belli “eşit vatandaşlık” kavramını ortaya atmalarını -en hafif ifadeyle- kötü niyetli buluyorum.

Küresel ayarlı siyasetin anlayamadığı şu ki, çalışarak, üreterek kazanmak, hakkını almak, emeğince-hakkınca yaşamak isteyen engelli engelsiz milyonlarca insan var ülkemizde… Çoğu da siyasetçilerin “sorun” diye sunduklarıyla ilgilenmiyor.

Her anlamda yaralı Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı “hayasızca akın” devam ederken…

Çıkış yolu bellidir.

“Milletin istiklâlini yine milletin azim ve kararı kurtaracaktır.”

Haftanın Notu:

Reklamlarını yapmamak adına parti isimlerini yazılarımda zikretmemeye gayret ediyorum. Ama mecburen yazmak zorundayım bugün.

DEM, ‘seküler ve demokratım’ diye kimi sol görüşlüleri, MHP ‘milliyetçiyim’ diye millî, AKPARTİ ise ‘dindarım’ diye dini hassasiyeti olanları avladı. Bir de Atatürk’ün partisi olduğunu söyleyip ne yapacağı belirsiz, adeta iktidar olmak istemeyen bir CHP var ki…

İlginç ama şu noktada herhangi bir maske takmadan başından beri neyse o olan tek parti, iktidar bloğundaki bir başka terör yancısı HÜDAPAR.

Buradan çıkarılacak ders, siyaset üstü olması gereken her türlü değer ve millî çıkarın öyle kalması gerekliliğidir.

Bağımsız yargı, dolayısıyla hukuk olmadığında devletin mafya örgütlenmesine dönüştüğü söylenir. Haklıdırlar belki de… Peki ya partiler? Hukuk olmayınca onlar da “demokrasi tekkesi” olmuyor mu?

“Vardır bir bildiği” ya da “devlet aklı” cephesine bakınca “olmaz öyle şey” diyemiyorum.

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150