Şehirden iyice uzaklaşıp ormanın derinliklerine uzanınca kokular sarıyor etrafınızı. Çürümüş yaprakların çam kokularını bastırmaya gücü yetmiyor. Kozalaklar, atkestaneleri, palamutlar birbirinden farklı renkli ve desenli yapraklar, kendi ayak sesiniz, yürek çarpıntınızla baş başa kalıyorsunuz… Nefesinizi duymak en ritimli şarkı eşliğinde patika yola dizilen anılarınız. Onlarla yürümek eşsizliği. Bu kaosta daha ne olsun huzur için.

Uzakta çok uzakta bir ev. “Yaban” filminden kopup gelmiş. Ve özlem dolu bir şarkının nağmeleri yapışmış duvarlarına, gözünüze, gönlünüze sokuyor sözlerini “Şimdi uzaklardasın / Gönül hicranla doldu / Hiç ayrılamam derken / Kavuşmak hayal oldu.” Duyduğunuz annenizin değil kendi sesiniz. Ve fırından yeni çıkmış kurabiyelerin kokusu öyle yakıp kavuruyor ki gözyaşlarınız bile soğutamıyor.

Bahçede çivitle kaynatılmış bembeyaz çarşaflar rüzgârla oynaşta. Rüzgârın en sevdiği dans bu olmalı. Bıkmadan tekrarda. Odun ateşinde geçmişten gelen mavi çinko çaydanlık Dökülmüş sırlarına rağmen sohbetin başköşesinde olmaya devam ediyor.

Biraz sonra karşılıklı gererek katlanacak çarşaflar. Sonra kurabiyeler eşliğinde ince belli bardaklar kaşıkla buluşacak. Çık çık sesleri, rüzgârın leylaklardan çaldığı kokular yayılacak. Fısıltılar kimsenin duyması istenmeyen sözleri taşıyacak kulaktan kulağa. Çocuklar doluşacak bahçeye. Kocaman kapkara tencereden mısırını alan koşacak kukalı saklambaça. Bahçenin sonundaki akasya ağacı sahiplerini mutlu ya da mutsuz edecek taşların altına gizlenmiş mektupların farkında…

Akşam bahçe musluğunun yalağında yıkanacak beyaz sabunla eller ayaklar. Yemek sonrası yorgun çocuklar yatağa yollanacak. Vakit artık anne babalarındır. Cızırtılı radyodan günün haberleri dinlenirken annelerin hiç susmayan şikâyetleri, istekleri, dedikoduları eşlik edecek. Sabırla “evet hanım, tamam hanım” sözleriyle savuşturulacak.

Yol kulübeye varmıştır artık. Orman bekçisi size yaban meyvaları ikram eder. Dağdan gelen buz gibi suyun tahta oyma musluğundan içtiğiniz her yudum ab-ı hayat olur. İçinizden “Ne güzel memleket be!” dersiniz. Sonra kocaman bir bıçak saplanır göğsünüze. Sizden sonrakilerin asla böyle anıları olmayacaktır. Ne bu renkleri, ne bu sesleri, duyabileceklerdir. Bin bir rayihanın ciğerlerinize sunduğu muhteşem ziyafetten hiç nasiplenmeyeceklerdir. Ne acı.

Bir önceki neslin yokluklar içinde sunduğu nimetlerin ne denli özel ve kıymetli olduğunu biz onların yaşına gelince özlemle hatırlıyoruz. “Hatırlıyoruz” diyorum çünkü gördük. Bizden sonrakiler hatırlamayacak, çünkü göremeyecekler.

Yaz tatillerinde elimizde “elif-be’lerimiz” caminin avlusuna koşar, tıpkı okuldaki gibi sıra olur içeri girerdik. Kızların başında tülbentler, erkeklerin fesler. Bir arada hocanın dersini dinlerdik. Üstün, esre, ötre nereye gelirse nasıl okunur? Sonra namaz sureleri. Sonra namazın nasıl kılınacağı. Sonrasında ahlak dersi. “Bir Müslüman yalan söylerse, kalp kırarsa yaptığı ibadet boşa çıkar. Çünkü yalan söylediği ve kalbini kırdığı kişiler öbür dünyada ibadetlerini alarak helalleşirler” derdi rahmetli Cemal hoca. Bizimle yakan top oynar, darb-ı meseller anlatır ve sürekli “Birbirinizi sevin!” derdi. Evde bunları anlatınca büyüklerimizin gözleri dolar, hocaya övgüler yağdırırlardı. Bugün olsa “Hoca çocukları sevişmeye teşvik ediyor” derlerdi eminim. Çünkü maalesef onlara da hiç güven kalmadı. Dinin özü yerine “milletin uçkurunun fetvası” derdinde olarak bu saygınlığı kendileri kaybetti.

Ormanda yürüdükçe birbirinden farklı kelebekler, arı ve sinekler.. İleride bir ağaç dibinde kirpi ayak sesinden rahatsız olmuş kaplumbağa, sırtında çilesiyle ağır ağır yol alıyor. Her biri bana bir insan karakterini hatırlatıyor. Nahif, üretken, asalak, sivri dilli ve çileye talip.

Koca koca beton yığınları tepemize dikilmeden önce yaşamımızın kendisiyken anılara dönüştü mahallelerimiz, dostluk ve komşuluk hikâyelerimiz. Varken usulca paylaşan, yokken sessizce razı olan, edebine sadık insanlar, çoktan toprak oldular. Saadet ve huzura odaklanmış aile yuvalarında eş namus, çocuklar, vebal, ana baba mecburiyetinden, “kendini mutlu et” mottosuna dönen bir anlayış, bizlere rezilliklerin dibini yaşatır oldu. Öyle ki milyonların gözü önünde ağabeyinden hamile kalan eşine “Seni seviyorum evine, bana dön” diye yalvaran bu adamları, hangi analar doğurdu acaba? Ormanın çam kokusundan uzaklaşıp şehre yaklaştıkça, zihnim tertemiz, anılarım kirli dünyaya döndü. O evler, bizi sarıp sarmalamakla kalmamış değerlerimizi de korumuş meğer.

Kapıda çıkarılan düzgünce konan ayakkabılar misafire hürmet, lokum eşliğinde sunulan çam kolonyası, biraz sonra odaya yayılacak kahve kokusu, “dersim var, oyun oynuyorum” bahanelerine sığınmadan el öpme seremonisi, hatır sormalar ve büyüklerin izni ile odaya dönmenin nesi gasp edilmiş özgürlüktü de rafa kaldırıldı? Gittiğiniz evde çocukların yaşadığına dair iz bulursanız ne ala! Yoksa yüzlerini görmek lütuf oluyor. Her şeyi tersinden okuduğumuz gibi çocuk gelişimini de sulandırıp, çocuklarımızı amorf bireylere dönüştürdük.

Bilim dünyasına saygımız sonsuz. Hayatımızı kolaylaştıran bize zaman bırakan her şeye şükür, ancak ruhumuzun emilip, nefise teslim edilmiş haline “vah”ım. Yalnızlaşmış, kendine yeten, cinsiyetsiz, adeta format atılmış bu çocukların çam kokulu anıları olmayacak. Başlarının okşandığı, mutfak masrafından artırılıp ceplerine sıkıştırılan üç beş kuruşun ne denli değerli olduğunu bilmeyecekler. Hep daha diye hedef gösterilen yüksekliklere ulaşmak çabası içinde, huzuru, mutlu olmayı, sahip olduklarının değerini asla bilmeyecekler. Yaşam ve ölüm arasına sıkıştırılıp, ruhları çekilmiş robotik varlıklar, “dünyaya hâkim olma şehvetiyle yanıp tutuşan küreselci maymunlar”ın ağızlarının suyunu akıtıyor. Adım adım hayal ettikleri dünyaya ulaşıyorlar.

Çam kokulu sevgili annelerimizin duası, hep sağlıklı ve mutlu olmamızdı. Gittiğimiz yere yakışmamızdı. Şimdilerde dualarda etiketler var. Oysa mutlulukla gülen bir gözün, sağlıkla ışıldayan bir tenin ve bilgi ile donanmış bir beynin, sevgiyle beslenmiş bir ruhun başaramayacağı bir zorluk yoktur.

Dünyamızı elimizden almalarına izin vermeyelim.

Hala ormanlarımız varken hala çam kokarken ve hala arılar vızıldayıp, kelebekler uçarken, kaplumbağa nazlı nazlı gezinirken yarınlarımıza sahip çıkalım. Biraz yükseklerden inip, en lüks arabadan daha değerli ayaklarımıza, en lüks gözlükten daha çok gören gözlerimize, en lüks parfümden daha kıymetli çam kokusuna, çarpan kalbimize, nefes alan ciğerlerimize sahip olduğumuz için şükredelim.

Çok değil birkaç ay önce bir gecede kaybetti binlerce insan bu değerleri..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Fatma karadede 9 ay önce

Aytaç hanim'cim merhaba muhteşem yaklasimli yazınıza bayıldım yüreğinize kaleminize sağlık kıymetli yazarımız. Sevgiyle kucakliyorum seni..

Avatar
Mehmet Özdemir 9 ay önce

Elinize , yüreğinize sağlık değerli hocam. Harika bir yazı, güçlü bir kalem. Nerede o hocalar? Nerede çam kokuları ?