Alışmışım Uludağ ‘ın eteklerine tutunarak yaşamaya… 
    Hayatta iki şeyden hiç hayıflanmadım; birincisi bebeliğimde anamın eteklerine tutunarak yaşamış olmama, ikincisi de doğdum doğalı Uludağ ‘ın eteklerine tutunarak yaşamış olmama… Çünkü ikisi de ömrüme ömür katmıştır benim; anam da, Uludağ da… Onların eteklerini, hayatım ile bağdaştırmam da bundandır işte…

Anamı sonsuzluğa uğurlayalı 3 yıldan fazla oldu. Mekânı cennet olsun ki; cennet, zaten anaların ayakları altındaymış. Yine bayağı oldu… Geçenlerde anamın evinde uyurken bir ara başıma dikilmişti, o an uyandığımda çekyatta yana doğru yattığım için gözlerimin hizasında ilk gördüğüm çiçek desenli basma eteğiydi… Hey gidi hey…
Anam; Türkan Şoray gibi güzel bir karakter ve aynı zamanda da yine onun gibi çok güçlü bir karakter oyuncusuydu… Hiçbir kaydı olmayan bütün filmleri tamamen benim hafızamdadır. Bazen o filmlerde bizleri figüran olarak kullanmıştır ki zaten biz her zaman onun koşulsuz şartsız gönüllü figüranlarıydık, helal olsun. Muradiye Memleket Hastanesi'nde torunlarının adlarını söyleyerek duvarı severken “Torunlarımı bana getirin ne olursunuz, seveyim” sahnesi şimdiye kadar çekilmiş bütün zamanların en duygusal film sahnelerine nal toplatabilecek düşünce ve duygu bütünlüğünde oynanmıştı mesela… Vay be… Şimdi bile “Vay be” dedirtiyor bana…

“Siz hiçbir zaman benim gördüğümü göremediniz ve hiçbir zaman benim çektiğimi çekmediniz” diyen tipler etrafta pimi çekilmiş el bombası gibi gezerler. Ne zaman, nerede patlayacakları belli olmaz. Lakin içlerinde barut hakları çok az olduğundan ses bombası edasında patlarlar. Varsın patlasınlar, patlayan patlasın, çatlayan çatlasın. “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine, bu hasret bizim” diyor şair… Daha başka ne söylenebilir ki insanoğluna…

Hey anam hey !…
Yeri gelir anlatmaya çalışırım seni de… Sen anlatılacak değil yaşanacak kadındın ki; o güzelliğin ile babamın aklını alıp bir daha da adama geri vermemen bunun en büyük ispatıdır. Bir yanlışın, bir doğruyu ebediyete kadar götürdüğünü bana öğrettiğin ne sahneler var; o sahneleri, ışık ve ses düzeni müsait olduğunda paylaşırız ki seyir zevki versin izleyenlere…

İkinci tutunarak yaşamayı sevdiğim etekler; Uludağ ‘ın etekleri demiştim. Uludağ ‘ın eteklerinde, Teleferik Semti, Piremir Mahallesi ‘nde doğmuşum. Hani “Senin ebeni...” dediklerinde bir irkilir ya insan; vallahi ben benimkini tanımıyorum ama aile içinde bilen birileri mutlaka vardır. Bir ebenin yardımı ile evde doğurmuş anam beni, Uludağ ‘ın eteklerinde… İlk aldığım nefes dağ havasıdır anlayacağınız ve oldum olası da o yüzden olsa gerek dağ havası çok hoşuma gider. Uludağ ‘ın eteklerinde, bir masala ev sahipliği yapmış olan bir sokakta büyüdük biz..
Masal gibi bir hayat; 
Herkesin ağabey, abla, kardeş, yenge, teyze, dayı, amca, sütanne, komşu anne, anane, dede olduğu bir sokak… Kimsenin kimse ile akrabalığı yok, bereket aralarında akraba ilişkileri de yok. Nasıl anlatsam hali hazırda yaşanan akraba ilişkileri değil de olması gereken akraba ilişkileri var belki de işte… Herkes herkese karşı sevgili, saygılı, hoşgörülü, mütevazı, yardımsever, dost canlısı… Arada dişli kıran, mil sıyıran, kayış atan olmuyor mu, oluyor tabii ki… Ama olsun; armudun sapı, üzümün çöpü var, cevizin kabuğu var kardeş… Baksana şimdilerde herkes dişli kırmış, mil sıyırmış, kayış atmış durumda… Artık sapların armutları, çöplerin üzümleri var, kabukların cevizleri var, a be kardeşim…

Boşuna mı diyor Nazım sana; 
Ve bu dünyada, bu zulüm senin sayende. 
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer 
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak kabahat senin..

— demeğe de dilim varmıyor ama — 
"kabahatin çoğu senin, canım kardeşim !” diye… 

Onun için dedim ya; “Ben de bu dağların nesine geldim” diye…
Sokak kültürü aslında çok değişik, farklı bir kültür; iyi tarafı var ama arkadaş kötü tarafı da çok yani…
Neden mi?
Nedeni, yetiştiğin sokağa çok bağlı…
Mesela dindar bir sokakta yetiştin ve o sokakta herkes çocuğunu Ensar Vakfı ‘nın okul veya yurtlarına yazdırıyor diyelim. Böyle bir şey düşünemeyiz, haklısınız, haksızlık ettim, yazmamam gerekiyordu, yazdım, özür dilerim. Yapanlara bir şey yok, ben de yazdığım için özür diledim, tamam, bir sorun kalmadı herhalde… Mesela yine dindar bir sokakta yetiştin ve büyüdüğünde bütün ülkenin parasını çaldın, ne bulursan çaldın, insanların hayatlarını çaldın.. 
Sonra da piyano çalıyor diye Fazıl Say ‘dan nefret ettin, onu halka şikayet ettin, bu adam “çalıyor” dedin..
Bir kısım insanda senin bu dediğine inandı ve Fazıl Say ‘dan nefret etti. Hani “evde tutmasan” Fazıl Say ‘ı anında linç edeceklerdi. Barbaros Şansal ‘ı ettiler. Çünkü “O …… tekiydi” diye düşündüklerinden değil de çok farklı olduğu için, dolayısıyla da ondan çok korktukları için linç ettiler.

Mahkemeler daha önemli işler için vardı.
Yazarları, çizerleri, düşünenleri, konuşanları tutuklamak için mesela...
İşin garibi dindar insanların yaşadığı sokaklarda nedense bir linç kültürü vardı, çok ilginç geliyor ve o yüzden yazıyorum.
Nasıl olabilir ki?
Hani dedim ya; “Ben de bu dağların nesine geldim” diye…
Uludağ ‘ın eteklerinde kurulu olan Bursa ‘da maalesef bu havayı yaşamaya başladı. Osmanlı ‘ya başkentlik yapmış olan bu mistik kent, dini bütün havası ile bütün dini bütünleri kendine âşık ederken bizi de yavaş yavaş hayatından tasfiye ediyor. Okuyup da “Oh çok iyi oluyor” diye iç geçirenler olabilir… Zavallı insanlar; insanlığın varlığından beri vardılar ve olacaklar. Ben de bundan rahatsız olmam, olamam, olursam onlardan farkım kalmaz.

Ben ilkbaharı ve yazı dört gözle bekliyorum;
Uludağ ‘ın eteklerinde, artık kimin bahçesinde varsa elmaları olduğunda bir elma ağacının altına yatacağım ve bir elmanın başıma düşmesini bekleyeceğim. Yerçekiminin varlığına tanıklık ederek onu bulmak istiyorum. “Olmaz, bir kere bulundu artık” demeyin, bulunmadan önce vardı zaten… Ben de o zaman bulunduğunu kabul etmiyorum işte… Dedim ya bulunduğunda vardı zaten…

Yani yazdıklarım da, anlattıklarım da daha önce çok yazıldı, çok anlatıldı. O yüzden boş verin… Boş verin de; hatırlayanlarınız olacaktır, mutfak tüplerini boş verdiğimizde yerine dolusunu aldığımızda bedelini ödüyorduk. İşte boş verin, nasıl olsa hep birlikte bedelini ödeyeceğiz…

Bakın buradan uyarıyorum; yazdıklarımı kimse şerre yormaya kalkmasın, benim yazdıklarımda “HAYIR” vardır, biz öyle “HAYIR”LI bir sokakta büyüdük… 
Ah Ferdi Tayfur ah…
“Bende bu dağların nesine geldim, 
Meleşir kuzular sesine geldim, 
Bir garip ölmüşte yasına geldim, 
Geldim emmoğlu”

diyerek benden fazlasını söyledin ya…
Senin de alacağın olsun...
Vardır da zaten senin bizden alacağın ama bu işin en önemli kısmı, senden aldıklarımızı da çaldırdık biz.
Sen bizi affet Ferdi Tayfur…
“Sizi Allah affetsin” deme, toplumu da töhmet altında bırakma, sana da bozulurum bak…
Neyse; hadi bakalım bu kadar anlattık ki eninde sonunda “HAYIR” olsun inşallah…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.