Uzun bir kışın ardından gelen bahar, yağmurlarıyla merhaba demişti. Zaman zaman fırtınaya dönüşen, sele sebep olacak kadar yoğun yağış herkesi bezdirmişti. Televizyon habercisi ülkenin değişik yerlerinden felaketin görüntülerini aktarıyordu. Camlar da dolunun sert darbelerinden nasibini alıyor, hafifleyince gök gürültüleri ürkütmeye devam ediyordu. Pastanede huzurevi çalışanı arkadaşımla otururken bir yandan da yağmurun ona hatırlattığı Deran’ın hikâyesini dinliyordum. Artık Huzurevlerinin Uğur Dündar baskınlarında görülen manzaralardan çok uzak olduğunu memnuniyetle öğrendim. Hatta pek çok hali vakti yerinde, kimseye muhtaç olmak istemeyen orta yaşlıların bile sıraya girdiğini ve beş yıldızlı otel hizmeti verildiğini de eklemişti sözlerine. Kim bilir daha ne konular çıkar anlatmak isteyene. Fatma anlattı ben öyküleştirdim.

Huzurevi sakinleri her zamanki gibi salonda toplanmış sel felaketine dair haberleri izliyorlardı. Her görüntü birilerine tanıdık geliyor, ardından hikâyesi anlatılıyordu. Kiminin doğduğu yer, kimisi görevli gitmiş, kimisi askerliğini orada yapmıştı. Her şehir her belde bir şekilde anılara yerleşmişti. Söz bitince, zihindeki fotoğraflara dalan küçük toplulukta bir kişi, tek bir kişi hep susmayı tercih etmişti. Oysa onun da şehri, en çok gelip geçtiği köprü yıkılmıştı. Söylese kime ne? İnce uzun parmaklarıyla tekerlekli sandalyesini odasına çevirdi. Geçerken başıyla selam vermeyi ihmal etmedi ev ahalisine. Yüzünde sahte bir tebessüm. Odasına girer girmez koyuverdi gözyaşlarını. Kapıyı itekleyip örttü. Arkasına bakmadı. Baksaydı kapısının aralık kaldığını ve bir çift gözün onu izlediğini görürdü.

Huzurevinin Deran annesini, kraliçesini gözyaşlarına boğan neydi acaba? Hangi görüntü onu can evinden vurmuştu. Fatma hemşire hayran olduğu kadının hızla salonu terk edişini fark ettiğinde bir ihtiyacı olabileceği düşüncesiyle ardına takılmıştı. Beklemediği manzara onun iyice şaşırttı. Elbette merakını giderecek ve nedenini soracaktı. Ama şimdi değil.

Deran Deran!..” diyen bir ses kulağında yankılandığında başını kaldırdı ve o köprü onu çok eskilere götürdü. Henüz lise çağlarındaydı. Sarı, kumral tınılı iki örgülü saçları, orta boyu, bebek yüzü ve görenin etkisinde kaldığı iri ela gözleri. Deran okulun en gözde kızlarından. Çalışkan da. Babasının bir tanesi. Veteriner hekim Ahmet Bey’in tek yavrusu. Hali vakti yerinde, kasabanın en güzel evi onların. Deran imrenilecek bir kadere doğmuş. Doğmuş mu ki? Şans mı bunlar, yeter mi şanslı olmak için?

Lise finalinde en büyük acıyla sınanıyor. Annesi sık sık hastalanıyor. Çok ağır bir tanı konuluyor, şifası mümkün değil. Psikologlar, ilaçlar yetmiyor, kasaba seferber oluyor, memleketin her bir yanından nefesi kuvvetli hocalar bile getiriliyor. Çare bulunamıyor. Deran üniversite hayaline nokta koyuyor. Annesinin annesi oluyor. Varlıkta yokluğa tahammül ediyor. Sırayla bakıcı kadın ve mahallenin teyzeleri bekliyorlar başını. İllaki bir yolunu bulup kendisine zarar veriyor annesi. Babasının beklediği bir gece, günü yorgun tüketmiş adamcağızın kendinden geçtiği bir anı fırsat bilerek, yedek anahtarı gizlediği yerden alıp koşarak uzaklaşıyor. Hava ayaz, kar çiseliyor, üstünde geceliği. Evlerinden her daim izlediği köprüye gidiyor nefes nefese, arkasında kimsecikler yok. Önce çöküyor sonra korkuluklara tırmanıp bırakıyor kendisini buz gibi sulara. Camdan kadını görüp koşan komşular yetişemiyorlar. Suya atlayan atlayana ama o çoktan kavuşmak istediklerine kavuşmuş. Hekim bey çılgın bir halde dövünüyor, Deran’a annesini göstermemek için büyük çaba sarf ediyorlar. Tam bir trajedi yaşanıyor. Ardından kasabayı terk ediyorlar anneciğini oraya emanet edip. Deran çok uzun yıllar sonra mezarını naklettikleri İstanbul’da onu ziyaret ediyor. Tuhaf bir tesadüf boğaza nazır bir yerde. İçi kaldırmıyor. Onu annesiz bırakmasını hiç affedemiyor önceleri. Sonrasında kabulleniyor ama o acı o terk edilmişlik duygusunun travması yıllarca sürüyor. Babası bir daha hiç evlenmiyor. Deran babasının bir arkadaşının hekim oğluyla evlenip şehir şehir geziyor. Çocuk istemediği için eşinden kendi isteğiyle boşanıyor. Anne olmayı kabullenemiyor. Babasını kaybettikten sonra bu huzurevine yerleşiyor. Bilinen hikâyesi bu. Ama asla annesinin gerçeğini kimseye anlatmıyor.

Deran Hanım, kendisine en çok özen gösteren hanımlardan birisiydi. İki yıl önce felç geçirip tekerlekli sandalyeye mahkûm olmadan önce neşesi, gezilerdeki enerjisi, müziğe, dansa olan düşkünlüğü ile farklı bir hayran kitlesi oluşturmuştu. Hadi Bey geldiği günden beri peşinden ayrılmaz ve her adımını izler, her sözüne değer verirdi. Personel arada Deran Hanım’a, Hadi Bey’i göstererek takılırlardı “En ağır hastamız” diye. Adamın bitmez tükenmez ilgisini arada sohbet ederek taçlandırırdı Deran Hanım. Zaman içinde sohbetlerinden haz almaya onun ilgisinden mutlu olmaya başladığını fark etmişti. Biraz babasının beyefendiliğini de görmüştü onda. Bir de kendisine benzeyen hikâyesini. O da yarım kalmış bir çocukluk yaşamış, anneannesi tarafından büyütülmüştü. Dedesinin galerisinde çalışırken insanları incelemek, tanımak fırsatı bulduğunu ve herkesin iyi yanını almaya nasıl çabaladığını anlatırdı sık sık. Bir erkek çocuğu vardı ve onlarla yaşamayı reddedip buraya yerleşmişti. Sık sık kalanlara yaptığı jestlerden dolayı hatırı sayılır bir serveti olduğu söyleniyordu. Arada yurt dışına gidip oğlu ve torunlarıyla hasret giderir ve öyle zamanlarda Deran Hanım odasından pek çıkmak, diğer kalanların sıradan sohbetlerine katılmak istemezdi. Fatma’ya onu çok özlediğini söylerdi

Bir seyahat dönüşü ona çok güzel bir gümüş bilezik getirmiş ve kabul etmesi için ne diller dökmüştü. Daha önce takmadığı bu bilezik herkesin dikkatini çekse de kimse nezaketsizlik olmaması için sormamıştı. Fatma hemşire açılmış kutuyu ve onun bileziği takmak için verdiği mücadeleyi görüp yardım etmiş ama o da hiçbir şey söylememişti. Mutluluklarına tanık olmak onu çok mutlu ediyordu. Her ikisinden de o kadar çok maddi yardım görmüştü ki. Onları sadece bu yüzden değil, nezaketleri ve tavırları için de çok seviyordu. Ve bir gün Deran Hanım hiç beklemediği bir şey söyledi. “Fatmacığım aşkın yaşı yokmuş, bu yaşta bunu da öğrendim.” Öyle tatlı ve içten söylemişti ki Fatma Hanım ona sarılıp gözyaşlarını tutamamıştı.

Bir yılbaşı gecesi huzurevinin müdiresi takmıştı nişan yüzüklerini, dev bir pasta ve harika bir keman solosu eşliğinde. Mutluluğun somut halini izlemişlerdi. Dışarıda kar yağıyor, Deran Hanım, Hadi Beyin omzuna yaslanmış, o korkunç geceyi hatırlıyordu. Ve ilk kez birisine en ince ayrıntısına kadar anlattı. Ona, sevdiği adama anlatmayıp kime anlatacaktı ki? Hadi Bey sımsıkı sarıldı geç gelen sevdasına. Başından öptü sadece ve sustu hiçbir şey söylemedi, saygı gösterdi acısına. Kadın döndü ve kocaman bir öpücük kondurdu yanağına. Teşekkürdü varlığı için.

Bahar gelmiş, bahçe çiçeklenmişti. Ağaçların altında, özenle dikilmiş çiçeklere inat, papatya ve peygamber çiçekleri, sarı yaban çiçekleri boy göstermeye başlamıştı. Gecelerce sohbete doymuyorlardı. Çoğu zaman en geç onlar geliyordu kahvaltıya. Biran önce masaları toplamak arzusunda olan çalışanlar onlara özel bir anlayış gösterir, sevgiyle, muhabbetle hizmet ederlerdi. Onlar da bu ilgiye kayıtsız kalmazlardı.

Bir sabah kahvaltısı sonrası çıktıkları bahçede Deran Hanım’ın papatyalara bakarak iç geçirdiği, Hadi Bey’in dikkatinden kaçmadı. Eğildi birkaç tane koparıp kadına uzattı. Derin derin kokladı. “Biliyor musun Hadi Beyciğim, televizyonda görmüştüm, yabani papatya tarlalarında resim çektiren kadınları. Hep istedim en sevdiğim çiçeklerin denizinde yüzmeyi, öylece uzanmak isterdim.” Güldü adam "Kim bilir gideriz bir gün, neden olmasın” dedi.

Bir yaz akşamı Deran Hanım ikinci felçle yatağa bağlandı. Durumu hiç iyi değildi. Çok zamanının olmadığını söyledi doktorlar. O hastane yerine yuvası bildiği huzurevinde kalmak istedi. Doktorların biri gelip biri gidiyordu. Hadi Bey tüm imkânlarını seferber etmişti. Bir sabah sigara içmek için dışarı çıktığında gördü papatyaları. Deran Hanım’ın sözleri geldi aklına. Huzurevi müdürü ile görüştü ve tüm çiçekçileri aradı hatta şehir dışındakilerini bile. Kamyonetlerle papatyalar taşındı. Odadan banyo bahanesi ile çıkarılan Deran Hanım’ın yatağı dahil her yer papatya tarlasına çevrildi. Hadi Bey bornoza sarılı, artık kuş kadar hafif kalmış kadını papatyaların üzerine yatırdı. Herkes ama herkes ağlıyordu. Ellerini tuttu, eğildi kulağına bir şeyler söyledi. Bu kez kadın ağlıyordu. Onları yalnız bıraktılar. Elleri ellerinde başı sevgilisin göğsünde uyuyakaldı adam. Sabaha karşı bir hırıltı ile uyandı. Düğmeye bastı oda anında doldu. Son kez gözlerine baktı bir de papatyalara. Dudakları kıpırdadı ama bir şey söylemeye gücü yetmedi. Yumdu gözlerini.

Hadi Bey kendisinin de bundan sonra yaşayacağı bir köy evinin bahçesine gömdürdü sevgilisini özel izinle. Etrafı her yıl yenilenen papatya tarlasında yüzüyordu sevdiği kadın.

Kısa sürmüştü belki ama bir insanın ömrüne sığdıramayacağı kadar mutlu anlar ve anılar biriktirmişti. Aşkın kendisi bir ömür değil miydi zaten?

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.