Prof. Dr. HİLMİ ÖZDEN yazdı: "Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu Ve Yüzbaşı Şerafettin” -1-

Türk gençlerinin mutlaka okuması gereken belgesel bir eseri bu yazımda tanıtmak istiyorum. Bu eserler ister edebî roman yahut hikâye türünde olsunlar isterse belgesel tarih kitapları olsun her milletin ebediyen ayakta durabilmesi için okunması ve bilinmesi gereklidir. Çünkü millî tarih şuuru/bilinci ancak bu şekilde kazanılabilinir. Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tarihini bilmeyen milletler, yok olmaya mahkûmdur!”ve“Millî benliğini bulmayan milletler başka milletlerin avıdır” 1923 (Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, II, S. 143) sözleri millî şuurun hayati önemini bizlere öğütlemektedir. Türk Milletinin bağımsızlığında şüphesiz onun köklerinden getirdiği özgürlük mücadelesinin emanetleri vardır. Bunların başında şüphesiz kılıç (Silah) gelmektedir. Harbiyeli genç subayların kılıç merasimleri de Mete Han’dan bugüne Hun Türklerinden Anadolu Türklerine uzanan M. Ö. 209 yılının öncesi ve sonrasından bir Oğuz geleneğinin ifadesidir. Türkler tarihte ilk defa demire su vererek kırılmaz kılıçların demircileri/mucidi olmuşlardır.

Resuller Resulü Hz. Muhammed Mustafa(O’na, Ashab-ı Güzine ve Ehl-i Beytine selam olsun) “Cennet kılıçların gölgesi altındadır” buyurmuştur. Şüphesiz Cennetin müjdesi doğruluk üzerine savaşan askerlere ve insanlara bahşedilmiş bir ilahî lütuftur. Aynı zamanda bir ülkenin hür ve mesut olması için onun ordusunun ve silahlarının güçlü olması gerektiği de vurgulanmaktadır. Türk’ün tarihinde görülen ok, yay, kılıç ve birçok savaş aracı ona özgürlüğün vazgeçilmez kanatları olmuştur. Atı ilk kez evcilleştirmiş yedi kıtayı dolaşmıştır. At Türk’ün kanadı olmuştur. Millî Mücadelede de süvarilerimiz yalın kılıç düşman hatlarının gerisine dalarak yıldırımlar, tufanlar oluşturmuştur. Onlar atları ve ellerinde kılıçları ile düşmana korku dosta güven vermişlerdirProf. Dr. Kemal Arı’nın “Üçüncü Kılıç, İzmir’in Kurtuluşu ve Yüzbaşı Şerafettin” isimli tamamen özgün kaynaklara dayanarak hazırladığı eser ilkokuldan yüksek okulların kitaplıklarına, kütüphanelerine kadar bulundurulmalı ve TV dizileri hazırlanmalıdır.

ÜÇÜNCÜ KILIÇ, İZMİR’İN KURTULUŞU VE YÜZBAŞI ŞERAFETTİN

YENMEYEN TAVUK

Sakarya Savaşı günlerindeydi. Yoğun, boğaz boğaza çarpışmalar sürüyordu. Gazipaşa ve diğer Paşalar Duatepe'de bir çadırda akşam yemeği için toplanmışlardı. Zor günlerdi. Top sesleri Ankara'dan duyuluyor; kimi milletvekilleri, hükümet merkezini daha güvenli bir yere, örneğin, Sivas'a ya da Kayseri'ye taşımayı dillendiriyorlardı. Fevzi Paşa böyle anlardan birinde, cepheden, üstü başı toz toprak içinde meclise gelmiş, savaş hakkında bilgiler vermiş, milletvekillerini güçlükle yatıştırabilmişti. Türk ulusal varlığı tehlike altındaydı. Yok oluş, adeta kapının ağzında sinsi sinsi gülümsüyordu. Ordu darmadağın bir haldeydi. Zayıf bir ışık altında, Paşalar yemek yemek için yer sofrasına sıkışmış gibiydiler. Cılız bir tavuk orta yerde duruyordu. Onca insan bu küçücük tavukla karınlarını doyurmaya hazırlanıyordu. Kimse başkomutan yemeğe katılmadan uzanıp yemeğe cesaret edemiyordu. Mustafa Kemal Paşa yemeğe uzanmadan önce başını kaldırdı ve askere yemek olarak ne verildiğini sordu. Paşalardan biri; savaş halinde askere sıcak yemek verilemediğini, bir iki terk edilmiş köyden, ambarlardan buğday ve mısır bulunduğunu, kavrularak bunun avuçlar halinde cephedeki askere dağıtıldığını söyledi. Bunu duyunca Mustafa Kemal Paşa'nın gözünden, bir damla yaş süzüldü ve eli yemeye dokunmadan sofranın başından kalktı. O akşam, o sofrada hiç kimse o tavuktan yiyememişti(39-40).

Türlü çarpışmalardan, sayısız insan ve büyük oranda mal kayıplarından sonra düşman, Sakarya nehrinin doğusunda güçlükle durdurulabilmiş; ardından Mustafa Kemal Paşa'nın komutasındaki Türk ordusuna son bir çabayla düşman Sakarya Nehri'nin batısına atılabilmişti. Bu savaşta göğüs göğüse muharebeler olmuş; çok sayıda subay yitirilmişti. Cepheler darmadağınıktı. Kim nerede, hangi noktada anlama olanağı yoktu. Türkler dişini tırnaklarına takmış olanca güçleriyle savaşıyorlardı. Artık bu cepheden başka geride durabilecekleri bir cephe yoktu. Bu bölgenin çökmesi demek, Anadolu'nun düşmesi demekti. Bu aşamada, Mustafa Kemal Paşa; O çok bilinen tarihi emrini dile getirmiş: “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır. O Satıh bütün vatandır!” demişti(40).

VE ÜÇÜNCÜ KILIÇ

Bozkırların, yaz günleri olsa da, çehresi sert, soğuğu keskindi. Bozkır, Ağustos ayında dahi geceleri Ayaz kesiyordu. Türlü zorluklara karşın, Türkler bozkırın ortasında verdikleri bu büyük savunma savaşından başarıyla çıkmasını başarmışlardı. Düşmanı menzilinden uzaklaştırdıktan sonra, o sert Bozkır coğrafyasında bir yenilgiye ardından da uygun bir çekiliş çizgisine kadar itmişlerdi. Batı Cephesi Kurmay Başkanı Asım Paşa(Gündüz), Türk ulusunun girdiği bu büyük özverili savaşımı yeni bir Ergenekon olarak nitelemekteydi.(Asım Gündüz, Hatıralarım, İstanbul, 1973, sayfa 55- 56). Ergenekon'da nasıl ki dağlar arasında sıkışmış kalmış bir ulusu; bir kurt, rehberlik ederek aydınlığa çıkarmışsa; bu savaşlarda da Mustafa Kemal Paşa, ulusuna önderlik ederek, onu tutsaklıktan kurtarmıştı. Sanki Türk ulusunun ortak belleğindeki bir tarihsel mitoloji bu büyük savaşla gerçekleşiyor gibiydi. Bu cumhuriyetin erken dönemlerinde, pek çok yazarın, ozan'ın diline ve bestelerine yansımış bir benzetmeydi. Pek çok yazar ve ozan, Mustafa Kemal Paşa'yı ulusunu aydınlığa çıkaran bir Bozkurt'a benzetiyordu. Kuşadası'nı İtalyan işgaline karşı savunan ulusal kahramanlardan birisi olan Mahmut Esat Bey Ankara döneminin Adalet bakanlarındandı. O Sakarya Savaşı günlerine ilişkin yazdığı bir yazısında şunları diyordu: “Türk ordusu, düşman baskınlarıyla Altıntaş önlerinden Sakaryalara kadar çekildi. Yine birçok belde, düşman istilası altında kaldı. Top sesleri, Ankara'da meclis binasını sarsıyordu. Ben oradaydım. Azmin, sağduyu'nun yüksekliğini düşününüz ki bu ulusal zorluklar içinde meclis önünde bando durmadan çalıyor. “Doğacaktır sana vaat ettiği günler hakkın/ Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın”. Bando tınılarını gittikçe yükseltiyor sanki bunları Tanrı’ya ulaştırmak istiyordu. Bandoların Hüzün verici nağmelerine karışan iniltiler, top sesleri, sanki ikinci Ergenekon çıkışımızın bestesi oluyor”.

Mahmut Esat Bey, milletvekili kimi arkadaşlarıyla Sakarya'da cephede savaşan askerleri görmeye de gitti. Sakarya'da bir Aralık çevresine Ali Naili Paşa'ya bağlı birliklerden birisi meraklı gözlerle sardı. Erlerinin birçoğu baş açık, yalın ayaktı. Pantolonları lime lime idi. Ceketleri yoktu. Üzerlerindeki silah ve cephane, bellerinden göğüslerine kadar, onlara elbise görevini görüyordu. Bunlarla hem bağımsızlığı koruyorlar hem de ısınıyorlardı. Arkadaşları Mahmut Esat Bey'den askerleri cesaretlendirecek bir iki söz söylemesini istediler. O, bir taş parçası üzerine çıkarak, askerlere karşı onları heyecana getirecek sözler söylemeye çalışıyordu; ancak askerin bu perişan görüntüsünden o denli etkilenmişti ki; üzerine çıktığı taştan inerken üzüntüsünden sendeliyordu (43) (Mahmut Esat Bozkurt, Türk İhtilalinde Vatan müdafaası, kaynak Yayınları, sayfa 133).

Zafer/Utku Türklerin olmuş; Yunan Ordusu, Sakarya Nehri'nin batısına atılabilmişti. Binlerce Şehit vardı. Ulus öz kaynaklarını neredeyse bitirme noktasına gelmiş; işgalin her türlü kötülüğü, çirkin çamurlar gibi ulusun duru bağrına serpilmek istenmişti. Bu büyük Zafer yurt içinde büyük bir coşkuyla karşılandı. Türk ulusunun ortak belleğinde sömürgecilerin yenileceği yönünde var olan İnanç, zaferle birlikte daha da güçlendi (43-44). Bayram Sevinci ve coşkusu yalnız Anadolu ile sınırlı kalmadı. Anadolu dışındaki Türk ve Müslüman topluluklar da Anadolu'daki bu büyük zaferi büyük bir sevinçle karşıladılar; Çünkü bütün ezilen dünya ulusları, bu arada Müslüman ve Türk dünyası, Mustafa Kemal Atatürk'ün önderliğindeki Türklerin emperyalizm karşısındaki Zaferini ortak yazgılarının yenilmesi yönünde önemli bir başarı olarak görüyorlardı. Hint Müslümanlarından Muhammed İkbal gibi önemli İslam ozanları Mustafa Kemal Paşa'yı ve onun ordusunu, sömürgecilere karşı şahlanan bir kılıca benzetiyorlardı. Sakarya Savaşı'nın zor günlerinde Yunan Ordusu Ankara önlerine yanaştığında, Mustafa Kemal Paşa bütün İslam âlemine bir beyanname yayımlayarak; Bütün İslam yüreklerinin bir kalp halinde çarpması gerektiğinden söz ediyordu. Ardından yayımladığı başka bir beyannamede de İslam'ın her tarafta hezimete uğrayan sancaklarının Anadolu'da toplandığını belirtiyordu. Hindistan’ın (sonra Pakistan'ın) ünlü ozanı Muhammed İkbal bu beyannameleri Lahor'da Kurban Bayramı namazı için toplanmış olan 250.000 kişi önünde okudu. Ardından da etkili bir konuşma yaparak; “Dua edelim Kardeşler” diyordu. O bayrağın burçlardan kıyamete kadar düşmemesini diliyor ve dua ediyordu. Ona göre bu savaşta Mustafa Kemal Müslümanları Hıristiyanlara karşı savunuyor; Mustafa Kemal'in komutanı olduğu Türk ordusunu da İslam'ın son askerleri olarak nitelendiriyordu. Bu konuşma Hint Müslümanları üzerinde çok etkili oldu. Hindistan'ın her köşesinde şu haykırışlar duyuluyordu: “İslam tıpkı bir duvar gibidir herhangi bir tuğlasını yerinden oynatırsanız bütün duvar çöker. Mustafa Kemal'i destekleyin!”(45).

İşte, bu büyük Zafer, böyle bir Psikolojinin üzerine denk gelmişti. Büyük bir coşkunun yaşanması artık bu aşamada doğaldı. Bu yalnız Hindistan'da değil, çoğu yerde böyleydi. Hindistan'dan, İran'dan, Afganistan'dan ve Türk topluluklarından yığınla kutlama yazıları alınıyor; Büyük Millet Meclisine ve Gazi Mustafa Kemal Paşa'ya heyetler ve mektuplar gönderilerek, bu büyük Zafer nedeniyle yaşanan coşku ve sevinç dile getiriliyordu (45) (Bilal N. Şimşir, Atatürk ile yazışmalar(1920-1923), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981.) Muhammed İkbal aynı zamanda Hindistan Müslüman birliğinin başkanıydı. Bu örgüt Ahmetabat’ta 30 Aralık 1921'de bir Kurultay yapmış; bu kurultayda bir karar tasarısı kabul edilmiş ve Türklerin Yunanlılara karşı kazandığı görkemli zaferlerden dolayı Mustafa Kemal Paşa tebrik edilmişti.(45). Ayrıca Mustafa Kemal Paşa'nın İslam dünyasına büyük hizmetlerde bulunduğu ifade edildi. Kurultayda Hasret Mohani gibi konuşan kişiler, Trakya ve İzmir'in Türklere iade edilmesini istiyorlardı. Kimi Hint Müslüman liderleri de Atatürk'e Seyf’ül İslam (İslam'ın kılıcı) ünvanını vermişlerdi(46).

Aynı sevinç ve coşku, dost ve kardeş Buhara Cumhuriyeti tarafından da gösterilmişti. Buhara geçmiş zamanda Batı Türk elinde bir şehrin adıydı. Bir zamanlar burada bir Buhara Hanlığı kurulmuş, ama Rusların İstilası ile yıkılmıştı. 1917'deki Bolşevik devrimi üzerine Buharalılar fırsat geldi diye düşünüp bir Cumhuriyet kurmuşlardı (Enver Behnan Şapolyo, Atatürk ve Üç Kılıç, Türk kültürü,IV/37, s.85.). 6 Ekim 1920 tarihinde Buhara Cumhuriyeti kurulmuş oldu. İlk devlet Başkanları Osman Hoca (Kocaoğlu), Başbakan Feyzullah Hocaev ve Millî Eğitim Bakanı Abdurrauf Fıtrattı. Bunların hemen hemen tümü bir dönem İstanbul'da öğrenim görmüşlerdi. (Enver Behnan Şapolyo, a. g. e., s.86.).

Hatta Kurtuluş Savaşı günlerinde Buhara Cumhuriyeti henüz Kızılordu tarafından işgal edilmemişti. Kısmen özerk bir Türk devleti olarak varlığına sürdürüyordu. Buhara’dan bazı gönüllüler İngiliz destekli Yunan emperyalizmine karşı savaşmak için Anadolu'ya gelmiş ve Türklerin bağımsızlık savaşında gönüllü Savaşçılar olarak yerlerini almışlardı. O dönemin özgün bir özelliği olarak Buhara Halk Cumhuriyeti ile ilişkilerin çok gelişmiş olduğu, tam bir güven duygusu içinde iki halkın birbirine destek verdiği görülmekteydi(46). Buhara Halk Cumhuriyeti Türkiye'de ulusun giriştiği bağımsızlık ve özgürlük savaşına sevecenlikle ve ilgiyle bakmış; yürekten bu savaşımı desteklemişti. Bu süreç içinde onlar İstanbul'da halife ve Sultan vardır diyerek ona çok fazla yanaşmamış ve İstanbul yerine Ankara hükümeti ile ilişkiler kurarak işbirliğine yönelmeyi tercih etmişlerdi. Ankara hükümeti bu coğrafyaya özel önem veriyordu. Bölgede ağırlıklı olarak Türkler yaşıyor ve ortak kültür bağlarından dolayı dayanışma olasılığının yüksek olduğu düşünülüyordu. Türkiye'deki oluşumlar ise Kafkaslarda ve Türkistan coğrafyasında ilgiyle izleniyordu. Bu coğrafyada da Osmanlı ülkesindeki yenilikçiler grubu gibi “Ceditçiler” bulunuyordu. Bu grubun önemli kısmı İstanbul'da eğitim görmüş; Türkçeyi arı duru konuşuyorlar, Batı dünyasını yakından biliyor ve tanıyorlardı. O yörenin aydınları da İngiliz emperyalizminden yakınıyor ve Türkiye'deki savaşımın niteliğini bu nedenle övgüyle karşılıyorlardı (47).

Türk halkları, ulusal savaşa gönülden destek veriyorlardı. İstanbul Üsküdar'da Sultantepe semtinde Özbekler Tekkesi adıyla bir Tekke oluşturmuşlar, bu tekkeyi İstanbul'dan Anadolu'ya silah ve insan geçirmek için üs olarak kullanmışlardı. Anadolu'ya geçmek isteyen kişiler Bu tekkeye gidiyor ve Anadolu'ya geçirilmelerini istiyorlardı. İstiklal Marşı şairi Mehmet Akif Ersoy'un, Kurtuluş Savaşı'nın Halide Onbaşı olan Halide Edip Adıvar'ın, hatta Atatürk'ün yakın silah arkadaşı İsmet Paşa'nın bu tekke aracılığıyla Anadolu'ya geçtiği söyleniyordu. Yine tekke Anadolu'ya geçen kişilerle onların İstanbul'da kalan yakınları arasında iletişim kurabilecekleri bir ortamdı. O tarihlerde Anadolu'da Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Türkler Emperyalist ve el koyucu dayatmalara karşı bir bağımsızlık ve özgürlük savaşı veriyorlardı (Nejat Kaymaz, Türk Kurtuluş Savaşı'nın tarihsel konumu ve niteliği, Belleten, XL/ 166(-1976), s. 599- 616). Sovyet Rusya, Azerbaycan ve Afganistan, Büyük Millet Meclisi hükümetini tanımışlardı. Bunların yanı sıra Buhara'da Türkiye'deki savaşımı kutsuyor, ona gönülden destek veriyordu. Öyle ki Sovyetler Birliği'nin Türkiye'ye savaş yıllarında para yardımı yapması gündeme geldiğinde, Buharalı önderlerin kimi duraksamaları ve kuşkuları ortadan kaldırmak için yoğun bir çaba harcadıkları görülüyordu (48-49).

Özellikle Sovyet önderlerinden Çiçeri'nin kafasındaki soru işaretlerinin kaldırılmasında onların büyük etkisi oldu. Buhara yeraltı kaynakları nedeniyle zengin bir ülkeydi ve ülkenin para sıkıntısı yoktu. Sovyetler Birliği'nin pek çok yerinde insanlar açlık çeker ve yokluk içinde kıvranırken, onlar oldukça rahat bir yaşam sürüyorlardı. Bu nedenle Türkiye'ye Rusya'dan para ve altın gönderilmesi gündeme geldiğinde, yerel Türk önderler bu işi kolaylaştırmak hatta önünü açmak için önderlik etmek işlevini bile üstlenmişlerdi. Bu nedenle Sovyetlerden gelen para ve silah yardımında da Buhara Cumhuriyeti'nin büyük bir katkısı olduğu biliniyordu (Alptekin Müderrisoğlu, Kurtuluş Savaşı'nın mali kaynakları, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, s. 515). (49). Diplomatik ilişkiler ve yakınlaşma çabaları Sakarya Zaferinin ardından birdenbire hızlandı. O günlerde Ankara Anadolu’daki yeni hükümet ile ilişki kurmak isteyen kurullarının konukluğuna tanık oluyordu. Bin bir zorluklarla yorucu bir yolculuk sonrasında Ankara'ya ulaşan bu kurullar kendi ülkelerinin ya da bağlı oldukları grupların içten duygularını Ankara hükümetine iletiyorlardı. Siyasi temsilcilik açmak isteyenler bile vardı bu şekilde Ankara'ya gelen kurullardan biri de bugünlerde Buhara’dan yola çıktı. Buhara hükümeti Sakarya Savaşı'nın Türk ulusuna sunduğu büyük zaferin coşkusunu Anadolu'da bir onur ve ölüm kalım savaşı veren Türk halkı ile paylaşmak ve Ankara hükümeti ile siyasal ilişkiler kurmak üzere bir kurul oluşturarak Türkiye'ye gönderdi (49-50).

1921 yılını 1922 yılına bağlayan soğuk Aralık günleriydi. Zorlu bir karayoluyla, at arabalarının üzerinde, yanlarındaki yürekleriyle birlikte Batum'a ulaşan Kurul, buradan bir gemiye binmiş ve denizden yoluna devam etmişti Kurul iki kişiden oluşuyordu. Bunlar Recep Bey ve Naziri Bey adlı kişilerdi (Enver Behnan Şapolyo, a. g.m., s. 85) . Recep Bey Elçi, Naziri Bey'de Maslahatgüzar olarak Ankara'ya geliyordu. Buhara Cumhuriyeti böylece Türkiye'de en üst düzeyde bir temsilcilik oluşturmayı amaçlamıştı. Kurul Ankara'ya doğru yol alırken aynı günlerde Buhara, bu kuruldan ayrı olarak 17 kişilik bir öğrenci grubunu da eğitim görmek üzere Kastamonu üzerinden Türkiye'ye göndermişti. Önce Türk Sovyet ilişkileri çerçevesinde, Türkiye'ye ekonomik destek veren Buhara, bu aşamada Türkiye'de diplomatik ilişkilerin yanı sıra kültürel alanda da ilişkiler geliştirmek istiyordu (50).

Devam edecek

.....

Yazarın tüm yazıları için tıklayınız

.....

Anahtar Kelimeler:
Prof. Dr. HİLMİ ÖZDEN
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.