Ülkemizde kime “vatandaşlık bilinci, eşitlik, hak, hukuk, adalet” gibi konuları açsan, başını sallayıp “Tabii tabii, çok önemli.” der. Hatta herkes hakkının yenildiğine ilişkin bir “mağduriyet hikâyesi” anlatır durur.
Ama aynı kişi ya da kişilerin, mesela en basitinden emniyet şeridinden araba sürdüğü, bir engelli rampasını kapattığı ya da meslekî ya da sosyal konumundan güç alarak öne geçmeye çalıştığı da sık rastlanan bir şeydir.
Ele “talkın vermek” kolaydır çünkü.
Vatandaşlık bilinci bir prensip, ayrıcalık beklentisi ise bu bilincin olmadığı yerde biten ve bütün bahçeyi talan eden bir ayrık otudur.
İşte bizim dramatik ama aslında trajikomik halimizin özeti:
Prensipsiz bireylerin önce vatandaş sonra toplum olma bilincinden uzakta sen-ben ve öne geçme kavgası…
Sıra dedim de aklıma geldi.
Yurtdışında yaşayan bir arkadaşıma “Yaşadığın şehri bir kelimeyle anlat desem ne dersin?” diye sordum.
“Sıra…” dedi ve ekledi: “Konu ne olursa olsun bir yerde bir sıraya girme gerekliliği varsa düğmeye basılmış gibi herkes o kuyruğa girip kavgasız gürültüsüz, kimse kimsenin önüne geçmeden bekliyor.”
Bu aslında tam da bir vatandaşlık bilinci göstergesi… Ülke ismi vermiyorum. Çok da önemli değil.
Arkadaşın bahsettiği şey o ülkede genele yayılmış mı bilemem ama bizde genelde öyle olmadığını biliyorum.
Keşke olsa…
Bu bilince sahip insanlarımız yok mu? Elbette var.
Bu yıl 10 Kasım günü Anıtkabir’e giden bir yakınım “o hıncahınç kalabalık içinde insanlar hiçbir müdahale olmadan sessizce sıraya girerek Anıtkabir’e ulaştılar.” diye anlatınca arkadaşımın dediklerini bir kez daha hatırladım.
Keşke daha çok olsalar…
Vatandaşlık, en temelde herkesin herkes gibi olduğunu kabul etmekle başlar. Sözde “eşitlik mücadelesi veren” başta bazı milletvekilleri olmak üzere kimi kamu görevlilerinin, herhangi bir yerde bir başkasına “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” cümlesiyle saldırdıklarını çok görmüşüzdür.
Onlar için eşitlik ve demokrasi, kendileriyle sınırlı ve çoğu zaman hedef saptıran söylemler masalı… Varlıklarını feodalite ve onun getirilerine borçlu olanlar, söz konusu değerleri anca kirletirler şüphesiz.
Kamu hizmeti herkes için bir hak… Ama ne hikmetse bu hak, bizde “kişiye özel bir ikrammış” gibi gösterilir. İkramı(!) yapana biat esas, biat etmeyeni en nazik ifadeyle “nankör(!) ilan etmek” vatandaşlık bilincinden uzak yapımızın en önemli özelliklerindendir.
Bu da ayrı bir acı…
Beri yandan…
Devlet kapısında işini olması gerektiği şekilde gören değil, torpille arka kapıdan giren daha akıllı sayılır.
Kamu düzenine uyan, vergisini zamanında ve eksiksiz ödeyen aptal yerine konur, kural dinlemeyen, vergisini ödemeyense “iş bilen(!)” bir kahraman.
Sonra çıkıp “Bu sistem niye böyle?” diye sorar değil mi?
Sanki sistem başka bir gezegenden ithal edilmiş de işleyişin onunla hiç ilgisi yokmuş gibi…
Bir memlekette herkes ayrıcalık peşinde koştuğunda, kurumlar çürür, hukukun beli bükülür, liyakat kepazeliğe kurban gider.
Oysa bilinçli bir vatandaş, orada elde edeceği en ufak bir ayrıcalığın, hakka tecavüz, hatta gelecekteki torununun hakkından çalmak olduğunu bilir.
Efendim, herkes yapıyor, biz yapmasak mağdur oluruz.
Yapanları engellemek ve onlara herhangi bir güç vermemek de bir vatandaşlık görevidir.
Bu yapılmadığında…
Hem birey hem toplum, en masum ifadeyle “hakkının yenmemesi için” girdiği yanlış yollarda yiter gider.
Beri yandan varlıklarını bu durum üzerine bina eden muktedirler, bazen isteyerek bazen istemeden girilen ayrıcalığa dayanan sistemi kalıcı kılma yoluna girer, bu yolla elde ettikleri güçle varlıklarını sürdürürler.
Buna teşne olanlar da olmak zorunda kalanlar da en sonunda el birliğiyle devirdikleri sütunların gölgesinde “Vallahi ülke çok bozuldu!” diye dert yanar durur.
Sorunun kaynağını hep dışarıda arar.
Vatandaşlık bilinci, “başkasının hayatına gölge düşürmeden, hakkını alarak, huzurla yürüyebildiğin” bir düzeyde hayat bulur.
Ayrıcalık beklentisi ise “Benim işim görülsün yeter, gerisi beni ilgilendirmez.” sefaletinin, bireyin de toplumun da canına okuyan ölümcül noktasıdır.
Aradaki fark hayatla ölüm arasındaki kadar açık ve net!
Bu farkı kapatabilmek bütün güzelliklerin başı...
Ama önce kendimize şunları soralım:
Hak mı istiyoruz, torpil mi?
Eşitlik mi istiyoruz, ayrıcalık mı?
Toplum mu istiyoruz, kabile mi?
Cevaplar zor ama…
Daha fazla gecikmeden tüm bunlarla yüzleşmek de şart…
Ne dersin?
Haftanın Notu:
Keyfi sebeplerle insanların içeri alınması, dışarıda dolaşan gerçek suçluları çoğaltır. Sonra ne mi olur? Soruyor musun halâ?





