150

Paydaşlarınca küçük-büyük çıkarlar uğruna sürekli hırpalansa da Türk futbolunun çatı organizasyonu Süper Lig’in 2025-2026 sezonu yarın başlıyor.

Futbolun hayattan, hayatın futboldan aldığı çok şey var. Çünkü ikisinde de insan ve insanın davranış biçimi esas öğe…

Futbol, kitleleri peşinden sürükleyen toplumsal bir olgu…

Yapılabilirliğinden seyrine kadar geçmişte “kolay erişilebilir” olsa da sokaktan çekilen çocuklar, pahalı maç biletleri ve şifreli-paralı TV yayınlarıyla, bugün, her anlamda ‘zengin sporu’ olma yolunda ilerliyor.

Türk futbolunun efsane ‘sol açığı’ Rahmetli Metin Kurt, “futbol borsada değil, arsada oynanır” demiş olsa da çocukların top oynayacakları alanlar kısıtlı; eskiden top oynadığımız arsalar rantiyecilerin işkembelerinde artık. Diğer taraftan kulüplerin çoğu hisseleri borsada işlem gören şirketler bugün.

Takdiri sana bırakıp devam edeyim değerli okurum.

Ben Galatasaraylıyım. Ne zamandan beri dersen… Orası olaya bakışımı anlatması itibariyle önemli olduğu için özetlemek isterim.

Takım tutmaya başladığım döneme kadar gerek kulüp takımlarımızın gerekse de millî takımımızın yabancı takımları yendiğine; bırakın yenmeyi kora kor mücadele ettiklerine bile tanık olmamıştım. Büyük bir heyecanla milli maç için ekran başına geçmemle ilk 15-20 dakikada takımımızın golleri yemesinin ardından ekran başından kalkmam bir olurdu.

Amcamın etkisiyle Galatasaray takip ettiğim bir takımsa da yoğun bir biçimde taraftar değildim o zamanlar…

Ta ki o güne kadar…

9-10 yaşlarımdaydım. O gün, Galatasaray’ın rakibi Kupa Galipleri Kupası 1.tur ilk maçında Finlandiya’nın Kuusysi Lahti takımıydı. Galatasaray’ın 2-1 kazandığı maçı, amcamla beraber radyodan dinlerken yaşadığım heyecan ve sonrasındaki sevinç bambaşkaydı.

O çocuk kafamla şunu düşünmüştüm: “Vay be! Biz de Türkler olarak yabancıları yenebiliyormuşuz ve bunu yapan takım Galatasaray! Benim takımım!”

İşte o gün benim gerçek Galatasaraylılık serüvenim başladı. Ali Sami Yen’in “kuruluş maksadımız Türk olmayan takımları yenmek” sözünü öğrenmemle de gönlümdeki Galatasaray sevgisi daha da perçinlendi.

Doğduğum yıl şampiyon olan Galatasaray, ben 14 yaşıma gelene kadar tekrar şampiyon olamamış olsa da Galatasaray benim için vazgeçilmezdi. Bursa’da oturduğumuz mahallede ben ve komşumuzun benden birkaç yaş büyük oğlu İlhan Ağabeyden başka Galatasaraylı yoktu o günlerde.

Bugün formalar ve türlü ürünler kulüplerin önemli bir gelir kalemiyse de o gün için bunları bulmak imkansızdı. Onun için İlhan Ağabeyin üzerinde gördüğüm muhtemelen özel yaptırılmış parçalı Galatasaray formasına müthiş özenirdim. Galatasaray’ın parçalı forması, büyük bir sevda, aynı ölçüde büyük bir hayaldi de o zamanlar. Bu yüzden nereden bulup aldıysak görece sarı kırmızı çubuklu kazak ve amcamla halamın ortak çalışmayla yapıp göğsüne diktikleri bayraklı Galatasaray arması benim için çok kıymetliydi.

Tam da burada gelelim taraftarlığa…

Taraftarlığa ilişkin, yaşadığım küçük birkaç hatırayı paylaşmak isterim seninle…

Dediğim gibi 14 yaşıma kadar hiç şampiyonluk görmedim ve mahalledeki arkadaşlarımın çoğu Fenerliydi.

Galatasaray’ın şampiyon olduğu yıl, sezon daha bitmeden dolayısıyla şampiyon daha belli olmadan biz mahalleden taşındık. Birkaç ay sonra eski mahallemize yaptığım sürpriz ziyarette o sırada sokakta oynayan çoğunluğu Fenerli arkadaşlarım, önceden hazırlanmışçasına hep birlikte alkışlar eşliğinde “Cim Bom Bom… Cim Bom Bom…” diye tempo tutmuşlardı beni görür görmez.

O zaman herkes mi öyleydi; benim geçmişteki tavır ve davranışlarım mı etkiliydi; yoksa o dönemde orada yaşadığım için şanslı mıydım bilemiyorum.

Bir başka yaşanmışlıkla yazıyı bitirelim.

İlk romanım, Mavi Orkide’nin okurları bilir. Orada da anlattığım, Bursa Büyükşehir Belediyesi huzurevinde çalıştığım yıllarda sadece benim değil herkesin çok sevdiği bir Ruhi amcamız vardı. Hatta çalışma arkadaşlarımla beraber, hiç çocuğu olmamasına karşın babacan tavrından kaynaklı ona “Ruhi Baba” derdik. Kendisi sıkı Fenerliydi. Onunla yaptığımız futbol muhabbetinin kalitesini bugün birçok televizyon ve sosyal medya kanalında görmek zor dersem ne demek istediğimi sanırım anlayacaksın.

Sene 2005… Ruhi Baba hastalanmış ve hastaneye yatırılmıştı. Durumu çok da iyi değil, gelen haberler can sıkıcı... Tam da o günlerde Fenerbahçe şampiyonluk potasında… Bir Galatasaraylı olarak Fenerbahçe’nin şampiyon olması ve iyi haberlerini almadığımız Ruhi Baba’nın sağlığında bunu görmesi için dua etmiştim.

İşe yaradı mı yaramadı mı bilmem ama birkaç gün içinde Fenerbahçe’nin şampiyonluğu kesinleşti ve tebrik için hemen hastanedeki Ruhi Baba’yı aradım. Mutlu ama yorgun sesi halen kulaklarımda… Birkaç gün sonra ne yazık ki vefat haberini onun telefonundan beni arayan yeğeninden aldım. Meğer “olur da bir gün bana bir şey olursa ararsınız” dediği insanlar arasında ben de varmışım.

Son söz de tüm taraftarlara olsun.

Futbolcuların gazoz kapağına oynamadıkları gerçeğini asla unutmadan, yöneticilerin, teknik adamların, provokatör yorumcuların gazına gelmeden, harcanan paraların karşılığı olarak seyretmeyi hak ettiğimiz futbol kalitesini, bu kalitenin doğal sonucu heyecan ve başarıyı talep edin sadece.

Gerisi gelir…

Haydi herkese iyi sezonlar!

Haftanın Notu:

Sponsorluklar önemli, ama Türk Milleti ve Türkiye Cumhuriyeti çok daha önemli..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
150