Korona Salgını sırasında esnaf zor, çok zor günler geçirmişti. İyi günlerin sonsuza kadar sürmeyeceği gibi, kötü günler de sonsuza kadar sürmemişti. Son yıllarda Araplar, eşsiz şehri mesken tutmuşlardı. Anlatılmaz güzellikteki yeşilliği, bunaltan yaz sıcaklarındaki serin havası onlar için bulunmaz bir nimetti. Önceden turlarla geldikleri şehrin en güzel yerlerinden lüks daireler alıyor, senenin yarısını bu şehirde, diğer yarısını da kendi ülkelerinde geçiriyorlardı. Haliyle bu durum bütün esnafın yüzünü güldürüyordu. İşleri kat be kat artmış, günden güne zenginleşiyorlardı. Zenginleşiyorlardı ama ne yazık ki, hak ettikleri paralardan çok daha fazlasını özellikle Araplardan, dolayısıyla şehir insanlarından talep eder olmuşlardı. Doğal olarak, bütün esnaf böyle değildi. Vicdanı olan, büyük kesimdi. Onlar hak ettikleri paradan bir kuruş bile fazla istemiyorlardı…

Temmuzun sonlarıydı. O gün sıcak sözcüklerle anlatılır gibi değildi. Akşama doğru sıcak biraz kırılmıştı. Küçük Arabistan haline gelen şehirde, Atatürk Heykeli’nin doğu tarafındaki kebapçıların, çalıştıkları restoranların önlerindeki Suriyeli gençler, Arapların dikkatlerini çekebilmek için tabiri caizse takla atıyorlardı. Kebapçılardan şehir merkezine yayılan duman kokuları çok rahatsız ediciydi.

Bunlardan birinde bir tabak yemeğin fiyatı bile, pahalı olan benzer restoranlardakilerden de daha fazlaydı. Salgından önce de bu restoranın sahibi, müşterilerinden fazla para alıyordu. Yemeklerinin ederi bu rakamlar olduğundan böyle değildi. Altmış yaşlarında, gıdısı çıkan adamın gözü doymuyordu. Ahlaksızdı. Şehri gezmeye gelen insanlar, şehir merkezinde olduğu için çoğu zaman onun restoranına düşüyorlardı ve hemen oracıkta kazıklanıyorlardı. Gerçi kazıklanınca bir daha gelmiyorlardı ama kazıklanmış olmakla kalıyorlardı. Şehir turistik bir şehir olduğu için çok ziyaretçisi vardı. Dolayısıyla kazıklananın bir daha gelmeyişi gözünü para hırsı bürümüş adamın işlerini azaltmıyordu. Restoran sahibi kasanın başında oturuyor, dolup boşalan masalardan gelen paraları gerdanını kıra kıra büyük bir özenle kasaya koyuyordu. Öğrendiği güle güle anlamına gelen Arapça sözcükle müşterilerini uğurlarken ellerini ovuşturuyordu.

O akşam deniz tarafındaki masalardan birinde kalabalık bir aile kebaplarını yemiş, üstüne iki adet baklavadan oluşan tatlılarını yedikten sonra, uzun boylu, geniş yüzlü Arap hesabı istedi. Kısa boylu, güler yüzlü garson çabuk çabuk masaya gitti. Hesabı getirdi. Hesap, ederinin neredeyse üç katıydı. Arap akıllı bir adamdı. Suriyeli gencin tercümanlığında benzer bir yemeği, bir önceki akşam, sağdaki restoranda yediğini ve bu restoranda, şu an kendilerinden istenen rakamın üçte birini ödediğini söyledi. Adamın kızgın bir ifadeyle söylediği bu sözleri yüzü zerre kadar kızarmadan dinleyen restoran sahibi, tercümana; kullandıkları malzemelerin o restorandan çok daha kaliteli ve yemeklerin çok daha lezzetli olduklarını söyleterek adamın hesabı ödemesini beklemeye başladı. Biraz sonra aynı şeyin kendilerinin de başına geleceğinden habersiz turistlerin şaşkın bakışları arasında adam, istemeye istemeye hesabı ödedi ve ailesini alarak kızgın bir ifadeyle oradan uzaklaştı… O esnada çevrede bulunan on yaşlarındaki bir sokak çocuğu restoranın önüne geldi. Mis gibi kokan etlerin kokusuyla kendinden geçen zayıf çocuk boynunu bükerek, birbiri ardına etleri mideye indiren Arapları izlemeye başladı. Restoranın girişindeki ikinci masada oturan bir Arap kadın, bunu görünce dayanamadı. Tabağında kalan birkaç parça eti ona vermek için ayağa kalktı. Bunu fark eden restoran sahibi, yayından fırlayan bir ok gibi soluğu çocuğun yanında aldı. Ensesine şiddetli bir tokat patlattı. Canının acısıyla gözünden yaş gelen çocuk ağlayarak oradan uzaklaştı. Kadın da üzülerek elindeki etlerle masasına oturmak zorunda kaldı. Masadaki Arapların çoğu, etleri yemeye ara vermedikleri için, orada yaşanan dramın farkına bile varmadılar…

Adam bir günde bile neredeyse küçük bir servet kazanırken, çalışanlarına karşıysa son derece cimriydi. Türk Personelinin sigortalarını istemeye istemeye yaptırmıştı. Ama kapı önündeki Suriyeli gençlere sigorta yaptırmadığı gibi, onları neredeyse boğaz tokluğuna çalıştırıyordu. Türk ve Suriyeli personele hiçbir zaman ücretlerini gününde vermiyordu. Bütün çalışanları restoran sahibinden nefret ediyorlardı ancak iş bulmak çok zor olduğundan seslerini çıkaramıyorlardı.

Dünya kadar para kazanmasına rağmen, daha da çok kazanmak için; nasıl olsa her zaman müşteri var diye içinden geçirirken, bir yandan da pis pis gülen adam, yemeklerde kullanılan yağlarını piyasadaki en ucuz yağlardan seçiyordu. Aşçılarına her gün ayrı yağ kullanmamalarını, aynı yağı birkaç gün boyunca kullanmalarını söylüyordu. Aşçılar adamın arkasından ona iğrenerek bakıyorlardı…

Kul hakkı yeme konusunda kendisine rakip tanımayan restoran sahibi, her Cuma, Cuma Namazının başlamasına bir saat kala meydan camisinin önünde, getirdiği hasırın üzerinde oturuyor, ne kadar dindar olduğunu göstermek için uzun süre namazın başlamasını bekliyordu. Bu bir saat boyunca da, geçerken izlemediği bir Allah’ın kulu kalmıyordu. Arkadaşı, dostu yoktu. Etrafındakiler de ondan nemalanmak isteyen bazı tiplerdi. Bu tiplerin yanındayken; sık sık, Müslüman olmayan yabancılara “gavur” diyor, onları hakir görüyordu…

Gece saat 2’ye yaklaşıyordu. Son müşteriler de kalkıyordu. Restoranın baş aşçısı utana, sıkıla kasada işkembesi o gün, bir önceki güne göre daha da genişleyen restoran sahibinin yanına geldi. Kızını ameliyat yaptıracağını ancak devlet hastanesinde bir ay sonra gün verdiklerini, oysa kızının en kısa zamanda ameliyat olması gerektiğini, bu yüzden özel hastanede ameliyat ettireceğini söyledi. Alacaklı olduğu iki aylık maaşını, bir de, önümüzdeki ay ki maaşını istedi. Restoran sahibi ödemeleri olduğunu söyleyerek aşçıya veremeyeceğini söyledi. Bu hayati durumu söyleyebilmek için bu saatlere kadar bekleyen adam, söz konusu kızının hayatı olduğu için oracıkta çileden çıkıverdi. Restoran sahibinin yakasına yapıştı. Ona, yıllardır kendilerinin sırtından milyonlar kazandığını, sadaka değil sadece hakkını istediğini haykırdı. Suriyeli gençler, restoran sahibini acılı babanın elinden zorlukla aldılar. Restoran sahibi, utanmadan aşçının içerideki iki aylık maaşını vererek onu işten çıkardı…

Restoran sahibi, yine şehrin gözde yerlerinde iki restoran daha açtı. Evler, villalar aldı. Bir buçuk yıl sonrasıydı. Birkaç zamandır yemek yerken boğazına bir şey takılıyordu. Bu da ona rahatsızlık veriyordu. Önceleri önemsemedi. Rahatsızlığı artınca doktora gitti. Yapılan endoskopide "Mide Kanseri" olduğu ortaya çıktı. Geç evrede olduğu için yapılacak bir şey kalmamıştı. Ömrünü uzatmak için radyoterapi uygulandı.

Ve altı ay sonra, korkunç acılar içinde, kıvrana kıvrana can verdi…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.