Altın sarısı saçlı genç kadın, yeni aldığı kitabı okurken yavaş yavaş uykusunun geldiğini hissetti. Hissetti hissetmesine lakin uyumak da istemiyordu. Zarif parmaklarıyla kitabı koltuğun kenarına bıraktı. Ayağa kalktı. Vakit gece yarısına yakındı. Kendisini açık pencereden içeriye dolan meltemin büyüsüne bıraktı. İçinde tarifi mümkün olmayan bir mutluluk duyumsadı. Aklına bir süre önce, ilkokul arkadaşı Ersan’ın tanıştırdığı Fikret gelmişti. Fikret ile Ersan da fakülteden arkadaştılar. Ersan, ilkokuldan arkadaşı Buse ile Fikret’i tanıştırmak için bir an olsun tereddüt etmemişti. Zira her ikisinin de çok sayıda ortak noktası vardı.
Yeşil gözlü ve çok güzel bir kadın olan Buse ile uzun saçlı adam; Ersan’ı doğrularcasına çok geçmeden, uzak illerde olmalarından dolayı sık sık telefonla sohbet etmeye başlamışlardı…
Buse duyduğu bu mutluluğu bir neskafe içerek pekiştirmek istedi. Oturma odasının hemen yanındaki mutfağa yöneldi. Su ısıtıcısına suyu koyarken Fikret’i düşünüyordu. Kendisi gibi entelektüel biriydi. Onunla sohbet etmek hoşuna gidiyordu. Çoğu zaman, telefon konuşmalarında, her ikisi de, zaman mevhumunun; yere düşer düşmez eriyen kar kristalleri gibi yitip gittiğini görüyorlardı. Genç kadın, çocukluk arkadaşı Ersan’a güveniyordu. Zira Fikret kötü bir insan olsaydı; hiç şüphe yoktu ki onu kendisiyle tanıştırmazdı. Zaten daha ilk konuşmalarında Fikret’in insana güven veren ses tonu ve konuşmaları onun bu düşüncelerini desteklemişti. Duygular karşılıklıydı. Fikret de, Buse’ye karşı aynı duyguları haizdi. Kendine o çok yakışan tebessümüyle Buse, neskafe fincanı ile oturma odasına geçti. O gece artık kitap okumak istemediğini hissetti. Mavi kaplı kitabını televizyonun yanındaki kütüphaneye özenle yerleştirdi. Kahverengi koltuğuna oturdu. Neskafesinden bir yudum aldı. Yanda duran televizyon kumandasıyla laf olsun diye kanalları gezmeye başladı. Kısa bir süre sonra TRT-2’de; yetmişli yılların o tadına doyamadığı Türk pop şarkılarını içeren bir müzik programına rastladı. Gözlerinin içi güldü. Kendini daha da mutlu hissetti. Neskafesini bitirir bitirmez kendisini, televizyonun hemen karşısında bulunan üçlü kanepeye attı. Üşenmedi, Kalktı. Bir çırpıda lambaları kapattı. Tekrar kanepeye uzandı. Birbirinden güzel şarkıların tadını çıkarmaya başladı...
Etraftaki dairelerin ışıkları yavaş yavaş sönüyordu. İnsanlar uyku imparatorluğuna birer ikişer teslim olurken, içtiği neskafenin etkisinden olacak Buse, az önce üzerine çöreklenen dayanılmaz uykunun hükümranlığından kurtulmuştu. Uyumayarak bu muhteşem müzikleri kaçırmadığı için yüreğinin en derinlerinde anlatılmaz bir mutluluk duyumsadı…
Dördüncü şarkının sonuna doğru çok güzel bir martının; televizyon ışığının alacakaranlığında pencerenin önüne süzüldüğünü gördü. Lakin oraya süzülen sadece bu martı değildi. Martıya tutunan ve bu sayede orada durabilen bir adam vardı. Buse önce biraz korktu. Çabuk çabuk yerinden kalktı. Bunun bir rüya olduğunu düşündü. Belki de rüya görüyordu. Lakin saniyeler hızlı hızlı dakikaya dönüşürken , hemen karşısındaki martı ve beraberindeki adam yerli yerinde duruyordu. Buse’ye tebessüm ediyorlardı. Bir adamın bir martıyla birlikte açık penceresinin hemen önünde durmaları ve tebessüm ederek kendisine bakmaları anlaşılır gibi değildi. Güzel kadın cesurdu. Çok cesurdu. Yavaşça onlara yaklaştı. Yaklaştıkça adamın yüz hatları netleşiyordu. Aralarında çok kısa bir mesafe kala Buse adamı tanımıştı. Bu adam, ilkokul arkadaşı Ersan’ın tanıştırdığı Fikret’ten başkası değildi. Güzel olduğu kadar da hokkabaz olan martı, oyunlar yaparak genç kadının penceresinin etrafında dönmeye başladı. Hiç şüphesiz onun için bir sorun yoktu. Fakat Fikret için aynı şeyi söylemek kabil değildi. Martı döndükçe, Fikret te onunla birlikte dönüp duruyordu. Bir ara düşer gibi oldu ama düşmedi. Sıkı sıkıya martıya tutundu. Öyle ya; o kadar yolu Buse’nin penceresinden aşağıya düşmek için gelmemişti. Buse’nin yüzündeki korku ifadesi bu durum karşısında şaşkınlığa dönüştü. Sonra da genç kadın, birkaç saniye önce, yaramaz martıyla fıldır fıldır dönmekten canı çıkan Fikret’in; insanın karnını gülmekten çatlatacak kadar komik yüzünü görünce kendini tutamadı ve kahkahalarla gülmeye başladı.. O esnada güzeller güzeli martı, Buse’ye dönerek başıyla ona selam verdi.
Fikret, genç kadının gözlerinin içine bakarak ona: "hadi, seni almaya geldik. Nereye istersen seni oraya götüreceğiz.." dedi. Buse hala bir rüya, çok güzel bir rüya gördüğünü düşünüyordu. Düşünüyordu düşünmesine ama yavaş yavaş gördüklerinin gerçeğin ta kendisi olduğuna da inanamaya da başlamıştı. Heyecanla Fikret’e: “İyi de nasıl gideceğiz?.." diye sordu.. Bu sorunun üzerine Fikret, güzel kadına muzip muzip bakarak: "buraya geldiğim gibi; martıyla birlikte.." diye cevap verdi. Genç kadın, o an tüm kalbiyle; saçları omuzlarından aşağıya dökülen bu çılgın adama sorgusuz sualsiz inandı. Hiçbir şey demeden; kollarını açmış bir şekilde kendisini beklemekte olan Fikret’e doğru ilerledi. Kendini onun kollarına bıraktı. Fikret, Buse’ye sıkı sıkı sarıldı. Fikret bir yandan Buse’nin düşmemesi için onu sıkı sıkıya tutarken, diğer yandan da tüm gücüyle kendisinden daha az çılgın olmayan martıya tutundu. Yavaşça camın önünden aşağıya süzüldüler. Sonrasında gecenin karanlığında tekrar yükseldiler. Gökyüzünde kelimelerle anlatılması mümkün olmayacak kadar güzel bir hava vardı. Yıldızlar neredeyse az ötelerindeydiler. Fikret Buse’ye nereye gitmek istediğini sordu. Yaşadıklarının bir hayal ya da rüya olmadığından artık emin olan; gözlerinin yeşili evrendeki tüm yeşilleri kıskandıracak kadar güzel olan genç kadın, Fikret’e baktı ve ona hiç düşünmeden: “Kapadokya’ya.." diye cevap verdi. Fikret ve Buse birbirlerine gülümsediler. Bin yıl kadar zaman durdu.. Fikret, Buse’nin böyle söyleyeceğini biliyordu. Ama gene de sormuştu. Fikret, oyunbaz martıya otoriter bir ses tonuyla: “Duydun mu ? İstikametimiz Kapadokya.. Sabah olmadan oraya ulaşmalıyız. Eminim ki hanımefendi rüyalar diyarı Kapadokya’yı gece görmek isteyecektir.." dedi. Martı kafasını hafifçe salladı. Buse ve Fikret; kimi zaman, irili ufaklı, binlerce, milyonlarca yıldızla oyunlar oynayarak, kimi zaman altlarındaki ve geçtikleri yerlerdeki yanıp sönen yıldızlara benzeyen ve birer nokta gibi parıldayan ışıkların büyülerine kendilerini kaptırarak uçuyorlardı. Buse, kaşla göz arasında Fikret’e: “Sen delisin, hatta zır delisin.." dedi. Fikret, bunun üzerine, hiç istifini bozmadan: “evet, biliyorum.." diye karşılık verdi.. O an göz göze geldiler. Anlatılır gibi değildi.. Yıldızlar birbirlerine bakarak gülüştüler…
Üç kafadar Kapadokya’daki Uç hisar yakınındaki Güvercinlik Vadisine ulaştılar. Güvercinlik Vadisi geceleri karanlığa gömülürdü. Bu vadide yüzlerce peri bacası, gün ışığında insanlara muazzam resitaller sunarlar lakin gece olunca görünmez olurlardı. O ana kadar belki öyleydi ancak üç kafadar tam Güvercinlik Vadisinin üzerlerindeyken, daha önce hiç görülmemiş bir şekilde ve belki de evrendeki tüm yıldızlardan çok daha fazla sayıdaki ışık huzmeleri vadiyi yavaşça kuşatmaya başladı. Önceleri bu ışıklar, mum ışığı kadar fersizken, yavaş yavaş genç kadının Fikret’e verdiği yaşama sevinci kadar görkemli olmasa da, ışıl ışıl etrafı aydınlatmaya başlamışlardı. Etraf bu büyülü ışıklarla aydınlandıkça, peribacaları daha net bir şekilde görülüyorlardı. Ne Buse ne de Fikret bu durumun nasıl olduğunu anlamaya çalıştılar. Yaptıkları tek şey anın tadını çıkarmak oldu. Zaman durdu…
O kadar sürükleyici bir hikaye idi ki bende yakışıklı adam ve martı ile gezintiye çıktım