İNGİLİZ GAZETECİ “AJAN” GRACE MARY ELLISON
(1880-1935)[1]
Hilmi ÖZDEN[2]
Türk Kostümleriyle Grace M. Ellison, Türk Hareminde Bir İngiliz Kadını, 1915[3]
Özet
Grace Mary Ellison, Mustafa Kemal Paşa’nın “âdetâ câsûs” dediği bir İngiliz gazetecidir. Bu gazetecinin Osmanlı döneminde II. Abdülhamit Han, V. Sultan Mehmet Reşat ayrıca birçok Osmanlı devlet adamı ve ailesi ile görüştüğü bilinmektedir. Bu dönemde Osmanlı Harem’i ile ilgili eserler vermiştir. Kadın hakları savunucu olmuş ve Türklerin güvenini kazanmıştır. Millî Mücadele sırasında 1922 yılında Ankara'ya girebilen tek İngiliz gazetecidir. Lozan görüşmeleri sırasında Mustafa Kemal Paşa ile röportajı gazetesinde farklı yayınlandığı için yazıları tekzip almıştır. Mustafa Kemal Paşa, günlüklerinde kendisinden bahsederek onu “adeta ajan” olarak tanımlamıştır. Grace M. Ellison, “Bugünkü Türkiye” kitabında ise Mustafa Kemal Paşa'nın “Benim bir dinim yok; bazen tüm dinlerin denizin dibini boylamasını istiyorum.” ifadesini kullandığını iddia etmektedir. Eserleri ve kişisel bağlantılarının dikkatlice incelenmesi sonucu İngiliz istihbaratına çalışan bir casus olduğu anlaşılmaktadır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison'ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek bu duyguyu nasıl suiistimal ettiğini ve Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir.
İstanbul’da İngiliz Cellâdına Âşık Olmak (İngiliz Hayranlığı)
Rıza Nur kendisini anlattığı II. Meşrutiyet ilanı ile ilgili bölümde Hayat ve Hatıratım adlı eserinin I. Cildinde İngiliz hayranlığını şu satırlarla ifade etmektedir: Süratle ve sessizce ilerledik. Üsküdar iskelesine geldik. Derhal araba vapurunu istila ettik. Kaptana derhal hareket emrini verdim. Bu vapur Beşiktaş'a uğrarmış; "Olmaz" dedim. Bu vapurun iskelesi Sirkeci'dedir, Doğru köprüye, Kadıköy iskelesi tarafına yanaştırdım. Köprüye çıktık. Galata tarafına yürüdük. Ahali etrafımıza üşüştü. Meydana gelince Tring mağazası önünde bir araba tıkılmış, kalabalıktan gidemerniş duruyordu; derhal üstüne çıktım, bir nutuk verdim. Alkış, bağırışma, kıyamet koptu; fakat ne dediğimden bir kelime bile bilmiyorum. Kendimi kaybederek söylemişim demek. Ağzıma geleni söylemişim olsa gerek. Talebeden, ahaliden birkaç kişi beni tutup omuzlarına aldılar. Nereye dediler."Beyoğlu'na, İngiliz sefarethanesine" dedim. Domuz Sokağı'ndan yürüdük. Artık ben, talebe ahali deli gibi olmuş, bağırıyorduk. Arasıra nutuk söylüyordum. Tramvay yolundan İngiliz sefarethanesine kadar geldik. İçeriye girdik benim zorum buraya gelmek, İngilizler'in Türk milletine yardımını istemekti. Abdülhamit Meşrutiyet'i yapmaz diye korkuyordum. Zannediyordum ki, İngiltere bize yardım eder, Meşrutiyet'i yaptırır. Gece rnektepte bu babta bir de nutuk hazırlamıştım avucumdaydı[4]. Onu okudum. İngiltere'ye Türk'ün dostluğu ve duasını söylüyordum. Diyordum ki "Dünyanın denizlerini İngiliz donanması doldursun sonra da İngiltere Türk'ün hürriyetine yardım etsin." temennisiydi. Bu nutku okudum ve sefarethaneye teslim ettim. Otuz yaşımda, doktor, profesördüm ama ne saf çocukmuşum. Bir devlete böyle bir dua ile yardım ediverirler mi? Bütün Türk milleti işte böyle saf, cahil ve dünyadan bihaberdik. Oradan çıktık; cadde-i kebire girdik. Bunu haber alan Alman ve Fransız sefarethaneleri de "Bize de gelsinler" diye haber gönderdiler. Kabul etmedim. Nutkuma, bağırmalarımıza devam ediyorduk. Bayrağın bir ucu yaya kaldırımının birinde diğer ucu değirindeydi. Sokak hıncahınç. Her tarafta herkes pencerelere dolmuş, üstümüze çiçek atıyor, lavantalar serpiyorlardı. Bir Alman gazetesi burada iki resim almış, Almanya'da basılmış, bana göndermişlerdi. Bunlar Sinop'ta kütüphanededir. Bu manzaralar, müthiş kalabalığı gösterir. Ben hâlâ talebenin omuzundayım. Daima terliyordum. Nutuktan ağzım kuruyor, su istiyordum. O aralık Abdülhamit tüfenkçiler ile sakallı Mahmud Paşa'yı göndermiş. Bunlar beni vurmak istemişler. Benim haberim yok. Talebe etrafıma kendilerinden geniş bir halka yaptılar; oraya kimseyi sokmuyorlardı. Sonra beni zehirlernek istemişler. Talebeden bir tanesi bir testi ve bir bardak almış, yanımda duruyor, suyu o veriyordu. Hariçten biri su ve limonata getirse onu bana içirtmiyordu. İnsan böyle talebeye güvenebilir. Maksadım gidip harbiye talebesini almaktı. Bu fikrimi anlayınca orayı hükümet bir iki taburla muhasara ettirmiş. Bir bela çıkacağından korkanlar beni döndürmek için zorladılar nihayet ikna ettiler. Bu zorlayanların başında göz hekimi Esat Paşa vardı. Bu işi haber alınca oraya gelmişmiş. Alayın bir ucu Cadde-i Kebir'de idi, bir ucu hâlâ Galatasaray'daymış. Herkes doluyordu. Döndük, akşam da olmuştu, dağıldık. Üzerimde yeni bir askeri ceketim vardı. O kadar terlemiştim ki ertesi günü kazık gibi olmuştu, bir daha giyemedim. Sesim de kısılmıştı tam on beş gün açılmadı. Bunlara dair bir makale yazıp Tercüman-ı Hakikat gazetesiyle neşrettim[5].
İşte bu uzun Temmuz gününde sabahtan akşama kadar dört tıbbiye talebesinin omuzunda gezdim. Bir düziye yorulanı değiştiriyorlardı. Nümayiş bittiği vakit karanlık çökmüştü. Galata köprü başında beni indirdiler. O vakte kadar duymamıştım. İnince yere basamadım. Ayaklarım uyuşmuştu. Bir müddet koltuğuma girdiler. Ertesi günü bu nümayişler çoğaldı. Herkes bir bayrakla sokağa fırladı. İstanbul bir hafta çalkalandı. Abdülhamit bu nümaylişlerden İstanbul ahalisinin de Selanik'tekilerle bir olduğunu zannedip korktu. Meşrutiyet yerleşti. Halbuki onun niyeti hiç böyle değilmiş. Bu nümayişler olmasaydı iş güçmüş[6].
Mithat paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat 1908 de II. Meşrutiyet’in ilanı ile ilgili olarak Hatıralarım isimli eserinin “Meşrutiyetin ilanı ve İstanbul’a avdetim” bölümünde aşağıdaki satırları yazmaktadır. İngiliz Sefiri Sir G. Lowther (Lawter)in de arkadaşı olan Ali Haydar Mithat şu acı tabloyu gördüğü şekliyle aktarır: “Meşrutiyetin ilk günlerinde, halkın İngilizlere gösterdiği muhabbet ve dostluk tezahürleri, Alman Sefirini oldukça düşündüren bir keyfiyet olmuştu. Halk, İngiliz Sefiri Sir G. Lawter’in arabasının hayvanlarını sökerek, arabayı, ta Sefarethaneye kadar bizzat çektikleri zaman, Alman siyasetinin Türkiye’de iflas ettiğine hükmedenler olmuştu. İngilizlere karşı bu kadar sevgi izhar olunurken, Abdülhamit, Almanlara dostluk gösterdi diye, Almanlar aleyhinde nümayişler yapılıyor ve gazetelerde Baron Marşal’ın istibdat devrindeki hareket ve hizmeti hakkında imalar eksik olmuyordu”[7]. Bu utanç verici tablo bizzat kendisinin tanığı gazeteci Ahmet İhsan (Tokgöz)’ün “Matbuat Hatıralarım” başlıklı kitabında da benzer ifadelerle geçmektedir: “1908 Temmuzu’nun 23. günü İstanbul’da bulunmayan İngiliz Sefiri Lowther’in şehrimize döndüğü zaman Sirkeci istasyonunu baştanbaşa doldurmuştuk. Büyükelçiyi candan ve gönülden alkışlıyorduk. Nihayet coşkulu gençler büyükelçinin arabasını çeken atları söktüler, arabayı kendi kollarıyla çektilerdi. Bu fıkrayı yazmaktaki maksadım, Meşrutiyetin ilanına kadar Türk aydınlarının siyasi meylini ve düşüncesini göstermek içindir[8]”.
Öyle ki, kendisinin hiç beklemediği bu araba çekme olayından İngiliz büyükelçisi bile şaşırıp kalmış, neye uğradığını bilememiş, aynı gün bu olayla ilgili olarak Londra'ya çektiği telgrafında, kendisine yapılan bu beklenmedik davranıştan hayretler içinde kaldığından bahisle, arabasını çeken Jön Türkleri: “Politik tecrübeden yoksun, aralarında birlik bulunmayan iyi niyetli çocuklar topluluğu” ifadelerini kullanarak tasvir etmişti[9]”.
Grace Mary Ellison Osmanlı’daki İngiliz hayranlığını ve İngiliz Sefirinin at arabasının Türk gençleri tarafından çekilmesini şu şekilde özetlemektedir:
1906 yılında ilk olarak Pierre Loti'nin kitaplarındaki kadın kahramanlarından Zeynep ve Melek'le tanıştım, çok geçmeden yakın arkadaş olduk[10]. Onların gözü pekçe kaçışlarının öyküsü beni heyecanlandırdı. Babaları Abdülhamit'in nazırlarından biriydi... Saatlerce bana harem hayatını, bilhassa sultanı ve “Abdühamit yönetimindeki” dehşeti canlı bir biçimde anlatırken kendimden geçerdim. Bu akıllı müstebitin idaresinde Türkler, Hristiyanların kaybettiğinin yüz mislini kaybetmiştir. Arnavutluk'ta askeri birlikler toptan yok edilmiştir; Yemene askerler gönderilmiş ve orada unutulmuştur. Nazırlar aniden ölmüşler, nazırların aileleri toptan kaybolmuşlardır. Avrupa, Türkleri kovalamak istemiştir, kısmen de Hıristiyan Ermeniler, Abdülhamit'in yönetiminden zarar görmüşlerdir.
Zeynep ve Melek'in ayrılışından sonra, babaları aniden öldü. Ben İstanbul'dayken dul kalmış annelerini avutmak için elimden geleni yaptımsa da, o beni kızlarını çalan biri olarak görmekte direnmiştir. Açıklama ve savunmalarımı dinlemedi. Daha o zamanlar gelen ihtilalı (Jön Türk İhtilalı) biliyordum. Nerede, ne zaman toplantıların yapıldığını, gizli örgüt üyelerinin kimler olduğunu hangi arkadaşlarının hapishaneden kaçırılacağını v.s. gibi ... 1905'de Meşrutiyet ilan edildiği zaman bütün dünya şaşırmış ve ben de sanki benim ülkem hürriyete kavuşmuş gibi sevinmiştim.
Bu büyük önemli günlerde günlerde, yine şansıma İstanbul'daydım. Birkaç yıl öncesinin gizli müstebitlerinin Pera (Beyoğlu) sokaklarında sürüklendiklerini gördüm; parlamentonun (Meclisi Mebusan) açılışında oradaydım. Sultan Abdülhamit ve Başveziri Kamil Paşa'yla tanıştırıldım[11]”.
Vezirin güzel kızı çok geçmeden en yakın arkadaşım oldu ve bana ondan sonraki ziyaretlerimde ev sahibeliği yaptı. Hatta bir keresinde, Abdülhamit'ten sonraki Padişah V. Mehmet’e (Reşat) benden “İngiliz kız kardeşi” diye söz etmiş. Ve Sultan da “Kamil Paşa'nın İngiliz çocukları olduğunu bilmiyordum.” diye karşılık vermiş. Zavallı adam ... Düzinelerce Türk karısı vardı. Sultan Hamit'in düşüşü bana ilk olarak Türkiye'nin İngiltere'yi ne kadar çok sevdiğini, İngiliz dostluğu için neleri vermeye hazır olduğunu öğretti. Bizim elçimiz, rahmetli G. Lowther'in İstanbul'a muzafferane girişine, onu taşıyan arabasının atlarından ayrılıp elçiliğe Türkler tarafından taşınmasına tanık olmuştum. Abdülhamit bir yandan ülkeyi, Almanlarla dostluğa götürürken genç Türkiye de kendini Büyük Britanya'nın ayaklarına atıyordu[12].
Neden biz gereken ilgiyi göstermedik? Yazık ki bizim elçimiz ve onun Fransız meslektaşı M. Constant açıkça zorba Abdülhamit'i yeğ tuttular. Onların söyledikleri genç Türklerin duygu ve gururlarını incitti: Dediler ki “İstanbul'u ziyaret edenler iki sınıfa ayrılır: Pisliği ve sefaleti sevenler (ben onlardan biriydim) ve sevmeyenler.” Elbette ki Almanlar, bizim aptallığımızın ve kabalığımızın meyvelerini toplayacaklardı. Bizim bilmemiz gereken şey, Almanya'nın en iyi diplomatlarını İstanbul'a göndereceğiydi: Mareşal Von Bleberstein ve onun yardımcısı Dr. W - genç Türkleri teselli etmek fırsatını kaçırmadılar. Bunun onlara sağlayacağı faydayı biz önceden görmeliydik. Balkan savaşından sonra yenik Türkiye'ye bir ziyaret daha yaptım. Bu sefer İstanbul'daki Türk kız kardeşimin konuğuydum. Babası, o sırada Kıbrıs'a sürülmüştü ve orada ölmüştü. Bu şartlar içinde bizim elçimiz, Sir Louis Mallet'i pek sık göremezdim[13]. Elçilikte ve başka yerlerde, Britanya'nın Türkiye'nin tekrar ayağa kalkmasında yardımı konusunda yaptığım bütün ricalara hep aynı budalaca karşılığı aldım: “Rusya'yı kurban edemeyiz.” Yine de, Londra'ya döndüğümde “Türkiye hareminde bir İngiliz kadını” kitabını bastırdım. (Bu kitap Doğu'da çok satılmıştır.) Biz Türkiye'yi sevenler, hükümete meydan okumaya karar verdik ve bu amaçla Osmanlı Derneğini kurduk[14].
Çok uzun yolculukları göze alan yahut görevlendirilen Grace M. Ellison, “Savaş başladığı zaman, Türkiye’ye, Anadolu’ya oradan İran ve Hindistan’a doğru gitmek için Berlin’e henüz varmıştım[15]” demektedir. İngiliz İmparatorluğu ve hedeflerini kapsayan coğrafya onun çalışma alanıdır. Özellikle de bu alan Osmanlı Devletidir. II. Meşrutiyet öncesi Sarayla ve hükümetteki bakanların aileleri ile yakın ilişkilerde bulunmuş ve ihtilalin ayak seslerini bir İngiliz gazeteci olarak duymuştur(!). İngiliz İmparatorluğunun menfaatlerinin olduğu her ülkeyi rahat bir şekilde iletişim kabiliyeti sayesinde gezerek haber toplamış devlet adamları, onların aileleri ve aydınlar ile görüşmeler yapmıştır. Bu çalışmanın amacı Grace Mary Elllison'ın Türklerin dostluğunu kazanarak yahut kendisini Türk dostu izlenimi vererek Türk Milletinin misafirperverliği ve güvenini nasıl suiistimal ettiğini üstelik Mustafa Kemal Atatürk’e iftira attığını göstermektir. Ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın onun için “adeta casus” tespiti çerçevesinde Grace M. Ellison’un gazeteci olduğu kadar İngiliz İstihbarat Servisi’ne hizmet eden bir özgeçmişe sahip olduğunu irdelemektir.
Yazının devamı için tıklayınız
[1] Turan Akademik İlim Fikir ve Sosyal Bilimler Dergisi, Sayı 56, 2025: 71-103.
[2] ESOGÜ Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Müdürü
[3] Reina Lewis, Oryantalizmi Yeniden Düşünmek, Çeviren: Beyhan Uygun-Aytemiz, Şeyda Başlı, Kapı Yayınları, İstanbul, 2006., s. 312.
[4] Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, I. Cilt, Yayına Hazırlayan: Abdurrahman Dilipak, İşaret Yayınları, İstanbul, 1992., s. 253.
[5] A.g. e., s. 254.
[6] A.g. e., s. 255.
[7] Ali Haydar Mithat, Hâtıralarım 1872-1946, Güler Basımevi, Galata, İstanbul, 1946, s.192.
[8] Süleyman Kocabaş, Bir Medeniyetler Analizi ve Türk-Batı Kavgası “Celladına Âşık Olmak”, Vatan Yayınları, İstanbul, 2019, s.121., Ahmet İhsan, Matbuat Hatıralarım, C.I., Ahmet İhsan Matbaası, İstanbul, 1932, s. 10.
[9] A.g.e., s. 121., Andersen M.S., The Eastern Question, Macmillan Company, New York, 1966., s. 276.
[10] Pierre Loti’nin bu eserindeki üçüncü kadın Fransız gazeteci Madam Léra takma adıyla İngiliz gazeteci Grace M. Ellison’dur.
[11] Grace M. Ellison, Bir İngiliz Kadını Gözüyle Kuva-i Millîye Ankarası, Milliyet Yayınları, Türkçesi: İbrahim S. Turek, İstanbul, 1973, s. 15.
[12] A. g. e., s.16.
[13] A. g. e., s.16.
[14] A. g. e., s. 17.
[15] A. g. e., s. 17.