O akşam Reşat Bey eve yine çok yorgun gelmişti. Muhasebe Müdürü olarak çalıştığı yem fabrikasında hesapların kontrolünü yapmıştı. Yorgundu ve gelir gelmez kendini sedire zor atmıştı. Onun eve gelmesini dört gözle bekleyen oğlu Salih ise usulca sokulup, o akşam annesini ve kendisini Bursa Kültür Park’a götürmesini istemişti. Anlatılmaz güzellikte bir temmuz akşamıydı. Küçük çocuk da bu enfes akşamı ailesiyle birlikte Kültür Park’ta geçirmek istiyordu. Annesi Nazlı Hanım da, Reşat Bey’e aynı şeyi söylemişti...

Reşat Bey, bütün yorgunluğuna rağmen sedirden doğrularak sevgiyle küçük oğlunun yüzüne bakmış ve sempatik hareketler yaparak onu yanına çağırmıştı. Bunun üzerine, belki de binlerce yıldır bu ışıltılı anı bekleyen Salih, belki de rüzgardan daha hızlı bir şekilde koşarak babasının kollarına atıvermişti kendisini. O esnada, Nazlı Hanım’da baba-oğulun bir sevgi topağına dönüşmesini mutluluk dolu bakışlarla izliyordu. Sabahtan akşama kadar fabrikada tabiri caizse canı çıkmış olan Reşat Bey, kolunu Salih’in omuzuna sıkı sıkıya sararak Ona: “benim aslan parçası oğlum ister de, ben götürmem mi hiç; hadi bakalım hanım hemen hazırlanın, bu akşam önce sizi İskender Kebap yemeye götüreceğim; ardından da Kültür Park’a gideceğiz..” demişti. Nazlı Hanım, kocasından olumlu bir yanıt beklemiyordu. Reşat Bey’in olumlu yanıtı, en az oğlu kadar kendisini de mutlu etmişti…

Dokuz yaşındaki çocuğun en sevdiği şey anne ve babasıyla bir yerlere gitmekti. Lakin Kültür Park ve içindeki Luna Park onun favori yeriydi. Reşat Bey’in iki dudağından çıkan olur‘u, o an belki de Salih’i dünyanın en mutlu çocuğu yapmaya yetmişti; yetmişti zira bu çocuk çok küçük şeylerden mutlu olmayı başarabilmekteydi. Önce babasının sonra da annesi Nazlı Hanım’ın yanaklarından öpüvermişti. Ertesi gün mahalle arkadaşlarına anlatacağı o kadar çok şey olacaktı ki; bunun düşüncesi bile kumral ve yeşil gözlü çocuğun ayaklarını yerden kesmeye yetmekteydi. Üstüne üstlük canından çok sevdiği babası, anneciğini ve kendisini o akşam bir de tadına doyamadığı kebap yemek için Heykel’in hemen karşısındaki mavi boyalı İskender Kebapçısı’ na götürecekti. Salih’in o an yaşadığı coşku sözcüklerle anlatılır gibi değildi. Sevgi dolu çocuk bir annesine bakıyor, bir babasına bakıyor ve kuş olup çırpınan küçücük kalbine söz geçiremiyor ve ne söyleyeceğini bilemiyordu…

Her Bursalı’nın vazgeçilmez mekanı olan küçük kebapçı dükkanında yer bulabilmek hemen hemen mümkün değildi. Lakin Salih’in evrene göndermiş olduğu iyilik enerjisi evrende dolaşıp tekrar kebapçı dükkanına gelmiş olmalıydı ki, dükkanın hemen solundaki masadan yaşlı bir adam ile yaşlı bir kadının gitmek için ayağa kalktıklarını görmüşlerdi. Küçük çocuk sevinçten neredeyse çılgına dönmüştü zira hiç beklemeyecekler ve peşi sıra da her gidişlerinde, kendisine adeta büyülü bir dünyaya gittiklerini hissettiren Kültür Park’a çok vakit kaybetmeden gideceklerdi…

Gittikleri kebapçı dükkanı iskender kebabının kalbiydi. Bu dükkanda, müşteriler siparişlerini verdikten sonra enfes kokularla kendilerinden geçerlerdi. Beklemek bile çoğu zaman müşteriler için bir keyif haline gelirdi. O gün Salih, küçük cüssesine rağmen her bakışlarıyla kendisini dünyanın en güçlü ve mutlu kişisi hissettiği babası ve annesi Nazlı Hanım’ın biraz da şaşkın bakışları arasında bir buçuk iskender kebabı afiyetle mideye indirmişti…

Mutlu aile, Kültür Park’a gitmek için Altıparmak dolmuşuna bindiklerinde saat dokuz buçuğa yaklaşmaktaydı. Salih en çok Kültür Park’a girdiklerinde birbirinden heybetli ağaçların rüzgar estikçe kendisini alıp götüren kokularıyla kendinden geçerdi. Yine öyle olmuştu. Hafif bir rüzgar vardı. Oysa daha birkaç saat öncesine kadar yaprak kıpırdamıyordu. Küçük çocuk o an, rüzgar arkadaşının kendisini mutlu etmek için her ne kadar uzaktan olursa olsun Kültür Park’a geldiğini bilmekteydi. Annesine ve babasına muzip bakışlar fırlattı peşi sıra. Lakin altın kalpli adam ve altın kalpli kadın bu sebebini çok merak ettikleri bakışlara bir anlam verememişlerdi. Önemi de yoktu. Salih’leri çok neşeliydi. Onların da can-ı yürekten istedikleri şey de bu değil miydi zaten…

Kültür Park’ın içindeki gölü gören enfes manzaralı bir çay bahçesinde çaylar içildi önce. Reşat Bey, bütün yorgunluğuna karşı çok sevdiği karısı Nazlı Hanım ve aslanı Salih’i yaptığı esprilerle kırıp geçirmekteydi. Öyle ki, hanımefendi ve Salih bazen gülmekten nefes nefese kalıyorlardı. Fakat ardı arkası kesilmeyen kahkahalarının bitmesini de istemiyorlardı. Salih, bir yandan babasının anlattıklarını dinliyor, diğer yandan da, tadına bayıldığı uludağ gazozunun tadını çıkartıyordu. O esnada Salih’in gözü, bir ressamın ustalık dolu fırça darbelerinden çıkmış gibi gökyüzünü donatan birbirinden parıltılı yıldızlara takılmıştı. Ancak bunlar, küçük çocuğun alışık olduğu yıldızlardan çok farklıydılar. Zira yıldızlar, nokta şeklinde değillerdi. Her biri okulda çizdiği yıldız şeklindeydiler. Bir süre sonra bu yıldızlardan üçünün daha fazla ışıldadıklarını ve büyüdüklerini fark etmişti. Ardından bu üç yıldızın sevdayla birbirlerine sarıldıklarını görmüştü Salih.. Artık gözlerine inanamıyordu, inanması da mümkün değildi zira o üç görkemli yıldızın yerinde şimdi babasını, annesini ve kendisini görmekteydi. Diğer bütün yıldızlar, kendilerine hayranlıkla bakıyorlardı. Salih, annesi ve babası yıldız olmuşlardı. Hem de ne yıldız…

Eve döndüklerinde, Turgut Sokak’taki evlerinin; içinde binbir renkli çiçeklerin, meyve ağaçlarının bulunduğu ve sık bir ormanı andıran bahçelerinde; Nazlı Hanım’ın içine sevgisini kattığı tavşan kanı çaylarını yudumlamıştı bu güzel aile…

Reşat Bey, asmaya çok yakın olan hanımeli çiçeklerinden kopartmış ve karısına sunmuştu,

Nazlı Hanım, kendisini görür görmez aşık olduğu kocasından aldığı çiçekle belki de nişanlılık günlerine doğru bir yolculuğa çıkmış olmalıydı..

Sözlülük, nişanlılık günleri,

Ve her biri diğerinden daha güzel evlilik günleri..

Hiç incitmemişlerdi birbirlerini,

Sevdalıydılar, birbirlerine ve canlarından çok sevdikleri Salih’lerine,

Nazlı Hanım, bahçelerinden toplamış olduğu anlatılmaz güzellikteki şeftalileri yıkamış, çiçekli bir tabağa koymuştu,

Hanımefendi zarif parmaklarıyla soyduğu şeftalileri oğluna ve kocasına sundu,

İlerideki elma ağacının dibinde yanıp sönen yeşil bir ışık gördüler sonra,

Hayal diyarlarından kendilerini ziyarete gelmiş olan bir ışık olmalıydı bu,

Yeşilden de yeşil,

Yanıp sönmeler artıyordu,

Nar ağacının, armut ve erik ağaçlarının dibinden,

Ağustos Böcekleriydi,

Bu üç kişilik ailenin tarifi imkansız mutlulukları karşısında daha fazla dayanamamışlardı,

Ağustos’tan önce gelmişlerdi,

Salih’in, Nazlı Hanım ve Reşat Bey’in büyülenmiş bakışları arasında zaman durmuştu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.