Bütün gün yağan kar gece yarısına doğru daha da yoğunlaşmaya başlamıştı. Bu yüzden New York JFK Havaalanı’nda iniş ve kalkışlara izin verilmiyordu. Son olarak Alitalia, Türk Hava Yolları ve Air France'a ait uçakların inişine izin verilmişti. Bu uçaklardan gelen yolcular, pasaport işlemlerinin tamamlanmasından sonra, valizlerini alıp çıkışa doğru yönelmişti. Havaalanında mahşeri bir kalabalık vardı. Üç uçaktan inen yolcular bir an önce kalabalıktan kurtulup gidecekleri yere salimen ulaşabilmek için adeta birbirlerini ezerek ilerliyordu.

Uzun saçlı bir erkek yolcu, o itiş kakış arasında çıkış sırası kendisine çok yakınken, hemen arkasındaki kıvırcık saçları beresinin dışına taşan bir kadın yolcunun attığı omuzla hafifçe sendeledi. Kadın sanki hiçbir şey olmamış gibi çabuk çabuk dışarı çıktı. Adam da içinden bir: "la havle" çekerek onun ardından dışarı çıktı.

Beyazlara bürünmüş olan şehir bir masal diyarını andırıyordu. Kar kalınlığı kısa süre içinde 10 santimetreyi aşmıştı. Yolcuları taşıyacak servis araçlarına binebilenler şanslı olanlardı, diğerlerinin de taksi tutmaktan başka şansları yoktu. Kar tipiye dönmüştü, Çevrede beyazdan başka hiçbir şey kalmamıştı. Adam zar zor kendini bir taksiye attı. Şoför adamın valizlerini bagaja yerleştirdi. Tam hareket edecekleri sırada adamın sağındaki kapı hızla açıldı. Bir kadın rüzgâr gibi içeriye girdi. O, az önce adamı iterek onun yerini alan kadından başkası değildi. Az önce yaptığı şeyi sanki o yapmamış gibi şoföre hızlı hızlı valizlerini bagaja koymasını söyledi. Adamın ve şoförün şaşkın bakışları arasında şoföre; "ikimizi de bırakırsın ne var bunda" diye çıkıştı. Adam gece gece çattık diye söylendi içinden. Söylendi söylenmesine ama gene de kadının o soğukta orada beklemesine gönlü de razı olmadı. Ne diyeceğini bekleyen şoföre güzel İngilizcesiyle, istemeye istemeye; "olsun, bakalım" dedi. Kadın, adamın tavrını abartıyla taklit etti, yüzünü sarkıtarak adama sardı; "aman çok bir şey yaptın.." deyince o da gayri ihtiyari kadına baktı. Kadının yüzünde alaycı bir ifade vardı. Önde şoförün yüzünde de belli belirsiz bir tebessüm oluşmuştu. Kadının bayraklı olduğunu çoktan anlamış olmalıydı.

Yaklaşık yirmi dakika sonra kadını bıraktılar. Kadın inerken yüzünü sirke gibi ekşiterek adama; "umarım bir daha karşılaşmayız.." dedi. O anda adamı bir gülmedir aldı. Zorlukla; "ben de.. "diyebildi. Şoförün ise gülmekten karnına ağrılar giriyordu. Bir süre sonra onu da kalacağı otele bıraktı.

Yatmadan önce saatini 7.00'ye kurmuştu. Doktordu. Dört gün sürecek bir uluslararası seminere katılmak için New York'a gelmişti. Kahvaltısını yaptıktan sonra beş yıldızlı başka bir otelin toplantı salonunda yapılacak seminer için oraya geçti. Salonun yarısından çoğu doluydu. "Lütfü Ender" olarak rezerve edilen koltuğu buldu. Oturdu. İki yanındaki boş koltukların üzerinde yazan isimlere şöyle bir göz attı. Birinde "Lucia Rozetti", diğerinde ise "Olaf Gustavson" yazıyordu. Cep telefonunu çıkartıp vakit geçirmeye başladı. Salonun büyük bir kısmı dolmuştu. Kısa bir süre sonra İsveçli meslektaşı geldi. Tanıştılar, sohbet ettiler. Seminerin başlamasına dakikalar kala koştura koştura gelen kadın doktor, Türk ve İsveçli doktor sohbet ederken, trafikten şikayet ederek adamın yanındaki koltuğa oturdu. İki doktor aynı anda kadına baktılar. Kadın doktor adamla göz göze gelince İtalyan tez canlılığıyla yanındaki Dr. Lütfü’ye; "aa ne işin var senin burada" diye yüksek perdeden söylendi. Dr. Lütfü iki elini gökyüzüne kaldırarak içinden "Allah’ım neydi günahım" diye yakardı. Sonra kadına hoşnutsuz ifadelerle; "senin ne işin varsa.." dedi. İkilinin arasında geçen bu aksiyon dolu konuşmayı gören İsveçli doktor hayranlıkla onları izledi. Tanıştılar. Konferans başladı. Konferans boyunca Dr. Lütfü ne de kadın konferansı dinledi. Yandan yandan birbirlerini süzüp durdular. İkisi de dört gün boyunca birbirlerine nasıl tahammül edeceklerini düşünüp durdular.

Konferans bitince salondan çıkmadan önce İtalyan doktor gene yapacağını yaptı: "bula bula benim yanımı mı buldun bin kişilik salonda" diye hınzır bir ifadeyle adama çemkirdi. Dr. Lütfü seminerin arasında İsveçli doktora havaalanında yaşadıklarını anlatmıştı. Bildiği için kadının söylediklerine kahkahayla güldü. Dr. Lütfü de yüzünü zorla sevimli bir hale getirerek ve gözlerini kadına dikerek; "ne demezsin, özellikle sizin yanınız olsun diye, konferans organizasyon sorumlusunu bir yıl önce aradım" deyiverdi. Bunun üzerine kadının yüzü kıpkırmızı olurken, muzip bir adam olduğu belli olan İsveçli gene bastı kahkahayı. Kadın oradan uzaklaşırken ve gözüyle ateş ederken Türk doktora; "mümkünse bir daha görüşmeyelim" dedi. Dr. Lütfü de da onun arkasından; "ah nerede o günler, ama yarın gene seni görmek zorundayım" diye seslendi. Ses tonu o kadar komikti ki, kadın geriye döndü ve gülmeye başladı. Göz göze geldiler. O an Dr. Lütfü, kadının gözlerinin ne kadar güzel olduğunu fark etti..

Ertesi günkü konferans sonrasında, otelin restoranında yemek yediler. Dr. Lütfü kadını kahve içmeye davet etti. Takside adamın uzun dalgalı saçlarından etkilenen ve bakışlarından böyle bir teklifi beklediği anlaşılan kadın, zarif bir şekilde başını öne doğru salladı. İkisi de bu rüya şehrinin yabancısıydılar ama bunu hiç dert etmediler. Şehrin en işlek caddelerinden birinde önlerine çıkan ilk cafeye girdiler. Kadının oturacağı koltuğu nezaketle çekip yardımcı oldu ve sonra karşısına oturdu. Bir süre aralarında geçen biraz tatsız, biraz da komik olaylara güldüler. Garsona siparişlerini verdiler. Garson uzaklaşırken onlar hala gülüyorlardı. Garson kendisine güldüklerini sandı. Döndü. Onlara ters ters baktı.

Kahvelerini içerken kendilerinden bahsettiler. O esnada kar yeniden başladı. Lapa lap yağıyordu. Yerlerde önceki günden yağan kar erimemişti. Kahvelerini bitirip uzun bir süre sohbet ettikten sonra kadın coşkuyla; "haydi kartopu oynayalım" diye bağırdı. Ve birlikte dışarıya çıktılar. Çocuklar, gençler, yaşlılar herkes kartopu oynuyordu. Onlara karıştılar.

Kadın yerden alelacele aldığı karlarla yaptığı kartopunu adama fırlattı. Bu ilk atışta kartopu adamın gözünde patladı. Her attığında adamı fena avlıyordu. Kadın bir süre sonra Dr. Lütfü’nün bilerek kendisine isabet ettirmediğini fark etti. Usulca onun yanına geldi. Gözlerinde sadece seven bir kadının bakışları vardı. Lütfü canı yanmasına rağmen bunu belli etmek istemiyor, şaşkın şaşkın, güzelliğinden çok etkilendiği İtalyan kadına bakıyordu. Onun bu şaşkın bakışları da kadını güldürüyordu. Gözleri değdi birbirine. Kadın, Onun morarmış gözüne götürdü parmaklarını. Bunu yaparken gözlerini zerre kadar adamdan ayırmıyordu. Moraran gözünü parmağıyla okşarken, canının acımasına sebep olmanın verdiği pişmanlıkla karışık bir sevda sesiyle; "çok acıyor mu" diye sordu. O da mahcup bir tavırla; "yok yok" diye cevap verdi. Kadın oracıkta adamın boynuna sarıldı ve kulağına "seni seviyorum" diye fısıldadı. Bunu söylerken, kadının sesinde genç bir kızın ses tonu vardı. O da kadına genç bir delikanlının ses tonuyla aynı sözcükleri fısıldadı. Kadın o an sempatik bir tavırla; "sana bir sır vereyim mi" diye sordu. "Ver" diye cevap alınca da; "o gece sana havaalanı çıkışında bilerek çarpmıştım.." dedi..

Ve ne mi oldu, yine zaman durdu..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.