Küçük çocuğun babası uzun zamandır eve gelmiyordu. Lakin o sabah kahvaltıda annesi Sacide Hanım; babası Taner Beyin akşama eve geleceğini söylemişti. Telefon açıp Sacide Hanım’a söylemişti. Uzun saçlı çocuk o an sevinçten ne yapacağını, ne edeceğini bilemedi. Balkonlarının denize bakan köşesindeki sandalyesinde düşünceli bir şekilde çayını yudumlamakta olan annesinin boynuna neşeyle öyle bir sarılıverdi ki; kadıncağız neye uğradığını anlayamadı. Elindeki çay bardağı yere düştü. Paramparça oldu. 10 yaşındaki çocuk, sonrasında adeta beş yaşındaki bir çocuk gibi annesinin kucağına atladı. Bakışlarında babasına duyduğu özlem o denli yoğundu ki; Sacide Hanım çok duygulandı. Kollarını anneciğinin boynuna sıkı sıkıya dolayan yavrusunun neredeyse yanaklarına dökülen dalgalı perçemlerini sevdayla okşamaya başladı. Çocuk sevinçten adeta çıldıracak gibiydi. Kısa saçlı kadının oturduğu yer, balkonun parmaklıklarına çok yakındı. Oğlu kontrolsüzce anneciğiyle sevincini paylaşırken yanlış bir hareketle beşinci kattaki balkonlarından aşağıya düşebilir; bu da bir felaketle sonuçlanabilirdi. Bir eliyle oğlunu sıkı sıkıya tutarken diğer eliyle de sandalyesini parmaklıklardan uzaklaştırdı. Oğlunun yanağına birbiri ardına öpücükler kondurdu. Kocası geliyordu gelmesine lakin otuz yaşlarındaki kadının gözlerinde neşeden zerre kadar eser yoktu. Bakışlarında görenlerin yüreklerini yakacak kadar kuvvetli bir keder vardı. Sadece sevinir gibi gözükmeye gayret ediyordu. Ahmet; o anki anlatılmaz coşkusuna rağmen anneciğinin durgunluğunu ve belki de kederini anladı. Lapa lapa yağan karların hemencecik etrafı beyaza boyamasının ardından, kar yağışının bıçakla kesilmiş gibi kesilmesinin peşi sıra karların hemencecik erimesinin verdiği hayal kırıklığı gibi, az önceki coşkusundan eser kalmayan çocuk, annesinin yanağını okşadı ve Ona şöyle dedi:

-Güzellik, neden böyle üzüntülüsün. Bak, bu akşam babam, aslan babam geliyor. Neşeli olmamız gerekmez mi? Hadi ama asma suratını. Bu akşam babam gelince, sen bir taraftan ben bir taraftan onu yere yatırır; gözlerinden yaşlar gelinceye kadar gıdıklarız. Bilirsin o buna hiç dayanamaz…

Evliliklerinin ışıltılı yıllarının anılarından biri olan ailenin en çok sevdiği bu oyun ne acıdır ki; artık Sacide Hanım için hiçbir öneme haiz değildi. Bir tünelin ucunda her an daha da karanlığa gömülen bir ümidin yok oluşunu yaşıyordu. Genç kadın gözlerinde birikmeye başlayan göz yaşlarını; göz damarlarını kopartırcasına sıkarak durdurmaya çalışıyordu. Ne olursa olsun Ahmet’ini içinde kopan fırtınalardan uzak tutmalıydı. Bütün gücünü topladı. Çocuğuna her annenin yaptığı gibi tarifsiz bir sevgiyle sarılarak şöyle dedi:

-Olur mu öyle şey hiçbir tanem. Seviniyorum tabii ki. Hiç sevinmez olur muyum ! Bak kahvaltıdan sonra, senin ve babanın bayıldığınız o yemekleri yapacağım. İzmir Köfte, sarma ve baklava…

Küçük çocuğun; birkaç dakikadır bulutların arkasında kalan güneşi çağrıştıran coşkusu, canından çok sevdiği anneciğinin bu sözleriyle; günlerdir süren ve insanın yüreğini acıtan duygusuz yağmurların bir anda silgiyle silinmiş bir yazının ardından güneşin apansız, gökyüzünü süslemesi gibi sevgi dolu çocuğun göz bebeklerini mutluluk renkleri olan sarı, kırmızı, yeşil, mavi ve turuncuya boyadı. Anlatılır gibi değildi…

Ahmet’in Karagöz ve Hacivat’a aşırı bir düşkünlüğü vardı. Onların başlarının kesilmesini duymak, küçük çocuğu çok sarsmıştı. Tüm suçları insanları güldürmek, neşelendirmek ve nihayetinde onları mutlu etmek olan bu iki gönül insanının öldürülmesi onun insanlara olan güvenini derinden sarsmıştı. Acımasızca öldürüldükten sonra ölümsüzleşen ve özellikle Bursalıların gönüllerinde yüzyıllardır yaşayan ve evren var oldukça da yaşamaya devam edecek bu iki kahramanın gölge oyunlarını siyah-beyaz televizyonlarından hiç kaçırmayan küçük çocuk; bu oyunlardaki bütün tiplemeleri adeta yutmuştu. Hepsinin fiziki özelliklerini, karakterlerini ezberlemişti. Öyle ki; kendisi de bu kahramanların resimlerini çiziyor; onları göz nuruyla boyuyor, sonrasında da, özenle tahta çubuklara yapıştırıyor ve annesiyle babasının kavga etmediği nadir zamanlarda onlara Karagöz ve Hacivat’ı tüm yüreğiyle oynatıyordu. Küçük çocuk oturma odasının arkasındaki buzlu camdan oynatırdı oyunlarını. Bir sandalyenin üzerine çıkardı. Boyu da tam olarak erişmezdi. Erişmezdi erişmesine lakin bu, onun için hiçbir öneme haiz değildi. Zira parmak uçlarında yükselir ilerleyen dakikalardaki ayaklarındaki dayanılmaz acılara karşın Karagöz’üne ve Hacivat’ına hayat verirdi Onların televizyondan ezberlediği repliklerine, usta bir gölge oyunu sanatçısı gibi kendi de ayrı bir ruh verirdi. Bursa’daki evlerinde komşular, küçük çocuğun bu yeteneğini bilirlerdi. Çoğu zaman lapa lapa yağan karlı gecelerde toplandıklarında, yediden yetmişe bir seyirci grubu kurulur ve Ahmet can verdiği gölge oyunlarıyla izleyicileri neşelendirirdi. Küçük çocuk buzlu camın arkasında artık özdeşleştiği Karagöz, Hacivat ve tüm tiplemeleri yarı karanlıkta yüzyıllarca öncesinden o ana getirirken tarifsiz bir mutluluk duyardı. Lakin arada da Orhan Gazi aklına gelirdi. Saygı duyardı ona. Duyardı lakin çok da kızardı. Nasıl da kıymıştı bu güzel insanlara.. İşte böyle zamanlar da sevgi dolu çocuk; hiç kimsenin görmediği, göremediği göz yaşlarına hakim olamazdı…

Ahmet, annesine kahvaltıyı toplarken yardım etti. Annesi akşam yemeği hazırlıklarına başlar başlamaz o da; adeta bir rüzgar gibi koşturarak odasındaki dolabının önünde soluğu aldı. Üzerinde araba resimlerinin bulunduğu dolabı açtı. Üst çekmeceyi çekti. Açtı. İçinde ki kutuyu aldı. Bu kutu onun, Karagöz-Hacivat Gölge Oyunları kutusuydu. İçinde hangi tiplemeler yoktu ki.. Karagöz, Hacivat, Acem, Berber, Zenne ve daha niceleri.. Kutuyu özenle açtı. Onları masasının üzerine dizdi. Sonrasında banyoya giderek; oradan annesinin temizlik bezlerinden ikisini aldı. Birini ıslattı. Onlarla birlikte odasına döndü. Yüreği neredeyse bir kuş olup dışarıya fırlayacaktı. Babacığı o akşam geliyordu. Ona ve anneciğine akşam muhteşem bir oyun sergilemeliydi. Lakin bu tozlu Karagöz ve Hacivatlarla olmazdı. Olamazdı. Minicik parmaklarıyla bütün karakterleri önce ıslak bezle sildi. Peşi sıra hepsini hiç aceleye getirmeden kuruladı. Yaptığı işten öylesine büyük bir keyif alıyordu ki; dünyanın en ünlü yazarları bile bu duygu selini yazıya dökemezdi…

Akşam; ne getireceği belli olmayan gizemli kollarıyla Küçükkumla’nın dar caddelerine öncü karanlıklarını gönderirken kapı zili zoraki çaldı. Gelen babası Taner Bey değildi. Zira babası zili böyle duygusuz çalmazdı. Onun çaldığı her zil ailesine duyduğu sevgiyi ve özlemi adeta bir ayna gibi yansıtırdı. Sacide Hanım mutfaktan çıkarak önce oğluna kapıyı açmadığı için biraz kızdı. Sonra apıyı açtı. Ahmet yanılmıştı. Gelen babası Taner Bey’di. Çocuk yayından fırlayan bir ok gibi babasının kollarına atıldı. Atıldı atılmasına ancak alışık olduğu ilgiyi göremedi. Sacide Hanım bunun üzerine kocasına sert bir bakış gönderdi. Zaten birkaç zamandır da babası kendisine eskisi kadar ilgi göstermiyordu. Sacide Hanım kocasına çok da içinden gelmeyerek bir: “Hoş geldin” dedi. Kocası buzdolabından yeni çıkmış gibi; “Hoş bulduk” diye cevap verdi. Anneciğinin babasına böyle cevap vermesi Ahmet’in gözünden kaçmadı. Buna bir anlam da veremedi. Veremedi vermesine lakin üzerinde de çok durmadı…

Babası çok neşesizdi. Annesi de öyle. Mecbur kalmadıkça birbirleriyle konuşmuyorlardı. Genç kadın akşam yemeği için balkon masasını sildi ve tabakları yerleştirdi. O esnada Ahmet, babasının ilgisini çekebilmek için türlü hokkabazlıklar yapıyordu. Ama bu çabaları hiçbir işe yaramıyordu. Babası çok donuktu. Sanki aklı başka yerlerde gibiydi. Taner Beyin bu haline Ahmet çok üzüldü. O da yavaş yavaş enerjisini kaybetti. Günlerdir yüzünü görmeye hasret kaldığı babasının bu halini; onun oturduğu koltuğun karşısındaki ikili koltuğa oturarak dikkatlice izliyordu. Sacide Hanım bir müddet sonra adeta bir ruh gibi koltukta oturan ve çocuğuna hiç ilgi göstermeyen kocasına bir düşmana bakar gibi bakarak seslendi: “Sofra hazır.”

Yemekte hemen hemen hiç sohbet olmadı. Ahmet Bey; zoraki yemek yapan karısının yemeklerinden hemen hemen hiç yemedi. Sacide Hanım da yesin diye üstelemedi. Onun için yemesiyle yememesi arasında zerre kadar bir fark yoktu. Lakin Ahmet için durum hiç de öyle değildi. Taner Bey; oğlunun bütün ısrarlarına rağmen bir gram daha fazla yemedi. Ahmet ikisinin arasındaki soğukluğa da çok üzülüyordu. Yemekten sonra bu durumu düzeltmek için bir hayal perdesi kurdu. Anneciğini, babacığını yan yana oturttu. Babacığının kolunu anneciğinin omuzuna attı. İkisi de bundan hoşlanmadı ama Ahmet üzülmesin diye de öylece kaldılar. Ahmet evin bütün ışıklarını söndürdü. Oturma odasının arkasındaki dar holün ölü gözü gibi yanan ışığını yaktı. Öğleden pırıl pırıl yaptığı Karagöz, Hacivatlarını kutularından onlara sevgiyle bakarak çıkardı. Buzlu camda neşeyle oynatmaya başladı. Çok iyi olmalıydı. Belki de böylece anneciğinin ve babacığının arasını düzeltebilirdi. Bunu başarabilirdi. Önceleri odadan hiç ses gelmiyordu. Dikkatle kendisini izliyor olmalıydılar. Lakin birkaç dakika sonra Ahmet fısıltılar duymaya başladı. Sonraları bu fısıltılar yüksek sesli konuşmalar haline geldi. Küçük çocuk kızdı. Ama gene de hiçbir şey olmamış gibi devam etti. Sesler yükseldikçe daha çok kızdı. Gölge kahramanları buzlu camda oynatmaya devam ederken sustu. Onları dinledi. Konuşmalar tartışma boyutunu aldı. Ahmet; şimdi anneciğinin de, babacığının da kendisini izlemediklerini biliyordu. Onları dinliyordu. Bir ara Sacide Hanım’ın kocasına şöyle dediğini işitti:

-O kadının evindeydin gene.. Hiç utanmıyorsun değil mi? Ya şu parmak kadar çocuk. Sabahtan beri sen geleceksin diye çırpınıp duruyor. Karagözlerini Hacivatlarını hazırladı. Onları temizleyip durdu…

Taner Bey ağır bir torpil yemiş gemi gibi arkasına yaslandı Karısına hiç de ikna edici olmayan bir ses tonuyla: “Ne alakası var. Çalışıyordum.." dedi. Sacide Hanım bu cevabın üzerine kızgınlıktan göz bebekleri büyümüş bir halde kocasına şöyle cevap verdi:

-Sen beni aptal mı sanıyorsun! Daha geçen gün komşulardan biri seni o kadının evinden çıkarken görmüş…

Genç kadın güçlü bir kadındı. Çok güçlü bir kadındı. Lakin kadınlık onuru ayaklar altına alınmıştı. Sesi titremeye başladı. Bir süre sessizlik oldu. Buzlu camın öte tarafında ise kelimelerle anlatılamayacak kadar büyük bir dram yaşanıyordu. Kahramanı olan babacığının, anneciğini aldatmış olduğunu oracıkta; en çok sevdiği işi; Karagözünü ve Hacivatını oynatırken öğrenmiş olması küçük çocuğun bütün dünyasını yerle bir etti. Elleri titremeye başladı. O an sahnede bulunan Hacivat ve Acem figürü çocuğun elleriyle birlikte zangır zangır sallanıyordu. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Kuş kadar küçük kalbi hızlı hızlı çarpıyordu. Bir süre sonra çocuğun bütün vücudu sarsılmaya başladı. Göz pınarlarından boşalan yaşlar yerlere birbiri ardına düşüyordu. Küçük çocuk dengesini sağlayamadı. Yere düştü. Şükürler olsun ki başını yere çarpmamıştı. Sacide Hanım ve Taner Bey koşarak çocuklarının yanına geldiler. Küçük çocuğun ağlamaktan gözleri kıpkırmızı olmuştu. Hıçkırıklar, bitiren hıçkırıklar eklendi gözyaşlarına. Genç adam ve genç kadın korku dolu gözlerle birbirlerine baktılar. Anlamışlardı. Küçük canı yerden kucakladılar. İkili koltuğa getirdiler. Ona duyduklarının gerçek olmadığını söylediler. Çocuk bu sözleri duyunca kendine geldi. Gözleri ışıldadı. Mutlulukla buzlu camın arkasına geçti. Anneciğine ve babacığına belki de hayatları boyunca izleyebilecekleri en güzel oyunu izletti…

Aradan günler, aylar geçti. Ahmet’in babası eve bir daha hiç gelmedi…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.