-Babacım, kazandım. Davayı kazandım…

60’ına merdiven dayamış, saçlarına geçen yılların eli değmiş olan uzun yüzlü adam, oturduğu koltuktan; kendi yaşından beklenmeyen bir atiklikle fırladı. Kızı Gülnur’un yanına yaklaştı. Bir süre kızının güzel yüzünü seyretti. 25 yaşındaki, saçları omuzlarına dökülen Gülnur’un; alnına düşen anlatılmaz güzellikteki perçemini okşadı. Sonra gür sesiyle kızına:

-Biliyordum nur tanem. Senin çok iyi bir avukat olduğunu zaten bilmeyen yok ki…

Sarıldılar. Sanki yıllardır birbirlerine hasrettiler. Oysa ki; sadece beş-altı saattir birbirlerinden ayrıydılar. Sadık Bey, kızının pamuk elini tuttu. Öptü. İkili koltuğa oturdular. Genç kız, heyecanla ve gururla kazandığı davayı babasına anlatmaya başladı:

-Babacım, hakimin kararını açıkladığında, müvekkilimin yüzünde oluşan mutluluğu görmeliydin. Beraatı duyunca, yanıma adeta uçarcasına geldi. Peşi sıra, karısı ve iyi terbiye almış oldukları yüzlerine yansıyan iki kızı geldi. Kadıncağızın gözlerinden inci gibi yaşlar geliyordu. Kızları da minnetle bana bakıyorlardı. Babacım, inan bana, o an yaşadığım mutluluğu ifade edebilmem mümkün değil…

Ak saçlı adam, kızının anlattıklarını dinlerken adeta mutluluktan kendinden geçmişti. Kızını alnından öptü; “seninle gurur duyuyorum yavrum” dedi. Onu, kolları arasına aldı. Gülnur da, babası da buna bayılırlardı. Yüzyıllar boyu öylece kaldılar.. Hiç konuşmadılar. Sadık Bey’in gözünün önüne Gülnur’unun ana sınıfındaki hali geldi. Sene sonu müsameresi vardı. Gülnurcuk, yöresel Karadeniz kıyafetleri içinde okulun çok amaçlı salonunda hınca hınç kalabalık önünde folklor oynuyordu. O zamanlarda da, şimdiki gibi hep gülerdi. Güler yüzlülük, bir çocuğa ancak bu kadar çok yakışabilirdi. Küçük kızın güzel gözlerine sirayet eden ışıltı herkesin dikkatini çekmiş olmalıydı. Gösteri sonrası babasının boynuna atılmış; başını Sadık Bey’in göğsüne dayamıştı. Çiçek olmuştu. Aslında o her zaman çiçekti. Emekli Öğretmen Sadık Bey’in gözleri buğulandı. Gülnur, bunu gördü. Babası, Ona her zaman: “Kar Prensesim” derdi. İnanılmaz güzellikteki bir kış gecesinde yağan kar kristalleri adeta dans edercesine gök yüzünü süslüyorlardı. Sadık Bey, bu rüya gibi kar kristallerini Gülnur’una benzetmişti. Ve o günden sonra da kızına hep, “Kar Prensesim” demişti. O da babasına: “Kar Prensim”.. O an, Kar Prensesi babasının; kızının küçüklüğüne bir yolculuk yaptığını duyumsadı. Babacığına daha sıkı sarıldı. Sadık Bey, kızına, o henüz küçük bir çocukken bile her zaman dürüst olmayı, insanlara saygı duymayı ve çok çalışmayı söylerdi. Başarılı avukat, böyle bir babası olduğu için kendini her zaman olduğu gibi çok mutlu hissetti…

Yüz asır sonra, Sadık Bey, yavaşça oturduğu yerden kalktı ve o arada uyuyakalmış olan kuzusunun başının altına bir kırlent koydu. Onu yatırdı. Kar Prensesini uyandırmamak için ayak uçlarında kemerli misafir odasının altından geçerek, kızının yatak odasına yöneldi. Oradan Gülnur’un; o daha on yaşındayken, kızı için almış olduğu ayıcık resimli yeşil battaniyesini dolaptan çıkardı. Yine ayak uçlarında Kar Prensesinin başucuna geldi. Güzelce üstünü örttü. Saçlarını öptü, kokladı.. Gülnur’un odasının karşısındaki mutfağa geçti. Kızı gelmeden önce, derin dondurucudan; çözünsünler diye çıkardığı köfteleri aldı. Sadık Bey’in köfteleri arkadaşları arasında çok meşhurdu. Adeta özel bir formülü vardı. Yiyen tabir-i caizse, bu köftelerin müptelası olurdu. Hele hele Gülnur, babasının köftelerinin olmadığı bir dünyayı tahayyül edemezdi. Orta yaşlılığı gerilerde bırakan adam, balkonda mangalı yaktı. Sadık Bey, mangal konusunda da ustaydı. Yaktığı mangalın isi, dumanı, pisi olmazdı. Tereyağından kıl çeker gibi, insanları rahatsız etmeden mangalında köftelerini yapardı. Kömür ateşi yavaş yavaş kuvvetlenirken, Amasra’da çalıştığı yıllarda öğrendiği dünyaca ünlü, “Amasra Salatası” nı yaptı. Salatayı, kırmızı üzerine siyah çizgili masa örtüsünün üzerine özenle yerleştirdi. Masaya iki tabak, iki çatal, iki bıçak, iki su bardağı koydu. Köftelerini kuvvetlenen ateşin üzerindeki ızgaraya koydu. O esnada, Gülnur uyanmış, babasının yanına tıpkı onun yaptığı gibi ayaklarının ucunda gelmişti. Fark ettirmeden babacığını izliyordu. Vakit kızını uyandırma vaktiydi. Sadık Bey, içeride melekler gibi uyuduğunu düşündüğü kızına seslendi. Sesinde, dünyadaki en mutlu babanın parıltısı vardı:

- Kar Prensesim, hadi bakalım, yemekler hazır…

Ses gelmedi. Bunun üzerine Sadık Bey, kızına seslenmek üzere tam ağzını açmıştı ki; Gülnur, babacığına boynundan sarıldı. İhtiyar adam şaşırdı. “Babacım, sen, benim için böyle güzel köfteler yaparsın da, ben nasıl uyurum. Mümkün mü hiç.. Mis gibi kokular burnuma gelir gelmez hemen uyandım.."  diyordu. Gülnur, ellerini yıkarken Sadık Bey, buzdolabından ayranı çıkarttı ve onu masadaki bardaklara koydu. Mangalda pişen köftelerin ilk partisini önce kızının tabağına sonra da kalanlarını kendi tabağına koydu. Önceden ince ince dilimlediği ve kızının bayıldığı tam buğday ekmeğini masanın üzerine koydu. Baba-kız, mutfak balkonunun önündeki bin bir kokulu çam ağaçlarının muhteşem kokuları eşliğinde yemeklerini yemeye başladılar. Dışarıda insanın canına can katan bir Haziran güneşi vardı. Güneş, o an tüm dünyayla bağlantısını kesmiş olmalıydı. Zira baba- kız güneşin kendilerine gülümseyen yüzünü, kaşını, gözünü görmüşlerdi. Kar Prensesi ve Kar Prensi gördükleri şey karşısında birbirlerine öylece bakakaldılar. Güneşe gülümsediler. Güneş, onlara rengarenk bir ışın gönderdi. Hiç görülmemiş renklerden oluşuyordu bu ışın. Güneşe teşekkür ettiler. Güneş onları hayranlıkla seyretmeye devam etti. Öyle de yapmalıydı. Zira, hemen karşısında duran bu baba-kız dünyanın birbirini en çok seven baba kızıydı. Bir rüzgar çıktı. Ama öyle ürkütücü bir rüzgar değildi; dost bir rüzgardı. Masanın üzerindeki peçeteleri hafifçe dalgalandırdı. Bu rüzgarın, “Merhaba” sı olmalıydı. Sadık Bey ve Gülnur bunu anlamıştı. Sonra bir saka kuşu geldi, sürahinin yanına kondu. Anlatılmaz güzellikte bir kuştu bu. Daha öncesinde bu kadar güzeli görülmemişti. Sevimli saka başını bir o yana bir bu yana çevirerek, baba-kızın neşelerine neşe katıyordu. Kısa bir süre sonra, güneş, bu görkemli tablodan daha fazla uzak kalamadı. Yavaşça alçaldı, Kar Prensesi’nin ve Kar Prensi’nin arasına oturdu…

Akşam olmuştu. Üst kattaki çok sevdikleri komşuları Remzi Bey ve karısı Saadet Hanım yemek sonrasında çay içmeye geldiler. Remzi Bey ve karısı çok neşeli insanlardı. Gülnur’u bugünkü davayı kazanmasını gülen gözleri eşliğinde kutladılar. Sadık Bey duygulandı. Küçük bir çocuk gibi heyecanlandı. Gülnur çay servisini yaptı. Yerine oturdu. Gözlerinde bir parıltı oluştu. Kimse fark etmedi önce. Birkaç yudum almış ya da almamışlardı. Avukat Hanım konuşmaya başladı:

-Saadet Teyzecim, Remzi Amcacım; bugün çok zor bir davayı kazandım. Ben huzurlarınızda canım babama, beni de kendisi gibi zorluklardan yılmayan bir insan olarak yetiştirdiği için bir kez daha teşekkür etmek istiyorum. Şimdi benim de, Ona, naçizane bir hediyem var…

Odadakiler şaşkınlıkla birbirlerinin yüzlerine baktılar. Sadık Bey şöyle cevap verdi.

-Kızım, teşekkür etmek ne demek. Ben bir babayım. Her babanın yaptığı şeyi yaptım sadece…

Kısa boylu, göbekli Remzi Bey, unutulmaz Beyaz Show tiplemelerinden Hüsam Dayı’yı çağrıştıran sempatik görünümüyle şöyle dedi:

Yok, yok.. Gülnur’un dediği gibi, sen, onu çok güzel yetiştirdin çok…

Sadık Bey utandı başını öne eğdi. Hiçbir şeycikler söylemedi, söyleyemedi. Sevgi dolu ifadelerle beyaz saçlı adama baktılar…

Kırmızılı- yeşilli elbisesi içindeki Saadet Hanım, bu duygusal ana bir nokta koymak üzere Gülnur’a döndü;

-Söyle bakalım Gülnur, babana ne hediye aldın? dedi..

Sadık Bey, yavaşça başını yukarıya kaldırdı. Kızına baktı. Şimdi heyecanlanma sırası Gülnur’a geldi. Heyecanı yüzünden okunuyordu. Söze nereden başlayacağını bilemiyor olmalıydı. Herkes merakla avukat hanımın konuşmasını bekliyordu. Kar Prensesi zor da olsa konuşmaya başladı:

-Babacığımın, daha çocukluk yaşlarından beri bir hayali vardır. 11 yaşındayken seyretmiş olduğu ve unutamadığı “Şeytan” filminin çekildiği Georgetown’daki malikaneyi ziyaret etmek; çekim yapılan odaları görmek…

Sadık Bey, bu konuşmanın nereye varacağını anladı. Gözleri parıldadı. Baba-kız göz göze geldiler. Aralarında onları birbirlerini sonsuza dek bağlayan tarifsiz güzellikteki renklerden oluşan bir gökkuşağı vardı. Anlatılır gibi değildi. Işıltılı genç kız, devam etti:

-Ben, ben, canım babacımı önümüzdeki hafta Georgetown’a götüreceğim. Beraberce filmin çekildiği bu malikaneyi gezeceğiz. Bunun için ben de, babam kadar sabırsızlanıyorum…

Odadakiler duydukları karşısında çok duygulanmışlardı,

Saadet Hanım, ıslanan yanaklarını, cebinden çıkardığı; elbisesi kadar cıvıltılı mendiliyle sildi,

Remzi Bey, olduğu yerden kalktı,

Kızı kadar çok sevdiği Gülnur’un yanına geldi,

Yanağını okşadı, alnından öptü,

Gözlerinden süzülen gözyaşlarını saklamaya çalışıyordu,

Lakin saklayamamıştı,

Sadık Bey, olduğu yerde öylece kala kalmıştı,

Ne yapacağını, ne söyleyeceğini bilemedi..

Sevdayla kızının yüzüne baktı,

Aralarındaki gökkuşağı gitgide küçülüyordu,

Gökkuşağı küçüldükçe,

Birbirlerine yaklaştılar,

Sadık Bey kuzusuna sarıldı,

Gülnur ve Sadık Bey, gökkuşağının ta kendisi olmuşlardı,

Yemekteki misafirleri güneş, rüzgar ve saka açık pencereden içeriye girdiler,

Şölene katıldılar,

Zaman durdu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.