Dolmabahçe Sarayının büyük duvar saatinin akrebi ve yelkovanı dokuzu beş geçeyi gösterdiğinde, küçük Ülkü, babasının göz kapaklarının yavaşça hareket ettiğini görmüştü. Sarı Paşa gözlerini açmıştı. Bunun üzerine yüreğinde uçsuz bucaksız tarlalar dolusu rengarenk çiçekler açan Ülkü, koşarak babasının yanına gelmiş ve minicik, narin elleriyle O’nun son dönemdeki hastalığının etkisiyle küçücük kalan yüzünü sevmeye başlamıştı. Sarı Paşa hala çok bitkin gözükmekteydi lakin şimdiki hali bir gün önceki halinden daha iyiydi. Tarihin görmüş olduğu en büyük adam, canından çok sevdiği kızının küçük elini avucu içine alarak Ona: “Kızım, ne kadar zamandır buradasın ?..” diye sormuştu. Küçük kız, sağlığında dünyanın bütün emperyalist ülkelerini sustalı maymuna çeviren ve iyileştiğinde de buna kaldığı yerden devam edeceği gün gibi aşikar olan çelikten daha çelik adamın göz bebeklerinin içine bakarak Ona: “Dünya kurulduğundan beri babacığım” diye cevap vermişti…

Ülkü Sarı Paşa’yı elinden tutarak kaldırmıştı. Paşa hareket ettikçe daha çok kendine gelmekteydi. Siyah, kısa saçlı kız, babasının elinden tutarak ve dünyanın en mutlu çocuğu olarak, yatak odasını Dolmabahçe Sarayı’nın büyük salonuna bağlayan devasa kapıya doğru ilerlemekteydi. Ülkü’nün gözü, o esnada duvar saatine takılmıştı. Saatin içindeki numaralar, akrep, yelkovan, saniye ve tüm rakamlar adeta sevinçten çıldırmışlar; kendilerinden geçmiş bir vaziyette birbirlerine türlü oyunlar yapıyorlar ve dans ediyorlardı. O sırada, 10 rakamının tüm sempatikliğiyle kendisine göz kırptığını fark etmişti minik kız. Babası yanında olduğu için zaten çok mutlu olan kız, bunun ne anlama geldiğini merak etmişti. Küçük kız birkaç saniye sonra, duvar saatindeki bu rakamın sevinç göz yaşlarını fark etmişti. Sarı Paşa’dan izin alarak duvar saatinin altına gelen Ülkü, 10 rakamına neden ağladığını sormuştu. Altın sarısı rakam, minik kıza saatin dokuzu beş geçtiğinde; Atatürk’ün vefat etmediğini, yaşamaya devam edeceğini ve hiç ölmeyeceğini tüm dünyaya kendisinin ilan edeceğini söylemekteydi. Bu yüzden de O, duvar saatinin içinde türlü hokkabazlıklar yaparak anlatılmaz mutluluklarını okyanuslar gibi yaşayan akrepten, yelkovandan, saniyeden ve diğer rakamlardan çok daha mutluydu. Küçük kız da 10 rakamına neşeyle göz kırpmış ve o an ne olduğunu anlamaya çalışan babasının yanına dönerek, yeniden O’nun kendisine huzur veren elinden tutmuştu. O an, baba-kız; belki de evren kurulduğundan beri mutluluk kelimesinin içini en çok dolduran iki kişiydiler…

- Babam, uyandı babamm…

Minik Ülkü, bu nurlu cümleyi öylesine yürekten ve o kadar yüksek sesle söylemişti ki; Onun bu sözleri evrendeki en uzak noktaya kadar ulaşmış olmalıydı…

Muhteşem güzellikteki, işlemeli koyu kahverengi kapı yavaşça açılarak Sarı Paşa ve Ülkü’yü selamlamıştı. Ülkü’nün az önceki bağırışı üzerine, günlerdir ağlamakta olan Salih Bozok, subaylar ve Atatürk’ü kurtaramayacaklarını düşündüklerinden dolayı kahrolan doktorlar, karşılarında Atatürk’ü gördüklerinde, yüzlerinde oluşan şaşkınlık dolu ifadeler sözcüklerle anlatılır gibi değildi. Birkaç gündür Atatürk için artık yapabileceği hiçbir şey kalmayan, bunun için doktorluğuna lanet okuyan ve bu üzüntüden kısa bir süre içinde iğne-ipliğe dönen uzun boylu siyah saçlı doktor, donup kalan ve henüz kendine gelemeyen bu güzel insanların boş bakışları arasında adeta bir çocuk gibi koşarak Paşa’ya sarılmıştı. Öyle sarılmıştı ki, kendi babası vefat etse hiç kuşku yoktu ki bu kadar sıkı sarılamazdı. Sarı Paşa’nın yüzünde, dünkü bitkinlikten eser kalmamıştı. Her geçen saniye daha güçleniyordu. Her zamanki şakacılığıyla doktora: "Çok mu özledin beni çocuk” demişti. Salih Bozok ve diğer subaylar da yavaş yavaş kendilerine gelmekteydiler. Şimdi hiç kimsenin protokolü umursadığı yoktu. Yapmayı istedikleri tek şey vardı. Paşalarına sarılmak ve Onu bir daha hiç bırakmamak. Öyle de yapmışlardı. Salih Bozok, çocukluk arkadaşının karşısında olmasının tadını çıkarmaktaydı zira Sarı Paşa, kendisine kardeşinden bile daha yakındı...

Atatürk’ün yakın arkadaşı İsmet Paşa, emperyalistleri soytarıya çevirip onların kuyruklarına teneke bağlayacak kadar güçlü bir adamdı. Lakin O bunları yapmaya muktedir olmasına karşın, Paşasının yavaş yavaş avuçlarının arasından bir sabun köpüğü gibi yitip gitmesini görebilecek ve bu acıya dayanabilecek kadar güçlü değildi. Bu yüzden de, mavi gözlü devin son saatlerinde Dolmabahçe Sarayı’nda Onun yanında olamamıştı. Yaşayan bir ölü gibiydi ve karısı Mevhibe Hanım ile birlikte gözlerinden kanlı yaşlar dökmekteydiler. O esnada sokak kapısı ardı ardına aralıksız çalmaya başlamıştı. Mevhibe Hanım, bir yandan hiç durmadan gözlerinden boşanan yaşları silerken, diğer yandan da, dermansız bacaklarıyla kapıya doğru yönelmişti…

Mevhibe Hanım kapıyı açtığında karşısında bir albay görmüştü. Kısa boylu beyaz saçlı albay, gülen gözleri eşliğinde İsmet Paşa’yla görüşmek istediğini söylemişti. Hanımefendi albayın üzüntülü olmayan bu haline çok şaşırmıştı. İçeri buyur edilmişti; İsmet Paşa’ya; kendisinin Dolmabahçe Sarayı’na götürmekle görevlendirildiğini belirtmişti. İsmet Paşa; arkadaşı, kardeşi, Mustafa Kemal’in vefat ettiğini, Onu ebediyete kadar kaybetmiş olduklarını düşünmüş olmalıydı ki, o an kendisini bir çocuk kadar zayıf hissetmişti. Karısıyla göz göze gelmişti İsmet Paşa; bakışlarında tarifsiz acılar, kederler ve kahroluşlar vardı. Dudakları titremekteydi Paşa’nın. “Hadi Mevhibe” diyebildi sonra. Albay’da çok hınzırdı. Mustafa Kemal Paşa’nın yaşadığını ve evren durdukça da yaşayacağını söylememişti Paşa’ya.. Paşa ve Mevhibe Hanım kadit gibiydiler. Ayakta yürümekte zorlanıyorlardı. Hanımefendi kocasının koluna girmişti. Yavaşça, kendilerini anlatılması imkansız bir neşeyle kapıda beklemekte olan siyah makam otomobiline binmişlerdi…

İSMET PAŞA VE MEVHİBE HANIM, DOLMA BAHÇE SARAYI’NIN YEMEK SALONUNA BUYUR EDİLMİŞLERDİ,

GAZİ MUSTAFA KEMAL PAŞA, KIZI ÜLKÜ İLE BİRLİKTE KAHVALTI YAPMAKTAYDI,

İSMET PAŞA OLDUĞU YERDE KALA KALMIŞTI,

ŞAŞKINLIKTAN GÖZ BEBEKLERİ BÜYÜMÜŞTÜ,

MUSTAFA KEMAL DOSTUNU DAHA ÖNCE HİÇ BÖYLE GÖRMEMİŞ OLMALIYDI,

MEVHİBE HANIM SEVİNÇTEN ÇILGINA DÖNMÜŞTÜ,

“İSMET BEY, GAZİ YAŞIYOR” DİYE HİÇ DURMADAN BAĞIRMAKTAYDI,

İSMET PAŞA BİR ÇOCUK GİBİYDİ, GÖRDÜKLERİNİN GERÇEK OLDUĞUNA İNANAMIYORDU.

AĞIR ADIMLARLA YAKLAŞTI CAN DOSTUNA,

KARDEŞİNE,

İKİ KARDEŞ SEVDAYLA BAKMAKTAYDILAR BİRBİRLERİNE,

İSMET PAŞA SARILDI ÖNCE,

MUSTAFA KEMAL PAŞA SARILDI SONRA,

SARI PAŞA’NIN SESİ YANKILANDI DOLMABAHÇE SARAYI’NDA,

“HADİ BAKALIM SOFRAYA.."

OTURDULAR,

KAHVALTI DEĞİL BİR ŞÖLENDİ,

ÜLKÜ İZİN İSTEYEREK KALKTI SOFRADAN,

BABASININ YATAK ODASINA YÖNELDİ,

USULCA GİRDİ İÇERİYE,

DUVAR SAATİNE YAKLAŞTI,

ŞENLİK ARTARAK DEVAM ETMEKTEYDİ,

RAKAMLAR IŞIK HIZIYLA DANS EDİYORLAR, YER DEĞİŞTİRİYORLARDI,

KÜÇÜK KIZI FARKETTİLER,

DURDULAR,

YELKOVAN MİNİK ELİNİ UZATTI ATATÜRK’Ü YAŞAMA BAĞLAYAN KIZA,

ÜLKÜ BU ANLATILMAZ GÜZELLİKTEKİ TEKLİFİ BİR ÇIRPIDA KABUL ETTİ,

KAYIVERDİ SAATİN İÇİNE,

ŞENLİK YENİDEN BAŞLAMIŞTI...

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.