Paramparça ederiz biz,
Patlamalarla uygarlaştırırız biz,
Burada yatıyor uygar,
Boylamasına, durgun sıralar halinde. İsveçli yazar Bo Bergman (1867-1969) [i].
Hava gemileri, geleceğin saldırı silahları olarak büyük ilgi gördü. Askeri amaçlı en büyük yatırım alanı oldu. Birinci Dünya Savaşı bittiğinde İngilizlerin 3300 uçaktan meydana gelen bir hava filosu vardı. Hükümet bu kadar büyük bir hava gücünün çok masraflı olduğunu düşünerek hava kuvvetlerini dağıtmak kararı aldı. Bu sırada, hava kuvvetleri başkumandanı Trenchard, 12 uçaklık bir filoyu Somali’ye göndermişti. Orada İngiliz egemenliğini tanımayan Muhammed Abdul Hasan vardı[ıi]. İngilizler ona “Deli İmam” adını takmışlardı. Onu ele geçirmek için yapılan bütün girişimler başarısız olmuş, her seferinde kurtulmuş ve İngilizlere büyük zayiat verdirmişti. Bu kez, 12 uçak havalandı ve içeriden aldıkları istihbaratı değerlendirerek Abdul Hasan’ın ikametgâhına saldırdılar ve bütün ailesini havadan birkaç bomba atarak öldürdüler. Kendisi çöle kaçtı. İngiliz uçakları ne yaptıysa onu öldüremedi. Onun yerine henüz hayatta olan yakınlarını hedef aldılar. Sonunda İmam teslim olmak zorunda kaldı. Böylece Somali’yi bağımsızlığa götürecek direniş hareketini öndersiz bıraktılar. Somali halkı o günlerin ağır tahribatını günümüzde bile çekmektedir. Bu operasyon İngiltere’ye sadece 77 bin pounda mal olmuştu. Bu kadar ucuza gelen böylesine büyük bir başarı karşısında sevince boğulan Churchill, hükümeti hava kuvvetlerini dağıtmadan muhafaza etmek için ikna etti.
Aslında daha önce de benzer başarılara imza atmışlardı. Hindistan’ın kuzeybatı sınır bölgelerinde İngiliz egemenliğini tanımayan Pathan’ı yerle bir etmişler, yoksul köylüler için hayati önemdeki sulama kanallarını bile bombalamışlardı. 1916’da, bağımsız Mısır davası güden toplulukları ve Darfur’ daki isyancı gurupları bombalamışlardı.
1917’de, Hindistan-Afganistan sınırındaki kasabaları bombalamışlardı. 1919’da Dakka, Celalabat ve Kabil halkı havadan atılan bombalarla tanıştı. Afgan krallık sarayını 10 kiloluk tek bir bombayla tarumar ettiler. 1920’de İran’da bağımsızlık mücadelesinin kalesi durumuna gelen Enzeli’yi yerle bir ettiler.
Aynı yıl, Ürdün taraflarında kendilerine karşı baş gösteren ayaklanmayı bastırdılar. 1920’de Irak, İngiliz egemenliğine girmek istemiyordu. Çare yine sivilleri bombalamak olarak görüldü. İngiliz uçakları, köyleri, bedevi çadırlarını, sürüleri bombaladı. Bu kez bombaların yanında makineli tüfekler de vardı. Churchill, gelen raporları inceledikten sonra, kırmızı kalemle çizdiğim yerler gizli tutulsun diye kenarına not düştü. Çünkü bir hücum sırasında göle atlayan kadın ve çocuklar makineli tüfeklerle taranmıştı. Churchill’in, raporlarda olayların nasıl olduğunu değil, sonuçları görmek istediğine dair tembihte bulunduğu biliniyor.
İngilizler isyancılara karşı kolayını bulmuştu. Kim sorarsa savaş sona ermiş ve antlaşmaya bağlanmıştı. Ancak İngiliz egemenliğini tanımayan bölgelerde sivil hedefler bombalanıyor ama dünya kamuoyunun haberi olmuyordu.
1922’de, Hindistan’ın kuzeybatı eyaletlerine şef olarak atanan John Maffrey, karargâha bu oyunun kuralları nedir, diye sorar. Ona şöyle cevap verirler[ııi]:
“Uygar savaş prensipleriyle bağdaşmayan vahşi kabilelere karşı savaşta uluslararası hukuka başvurulmaz.”
Bir başka rapora, herhalde sivil kayıpların muhasebesini yaparken, Afganistan’da kadınların değerinin çok az olduğu, “kadının inekle tüfek arasında bir mal parçası” olarak görüldüğünü yazmışlar. Bu değerlendirme, Afgan kadınlarının ölümüyle Avrupa’da sivillerin öldürülmesinin aynı değerde şeyler olmadığını anlatmak için yapılmıştır. Ne var ki, sergilenen olanca vahşete rağmen isyancı hareketler durmuyordu. Bu yüzden, yeni teknoloji bombalar geliştirildi.
1922’de, Güney Afrika’da Hotantolar da İngiliz egemenliğini tanımadı. Onları 1000 metre yükseltide bir platoda buldular. Bombalarla ve havadan makineli tüfek ateşiyle imha ettiler. İnsanlar orada kendi hallerindeydi; İngilizler için bir tehdit de değildiler. Sadece, beladan uzak durmak istiyorlardı. Olaydan birkaç gün sonra Güney Afrika’da yayımlanan Star gazetesi, “Hotanto ırkının sönüşünü” duyurdu. Buna rağmen, Güney Afrika yerlileri, İngiliz egemenliğini hiçbir zaman tanımadı. 1925’den, Namibya’nın bağımsızlık kazandığı 1989’a kadar sürekli bombalandı. Dünyanın haberi bile olmadı.
1923’de Bağdat’a atanan bir İngiliz subayı, Divaniye’de bir hastaneyi ziyaret etti. Fakat hastanede umduğu gibi hastalarla karşılaşmadı. Neredeyse hepsi, İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nin perişan ettiği kan revan içindeki insanlardı. Böylece “bir halkın fark gözetilmeden” bombalanmakta olduğunu anladı. Şeyhlerden biri İngiliz egemenliğini tanımıyor, ısrarla direniyordu. Fakat bu şehirde onu bulmak ve vurmak bir türlü mümkün olmuyordu. Bir gün pazaryerinde mahiyetiyle birlikte dolaşmakta olduğunu öğrendiler. Hemen havalanan uçaklar pazaryerinde birçok masum cana kıydıktan sonra şeyhi de öldürdü. Görevli subay, bu manzara karşısında görevden affını istedi ve hemen İngiltere’ye gönderildi. Sven Lindqvist, Bombalamanın Tarihi adlı eserinde şöyle diyor:
“Kadınların, çocukların, yaşlıların, din adamlarının, hastaların ve diğer savaşçı olmayanların öldürülmesini ilk yasaklayan, Bağdat’ta bir hukuk okulunun kurucusu ve saygın bir yasa uzmanı olan Ebu Hanife idi. Ayrıca o, tecavüzü ve esirlerin öldürülmesini kınıyordu… Ahlaki duygu, uygarlık Britanya adalarına varmadan çok önce Irak’ta formüle edilmişti. [Üçüncü bölümde bu konuda bildiklerimizi sıralamıştık]. Sekizinci yüzyıl kadar erken, İslamiyet’in Küçük Asya ve Kuzey Afrika’yı fethettiği ve Avrupa’yı iki yönden zorladığı zirve döneminde, Bağdat’ta bir hukuk uzmanı, kurallar koyarak savaşı daha insani yapmaya girişiyordu ki, bu kurallar bu çalışmanın birkaç asır sonrasına kadar Avrupa’da kabul edilmeyecekti. Renkli halklar söz konusu olduğunda, yasalar halen kabul edilmiyor ya da hiçbir şekilde uygulanmıyordu.”
Bağdat’ta, sivil hedeflere saldırıları yöneten İngiliz subayı, bombalamaya çok istekli davranan biriydi. Daha da ileri giderek nakliye uçaklarını bombalama uçaklarına dönüştürmeyi, böylece daha çok ve daha büyük bombalar atabilmeyi planlıyordu.
Bu adam, 1924 yılında, raporuna şöyle yazmış [iv];:
“Araplar ve Kürtler, küçük bir gürültünün bombalama olduğunu hemen fark etmeye başlamışlardı… Kayıplarla ve tahribatla gerçek bombalamanın ne olduğunu şimdi biliyorlar; 45 dakika içinde doğal büyüklükteki tüm bir köy pratik olarak ortadan kaldırılabilir, ikamet edenlerin dörtte üçü, onlara gerçek hedef sunmayan, savaşçı onuru ve hiçbir kaçma fırsatı vermeyen dört ya da beş makineliyle öldürülebilir ya da yaralanabilir.”
Bu ifadeler, 1924 Ağustos ayında parlamentoya sunduğu Irak’ta Hava Kuvvetlerinin Kullanım Metodu Üzerine Notlar adlı raporda geçen cümlelerdir. Demek ki İngiliz parlamentosu pazaryerindeki Iraklıların başına gelenlerden habersiz değildir.
Avrupa-dışını bombalayanlar sadece İngilizler değildi. İspanyollar, Fas’ta bağımsızlık için mücadele edenlere aynı yöntemlerle saldırıyor, üstelik daha vahşice uyguluyorlardı. 29 Haziran 1924’de, 20 İspanyol uçağı, Tetuen bölgesindeki köyler üzerine 600 bomba bıraktı[v]; ölenlerin sayısı belli değildir. 1925’de Cenevre Sözleşmesi’nde gaz kullanımı yasaklanmıştı. Fas’tan gelen haberler, İspanyolların gaz kullanmaya son vermedikleri yönündeydi. Ama onlar iddiaları reddediyorlardı. Sonunda iki müfettiş gizlice gitti ve gördüklerini şöyle rapor etti:
“İspanyollar, esas olarak sistematik hava saldırıları ve zehirli gazın tahrip edici gücünün etkisine bağımlılar.”
Kimse bu tartışmayı daha fazla uzatmadı. İspanyollar bildiğini yapmaya devam etti. Diğerleri de hızla gaz bombalarını geliştirmek için var güçleriyle çalıştılar. Fransızlar da Fas’ın kendi denetimleri altında olan Sheshuan şehrini 1925’de bombaladılar. Tamamen savunmasız durumdaki kadın ve çocuklar da katledildiler, birçok insan sakat veya kör kaldı. Bu saldırılarda, Fransız hava kuvvetlerinde stajyer Amerikalı pilotlar da görev almıştı. Yani Fas köylüsü antrenman tahtası işlevine layık görülmüştü.
Fransızlar Suriye’yi egemenlik altına almışlardı ama bu şeklen bir egemenlik olarak kalmıştı ve büyük şehir merkezlerinden başka bir yerde pek geçerliliği yoktu. Mesela Dürzîler onları tanımadı; çünkü geleneksel düşmanları Marunîler Fransızların bölgedeki işbirlikçiliğini yapıyorlardı. Lübnan dağlarına diş geçiremeyen ve oraya karadan gitmeye cesareti olmayan Fransızların imdadına uçaklar yetişti. 1925 yaz sonunda, Dürzî bölgesindeki köyleri, kasabaları bombaladılar. Aşağıdakilerin başına ne geldiği hala bilinmiyor.
18 Ekim 1925’de, Şam yakınlarındaki yerleşim yerlerini de bombaladılar. Saldırılarda binden fazla sivilin öldüğü biliniyor. Fransa bütün yaptıklarını haydutlarla mücadele ettiğini öne sürerek savunuyordu. -Oysa haydut tanımına uyan, kundaktaki bebeği bile bombalayan Fransa’dır- Fransa’nın Suriye’deki söz konusu vahşi saldırılarında aklama amacıyla kullandığı iki temel savunma argümanı vardır.
1- Suriye, diğer tüm Avrupalı olmayan topluluklar gibi, uluslararası hukuk kapsamı dışındadır.
Fransızlara göre, uygar, barbar ve vahşi olmak üzere üç çeşit insan vardır. Uluslararası hukuku, sadece uygar olanlarla ilgili görüyorlardı, diğerlerinin bu imkândan faydalanmaya hakları bulunmadığı söylüyorlardı. Peki neden, diyen olursa şu cevabı veriyorlardı: Suçluların, delilerin, buluğ çağına gelmemiş olanların nasıl hakları yoksa (?), Asyalılar ve Afrikalılar da aynı nedenlerle bu haklara sahip olamazdı. Bu konuda, Avrupa’da yerleşik anlayış şöyleydi [vı]:
“Gelişmemiş bireylerin hakkı gibi gelişmemiş ırkların hakkı da, neye muktedir olduklarını ve özel ideallerini fark etmeyi bilmedikleri için, vesayet hakkıdır.”
2- Uluslararası hukuk Şam’ın bombalanmasına uygulanamazdı; çünkü Fransa’nın Suriye’deki eylemleri, Fransa’nın iç sorunuydu. Onların görevi, Suriye’de düzen tanımayan kabileler arasında düzeni sağlamaktı. Bunun nasıl yapılacağını ancak Fransız yönetimi bilebilirdi; çünkü Suriye’de gerçeklerle yüzleşenler sadece onlardı.
Suriye halkının hakkını arayacak kimse yoktu. Bunu yapabilecek durumdaki ülkelerin hepsi kendi sömürge alanlarında aynı şeyi yapmaktaydı. Fırsat bu fırsattı. Havadan bombalamak sayesinde kayıp verilmeden sonuç alınabiliyordu. Nitekim Fransız yönetiminin Şam’da sivilleri bombalaması 1926 yılına kadar sürdü. Peki, ne oldu da bombalamaya son verildi? Çünkü insana ait her yer yerle bir edilmişti. Bombalamanın işe yarayabileceği bir yer bırakılmamıştı.
1932’de, Burma’da ayaklanma çıktı. Aynı yılın nisan ayında kuzeybatı Hindistan halkı yine ayaklandı. Nerede ayaklanma varsa orada Britanya hava kuvvetleri bombardıman yaptı. Bu bombalamalar sırasında gaz kullanıldığına dair somut bir bilgiye erişemedik. Ama Fas’ta kullanıldığını bildiğimize göre, buralarda da kullanılmış olduğunu akla daha yakın buluyoruz.
Bir zaman sonra, İngiliz basını insanlık dışı hava saldırılarına ilgi göstermeye başladı. Mayıs 1935’de, Manchester Guardian gazetesinde, bir albayın raporundan şöyle bir alıntı yapıldı [vıı]:
“Askerlerimiz bombalanmış bir köye girdiklerinde, sokak köpekleri çoktan işe koyulmuşlardı; öldürülmüş bebeklerin ve yaşlı kadınların cesetlerini yiyorlardı. Pek çoğu korkunç yaralar almışlardı, özellikle daha küçük çocuklardan bazı sineklerle örtülü olup su için haykırıyorlardı.”
Bir İngiliz subayının raporundan, orduda bir “anti-bombalama fobisi” olduğundan söz ediliyor ve bu subayların yola gelmeleri isteniyor. Bu konuda korkuyu yenmelerinin gereği anlatılırken, Hindistan’ daki bir İngiliz komutan genel valiye şöyle yazmış:
“Bombalamadan nefret ediyorum ve vicdan azabı çekmeden asla kabul etmem. İki bin ya da üç bin zorbayı eylemlerinden alıkoymak için, birkaç bin kadın, çocuk ve yaşlının ikamet ettiği düzinelerce köyün, özellikle de kabilelere karşı büyük bir güç tarafından bombalanması… benim için iğrenç, korkunç bir savaş yöntemi.”
Sonunda İtalyanlar da sahneye çıktı. 1935 yılında, bağımsızlığını muhafaza eden tek Afrika ülkesi olan Etiyopya’ya saldırdılar. İtalyan bombardımanına tanık olan İsveçli bir hekim şöyle anlatıyor[vııı]:
“Bombardıman yoğunluğundan bir şey kaybetmeden devam etti. Daire çizen uçaklar bir defada birkaç bomba bırakıyor, ağırlıklarından kurtulmuş olarak küçük bir sarsıntıyla yükseliyorlardı. Ağır savaş başlıkları vınlayarak yere değiyor, sağır edici gürleme yere, derinlere gömülüyor, geniş ve derin çukurlar açıyorlardı. Kundaklama bombaları birden beyaz alev bulutları köpürüyordu.”
Aralık 1935’de İtalyanlar gaz kullandı ve ocak ayında hardal gazı sahneye çıktı. Bir görgü tanığı şöyle anlatıyor:
“… çıplak ayakları, baldırları ve elleri ona değince derilerinde büyük sızı veren kabarcıklar fışkırıyordu. Gözleri ateş gibi yanıyordu ve artık açamıyorlardı. Kokan, tıkayıcı bir buğu boğazlarını sıkıştırıyor görünüyordu. Kör ve yarı boğulmuş halde sersemleyerek çalılık boyunca sendeliyor, arkadaşları sonradan gelip onları bulana kadar orada yığılıyorlardı. Kraterlerden çok uzakta bile, gazın değdiği ot ve yapraklar sararıyor ve soluyordu. Koku rüzgâr tarafından taşınıyor, yarım mil öteden bile fark edilebiliyordu.”
Mayıs 1936’da İtalyanlar Adis Ababa’yı işgal ettiler. Kral Haile Selasiye, haziran ayında sürgüne gönderildi. Milletler Cemiyeti’ne giden Selasiye, İtalya’yı dünyaya şöyle şikâyet etti:
“İtalyan hükümeti savaşı sadece askerlere karşı yürütmüyor. Saldırılarını, … esas olarak savaş meydanından uzaktaki halk üzerinde yoğunlaştırıyorlar… Uçaklarına hardal gazı makinaları monte etmişler, gayet geniş alanlara ölümcül gazı püskürtebiliyorlar… askerler, kadınlar, çocuklar, sığırlar, ırmaklar, göller ve tarlalar, sonu gelmeyen ölüm yağmurlarıyla sırılsıklam edildiler. Tüm yaşayan şeyleri tahrip etmek, suyollarını ve otlakları yok etmek maksadıyla İtalyan komutanlar uçaklarına durmadan ileri geri daireler yaptırıyorlar… Bu korkunç taktik başarılı oldu. İnsanlar ve hayvanlar tahrip edildiler. Bu uçan ölüm yağmurunun dokunduğu herkes acı içinde haykırarak öldü. Zehirli sulardan içen ve kirlenmiş yiyeceklerden yiyen herkes tahammül edilmez işkencelere maruz kaldı.”
Kral sürgünde böyle anlatıyordu ama o günlerde İtalyan hava kuvvetlerinde pilot olan Mussolini’nin oğlu uygarlığın marifetlerini bakınız nasıl büyük bir zevkle anlatıyor [viii]:
“Ağaçlık tepeleri, tarlaları ve küçük köyleri ateşe vermeliydik… Tümü son derece eğlenceliydi … Bombalar yere düşmeden hemen önce, beyaz duman çıkarıyor, korkunç bir alev yükseliyor, kuru çimen yanmaya başlıyordu… Çok eğlenceliydi… Ateş küresiyle kuşatılan 5000 Etiyopyalının akıbeti fena oldu. Cehennem gibiydi.”
İtalyanlar, uçaklarına hardal gazı püskürtücüleri monte etmişlerdi. Geniş alanlara zehirli gazı püskürtüyorlar, bölgeyi yaşanmaz hale getirmeye çalışıyorlardı. İşgal tamamlanınca sistemli bir imha politikası karada da uygulandı. Binlerce insanı sırf isyancı güçlere mensup oldukları kuru iddiasıyla kurşuna dizdiler. Okuma yazma bilen gençleri öldürdüler. İlkokul öğretmenleri bile kurşuna dizildi. Etiyopyalıların cahil kalması planını bu düzeyde vahşete dayalı olarak yürüttüler. Günümüzde insanların açlıktan kırıldığı Etiyopya’da kemik torbası gibi duran insanların fotoğrafları Batı medyasında her zaman yayınlanıyor. Ne var ki, Etiyopyalıların binlerce yıllık tarihte ayakta kalmasına rağmen, bugün içine düştükleri acizliğin gerçek nedenleri Batı medyasında hiç sorgulanmıyor.
İşin kayda değer bir diğer noktası da şudur: Bütün bu vahşete, sindirme politikasına rağmen İtalyan egemenliği ancak 5 yıl sürdü. Sonunda sivillere vahşice saldırma emrini bizzat veren Mussolini, mahkeme bile edilmeden kendi halkı tarafından linç edildi. Cesedini götürdüler, Milano’da Loreto meydanına bacağından astılar.
Bütün bu sıraladığımız olaylar olurken, gerçeklerden bal gibi haberdar olan Avrupa kamuoyu, gökteki uçaklara bakıyor ve uygarlığıyla gururlanıyordu. Bombalananlar, Afrikalılardı, Hotantolardı, Araplardı, Hintlilerdi, Burmalılardı; yani kısaca kültürlerine kazınan zihniyetle ifade edecek olursak, “düşük ırklar”dı. Kendileri söz konusu olduğunda “bize bir şey olmaz” diyorlar, teknolojileriyle gururlanıyorlardı. Ta ki von Braun’un roketleri Londra’da patlamaya başlayıncaya kadar!
Von Braun, Almanya’da Uzaygemisi Yolculuğu Derneği’ne üye olduğunda (1930) 18 yaşındaydı. İlk roketini ordu yetkilileri önünde ateşlediğinde ancak 1 kilometre yükselmişti. Bu zayıf deneme ordu yetkililerinin fırsatı görmelerine yetmişti. Roket teknolojisinin geliştirilmesi için kesenin ağzını açtılar. V-2 olarak anılan roketlerin ilki, 8 Eylül 1944’ de Paris’e atıldı. Almanlar, sivil hedeflere yönelik acımasız saldırılara atfen intikam silahı (vergeltungwaffezwei) adını verdikleri roketleri 17 Mart 1945’e kadar sadece Londra’ya 1402 adet attı. Belçika, Hollanda ve Fransa’ya atılan roketlerle birlikte toplam sayı 3172’dir. Ancak bu yeni teknoloji Almanya lehine önemli bir sonuç doğurmadı. Almanya, bu iş için harcadığı parayla 24 bin bombardıman uçağı inşa edebilirdi. Askeri tarihçiler, bu roket projesinin fiyasko olarak nitelerler. Almanya işgal edilince, von Braun ve onun yetiştirdiği 118 roket uzmanı ABD’ye götürüldü. Onlara 1 milyar dolarlık bütçe tahsis edildi. Ancak konunun diğer bazı uzmanları Sovyetlerin eline geçmişti.
İşte, Soğuk Savaş döneminde, düşmanla karşı karşıya gelmeden saldırma ve bir düğmeye basarak istenen noktayı uzaktan imha etme teknolojisi, bu kadronun öncülüğünde geliştirildi. Roketler, bir daha Batılı güçler arasında kullanılmadı. Oysa Irak ve Suriye bu bombalarla yerle bir edildi ve edilmeye de devam ediliyor.
____________________________________
[i] Sven Lindqvist, Bombalamanın Tarihi, paragraf 101
[ii] a.g.e paragraf 106
[iii] a.g.e paragraf 113
[iv] a.g.e paragraf 118
[v] a.g.e paragraf 123
[vi] a.g.e paragraf 146
[vii] a.g.e paragraf 148
[viii] a.g.e paragraf 150