Bursa Arena E'Gazete
2025-10-09 06:08:56

Terörün Patronları / Kenya, Vietnam Ve Cezayir’de Vahşet -1-

İBRAHİM OKUR

09 Ekim 2025, 06:08

Uluslararası ilişkilerde inancın ve ideolojinin yeri yoktur, çıkarlar ön plandadır. De Gaulle

Bazen manevi ilkeler, İmparatorluğun siyasasına boyun eğmelidir. Lord Halifax, İngiltere Dışişleri Bakanı 1938

Savaş, insanlığın varolmasının en yüce biçimidir. Oswald Spengler, Alman düşünürü (1880-1936)

Şimdi de savaştan sonra dünyanın başka yerlerinde işlenen cinayetlere bakalım:

Bombalama, Avrupa’nın sömürgeci gücünün koruma aracı olarak görülüyordu. Bombalar, sözde düzen tanımayan geri ırklarda düzeni sağlamak için atılıyordu, teröristlere karşı mücadele eden polis eylemlerinden başka bir şey değildi. Bu sayede küresel egemenlik son derece ucuza sağlanmış oluyordu. Oysa üstün teknolojiye rağmen, sömürge halkları Avrupalıların egemenliğini tanımıyor, çok sınırlı imkânlarla bile olsa, bağımsızlık adına elinden ne geliyorsa yapıyordu. Buna karşılık, Avrupalılar, havadan bombardıman avantajını korunmakla kalmadı, hem bomba yapımı hem de uçak yapımı konularında birçok atılım meydana geldi. İsyan edenleri havadan terör estirerek denetim altında tutmak, işin insani yönü tartışılmadan yeni yatırımlarla desteklendi. Dünyanın sayısız bölgesinde, bağımsızlık adına ortaya çıkan bütün eylemciler kimyasal silahlarla ve yangın bombalarıyla bombalandı.

1941 yılında, Amerika’daki Dupont fabrikasında, kazara bir patlama meydana geldi. Kazanın nedeni araştırıldı ve çözümlendi. O zamanlar Batılıların zihninde topyekûn savaşlarda olabildiğince çok can almak fikri yerleşik olduğu için araştırma sonucunda ortaya çıkarılan bilgiden napalm bombası doğdu. Eğer insanları yakmak üzerine bir başarıdan söz edilecekse, bu, Harvard Üniversitesi kimyagerlerine aittir. Yeni bomba demir bir haznenin içine kalınlaştırılmış benzinin basılmasıyla elde ediliyordu. Bu bomba patladığında benzine göre daha yavaş yanıyor, denetimi daha kolay oluyor ve parçaları daha uzaklara gidebiliyordu. Vardığı yere yapışıyor ve yangın söndürülemiyordu. Kitle katliamı için biçilmiş kaftandı. İkinci Dünya Savaşı’ na nokta koymakta kullandıkları nükleer bombalardan daha etkili olduğunu söylemek yanlış olmaz. Üstüne üstlük, bu bombalar sayesinde pilotların tam isabet kaydetmesi gerekmez olmuştu. Bombanın yaydığı yapışkan ateş, sayısız parçaya ayrılıyor, biri olmazsa diğeri hedefi buluyordu.

Fransa, 2. Dünya Savaşı’nın bittiği ilk barış gününde bu bombalarla Cezayir’i bombaladı. Çünkü Cezayirliler, son zamanlarda çok işittikleri “kendi kaderini tayin hakkı”nı kullanmak için hareketlenmişlerdi. Fransız hava bombalama kuvvetleri eylemler yayılmadan gelişmelerin önünü almak için harekete geçti. Avrupa’da barış kutlamaları yapılırken, Cezayir’de 40 köy yerle bir edildi, yakıldı, yıkıldı ve 4-5 bin Cezayirli canından oldu. Bu saldırıdan Avrupa’da kimsenin haberi olmadı.

Birkaç hafta sonra da Fransızlar Suriye’ye baskıya başladı. Kendi kaderini tayin etmek isteyen Suriyeliler hareketlenmişti. Çünkü 2. Dünya Savaşı döneminde Fransa işgal altında kalmış, onuru kırılmıştı, doğru dürüst ordusu bile yoktu. Oysa Fransızlar Suriye’de iktidarı yeniden ele almak istiyor, Suriye’yi terk etmek istemiyorlardı. Bunun için ellerindeki tek imkân havadan sivilleri bombalama­-yakma kuvvetleriydi. Bu amaçla, Halep, Şam, Hama, Humus kentleri bombalarla yerle bir edildi. Binlerce ceset kesif bir koku altında güç bela gömülebildi. Günümüzde Suriye ve Irak halkı üzerine yapılan hava saldırıları, aynı yerde terör bombardımanlarının 3. kez tekrarından başka bir şey değildir (2016). Fransızların uyguladığı vahşet hiçbir zaman dünya kamuoyunun gündemine gelmedi. İngilizler Fransa’nın sırrını sakladı çünkü.

Oysa Fransa, Suriye halkını havadan bombalayarak sindirdi ama karada hükmedecek bir gücü yoktu. Hareketleri son derece aptalcaydı aslında. Suriye’ye daha önce yerleştirilen Fransızlar, hava saldırılarıyla katledilen Suriyelilerin intikam alacağından emin oldukları için ülkeden kaçtılar. Fransa, Suriye’deki emellerine ulaşamadan yaptığı insanlık dışı uygulamalarla tarihe geçti.

Bütün bu rezaletler olmaktayken, 24 Ekim 1945’de Birleşmiş Milletler yasası imzalandı. Belgede halkların kendi kaderini kendisi tayin edeceği yazılıydı. Avrupalı sömürgeciler imzayı attılar atmasına ama nerede BM Sözleşmesi’nden haberli olan bağımsızlık peşine düşen halk varsa hepsinin üzerine yangın bombası yağdırmayı aralıksız sürdürdüler. Fransa’nın Cezayir ve Suriye’deki saldırılarını örnek olaylar olarak verdik.

İngilizlerin Kenya’da yaptıklarına da bakalım:

Kenya’da nüfusun yüzde 1’inden az olan 40 bin beyaz, 5 milyon siyahı yönetiyordu. Yönetim Londra’ daki Sömürgeler Dairesi’nin elindeydi. İngilizlerin ilk göçmen kafilesi Kenya’ya gönderildiğinde, beraberlerinde getirdikleri çiçek hastalığı yüzünden ülkenin birçok bölgesinde siyahlar tümüyle ölmüştü. Bazı bölgeler adeta insansızlaşmıştı da denilebilir. Buna rağmen İngilizler, egemenliklerine karşı direnen yerlileri öldürdüler, köylerini de yaktılar. İnsanlar zaten yangın tehlikesine son derece duyarlı ottan sazdan kulübelerde yaşıyordu. İngiliz sömürge valisi raporuna şöyle yazmıştı:

“Masaililer ve pek çok diğer kabile yok oluyor. Bu temkinli ve vicdanım müsterih olarak gördüğüm bir manzara.”

Birinci Dünya savaşı bitince, işsiz kalan terhis edilmiş İngiliz askerleri ve subayları, beraberlerinde grip salgınıyla birlikte Kenya’ya geldiler. Avrupa’da şiddetli bir grip salgını vardı, açlık ve pislik yüzünden bünyesi zayıflamış çok fazla sayıda insan ölmekteydi. Salgın savaşan askerler arasında başlamış ve dünyada 50 milyon insan ölmüştür. Zaten, askerlerin Kenya’ya gelmesinin ana nedeni de Avrupa’daki ölümcül bulaşıcı hastalıktan kaçmaktı.

Bu dönemde, söz konusu salgından Britanya’da 250 bin, Fransa’da ise 400 bin kişi ölmüştü. Kurtuluşu Kenya’da arayan askerlerin beraberlerinde getirdikleri bulaşıcı ölümcül salgın hastalıklar yüzünden 100 bin Kenyalı öldü. Belki de daha fazla. Ölenleri kim saymış, nasıl saymış bilmiyoruz.

İngilizler Kenya’da, Kenyalıları besleyen, ülkenin en verimli 20 milyon dekar toprağına da el koydular ve Kenyalıları kendi toprakları üzerinde topraksız tarım işçisi, daha doğrusu işçi-köle haline getirdiler. Bir zaman sonra, 2. Dünya savaşı çıktı. Açlık sınırında yaşamakta olan Kenyalı gençlerden 100 binini, Hintlilere 1. Dünya Savaşı’nda yaptıkları gibi, karın tokluğuna, mahiyetinden ve şiddetinden haberdar olmadıkları savaşta kullanılmak üzere orduya aldılar. Savaş bitince sağ çıkan Kenyalılar ülkelerine döndüler. Ancak bu kez iki konuda bilgi ve tecrübe sahibi idiler. Birincisi: Kendi kaderlerini tayin hakkını kullanmak istiyorlardı; çünkü BM’de bu hak, bizzat İngilizler tarafından da imza altına alınmıştı. İkincisi: Bu askerler savaşa alışkın hale gelmişlerdi ve ülkelerindeki işgalciyi kovmakta kararlı görünüyorlardı. Diğer yandan, İngiltere de Hindistan’dan terhis ettiği İngiliz askerlerini, Kenya’ya sevk etmişti. Bunların hepsi yoğun bir ırkçı eğitimden geçmiş askerlerdi. İngiltere, imzaladığı uluslararası antlaşmayı Kenya’da uygulamak niyetinde değildi.

Bunun nedenini ve arsızca öne sürdükleri aklama araçlarını Boyasını Kazıyınca adlı kitabımızda adım adım inceledik. Söz konusu kitabımızda, İngilizlerin bu gibi durumlarda nasıl bir yol izlediğine dair birçok örneği verdik. Her yerde yaptıklarını Kenya’da da yapmayı sürdürdüler. Ama Kenya’da tecrübeli askerler vardı artık. Bu vatanseverler, 1950’de isyan başlattılar. Buna karşılık da İngilizler baskıları tırmandırdı. Kendi topraklarının ellerinden alındığını, açlık sınırının ötesine itildiklerini haykıran Kenyalıların, “hayvani caniler”, “ilkel yerliler” olduğunu, “beyaz kadınların ve çocukların boğazlarını kestiklerini”, “uyuşturucu tüccarları” olduklarını öne süren ve dünya kamuoyuna öyle tanıtan İngilizler, etrafını mayın tarlası haline getirdikleri 800 toplama kampı inşa ederek 80 bin Kenyalıyı içine doldurdular. Bütün işlerinde sözde işçi olduğunu söyledikleri köleleştirilmiş Kenyalıları çalıştırdılar.

1953’de, İngiliz kraliyet bombalama ordusu Kenyalılara bomba yağdırmaya başladı. Fakat karşılarında 2. Dünya Savaşı’nda çarpıştırılmış tecrübeli askerler olduğu için herhalde, makineli tüfeklerle desteklenen 56 bombardımandan bir sonuç alamadılar. 1954’de geliştirdikleri yeni teknolojiler yardımıyla ağır bombardımana başladılar. Bombardıman ağırlaşınca, Kenyalı bağımsızlık savaşçıları küçük guruplara ayrıldılar. Bu kez İngilizler, pahalı halı bombardımanı yapmaya başladı. Bombardımandan kaçan Kenyalıları, pusuda bekleyen İngiliz askerlerinin önüne sürmek için hiçbir masraftan kaçınmadılar. Bu yolla sadece 2 bin direnişçiyi ortadan kaldırabildiler. Yine sonuç alamamışlardı. Dağları yasak bölge ilan ettiler. Kenyalıların topraklarına el koyan İngiliz toprak ağalarının özel uçakları vardı. Onlar da devreye girdiler. Uçaklarına bomba yükleyerek dağlarda kıpırdayan ne gördülerse üzerine attılar. 1955’e kadar Kenya dağlarına 55 bin bomba attıkları biliniyor. Bir hesaba göre, ortalama olarak, bir Kenyalı savaşçıyı öldürmek için 28 bin sterlin harcamış oldular.

Kentlerde sömürge polisi terör estirdi. Bunlar birçok cinayet ve işkence ile suçlandılar. Kadın veya erkek birçok Kenyalı, cinsel organlarına kırık şişe sokulduğuna, kırbaçlandıklarına, yakınlarının yakılarak öldürüldüğüne, bıçakla lime lime doğrandıklarına, arabaların arkasına bağlanarak sürüklendiklerine dair ifadeler verdiler. Kısacası, her aşamada, kentte de kırsalda da İngilizlerin 1949’ da imza koydukları Cenevre Sözleşmesi’ni ağır bir şekilde ihlal ettikleri ortaya çıktı. Ama ne yaptılarsa sonuç alamadılar ve Kenya 1963’de bağımsızlığını kazanmayı başardı. Yirminci yüzyıl tarihine Mau Mau Ayaklanması olarak geçen bu hareketin liderlerinden biri olan Jomo Kenyatta, 1963’de bağımsız Kenya’nın başbakanı oldu.

Bir hususun daha altını çizmeden geçmeyelim: Kenyatta, İskoç misyonerleri tarafından eğitilmiş bir kişiydi. Hayret ettiğimiz bir husus olarak bir gerçeği daha dile getirelim: Kenya halkının yüzde 80’i Hıristiyanlığı benimsemiş, Müslümanlar nüfusun sadece yüzde 10’u, yerel dinlere mensup olanların yüzdesi kadar. Oysa 20 yıl önceki Dünya Yıllığı’nda (1995), Hıristiyan olanların sayısı yüzde 54 görünüyor. Yirmi yılda yüzde 50 kadar artış olmuş. Bunun nedenleri ayrıca araştırılması gereken bir konudur. Öyle ya! Bunca acı gerçek karşısında Kenya halkı, nasıl bir yöntem izlendi de Hıristiyan oldu?

İngiltere’nin yaptıklarını Sovyetler Birliği dünyaya duyurabilirdi. Ama onlar da Sovyet topraklarındaki bağımsızlık girişimlerini vahşi biçimde söndürmeye çalışmakla meşguldü. Kırım Türklerini, Ahıska Türklerini ve Karaçay Türklerini topluca yurtlarından silah zoruyla sürmüşlerdi ve rejimi oturtmak için barbarca yöntemler izliyorlardı. Aynı şekilde, Fransa da dünyaya duyurabilirdi. Ama onlar Cezayir’de, Suriye’de ve bilhassa Vietnam’da aynı işle meşguldüler. Onlar da attıkları imzalara rağmen taahhütlerinin tersine işler yapıyorlardı. Suriye ve Cezayir’de yaptıklarını birkaç sayfa önce özetledik.

Vietnam’da sergilenen vahşete de bakalım:

Japonya, Vietnam’ı sürgündeki Fransız hükümetiyle anlaşarak işgal ettikten sonra, Fransızların ezdiği Vietnamlılara yaslanarak bir baskı rejimi kurmuştu. Savaştan galip çıkamayınca Çinhindi’nde işler yine karıştı. Japon egemenliğini kabullenen etnik guruplar, Fransız yandaşları, Çin yandaşları olmak üzere üç esas gurup etrafında bölünmüşlük ortaya çıktı. Potsdam Konferansı’ nda bölgede ortaya çıkan durumu dikkate almadan verilen kararlar, etnik kargaşayı körükledi. Vietnam fiilen ikiye bölündü. Kuzey, Çin ve Sovyetlere bel bağlarken; Güney, Fransız ve Amerikan desteğine güvendi. Kuzeyde komünist baskı, Güneyde ise Katolik baskı ortaya çıktı.

Avrupa’da savaş biter bitmez, hiç vakit kaybetmeyen Fransa, 1945 sonbaharında Vietnam’a yeniden gelmişti. Bir yıldan fazla bir zaman Ho Şi Minh ile müzakereler yürüttüler. Israrlı uğraşmalara rağmen istedikleri sonucu alamayınca 1946 Aralık ayında görüşmeler kesildi ve Çinhindi’nde savaş yeniden başladı. Fransız kuvvetleri Hanoi’yi aldı. Sahip oldukları hava bombardıman gücüyle ana yolların denetimini de ele geçirdiler. Fakat kırsal kesim milliyetçi Vietnam kuvvetlerinin elinde kaldı. Fransa, Suriye ve Cezayir’de uyguladığı yöntemlere güveniyordu. Ancak aşağıdaki sık orman örtüsü yüzünden pilotların bombalayacağı hedefleri görmesi mümkün değildi. Dolayısıyla bombaların atılması gereken bölgelerin tespiti mümkün olmuyordu. Çare olarak, yeni bir barbarlık örneği olan bir yöntem düşündüler. Önce havadan pirinç çuvalları atıyorlar, pirinç çuvallarını kapmak için koşan ve istenen noktaya gelen çoluk çocuk, kadın, ihtiyar, genç kim olursa arkadan bastıran uçaklar tarafından napalm bombalarıyla bombalanıyorlardı. Fakat Vietnamlılar, Sovyetlerden yardım görmekteydi ve Fransız uçaklarını düşürebilecek bazı silahlara sahip olmuşlardı.

Fransa’nın Vietnam’a getirdiği 200 uçak, ormanlara günde 32 ton yiyecek atıyor, ardından da 170 ton bomba yağdırıyordu. Vietnamlılar bu uçaklardan 50 kadarını düşürdü. Otuz kadar uçağı da yerde tahrip ettiler. Durum Suriye’de ve Cezayir’ den çok farklı seyrediyordu. Vietnamlılar ormanlık alanda derin sığınaklar inşa ettiğinden, uçaklar aşağıdakileri avlayamıyor, buna karşılık aşağıdakiler uçakları avlayabiliyordu. Kapana düşenler Vietnamlılar değil, Fransızlar oluyordu. Fransızlar ne yaptılarsa başarılı olamadılar ve 1954 yılının 1 Kasım gününde yenilgiyi kabul ederek çekildiler. Fakat Vietnam bağımsızlığına kavuşamadı. Çünkü Fransa ile anlaşan ABD, onun yerini aldı. Fransız askeri ve sivil uzmanların yerine Amerikalı uzmanlar getirildi.

Amerikan askerleri öldürmek üzerine özel eğitimden geçirilmişti. ABD, savaşta Japon ordusunu vahşet uygulamakla suçlamasına rağmen, savaştan hemen sonra onlardan gördükleri askerleri öldürmeye hazırlama yöntemlerini benimsemişti. Bu eğitim, İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen sonra yapılan bir araştırmaya dayanarak geliştirilmiş bir programdır.

General S. A. Marshall, savaşta askerlerinin düşmana gerçekten ateş etmediğini, ölme korkusundan çok öldürme korkusuna kapıldıklarını düşünüyordu. Muhtemelen gerçek buydu; çünkü askerleri, ötekini aşağı gören, ideolojik aklama yöntem eğitiminden geçmemiş, çoğu alelacele kırsaldan toplanmış, şartlandırma fırsatı bulamadan cepheye sürülmüş gençlerdi. Bu halleriyle doğal insan davranışı sergiliyorlardı.

General, yürüttüğü araştırma sonucunda, savaşta askerlerinin ancak yüzde 20’sinin düşmana gerçekten ateş ettiği sonucuna varmıştı. Bu sonuç, muharebe meydanlarında Amerikan askerlerinin başarısızlığının bir numaralı nedeni olarak değerlendirildi. General, 1947’de yayınladığı tebliğinde, “muharebenin en kritik anında askerler vicdanî retçi kesiliyor”, diyor. Bu tebliğden sonra Amerikan ordusunda, “ateş etme eğilimini artırma” eğitimi üzerinde bir program yürürlüğe kondu. Askerleri ölüm makinesine dönüştürmek için ne gerekiyorsa yapıldı.

.....

Yazının devamı için tıklayınız

.....

_____________________________

[i] Salahi R. Sonyel, Kıskaç Altında, Remzi Kitabevi, 2010, sayfa 93

 [ii] Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisi, Düşünürler Bölümü, 2. Cilt, sayfa 277

[iii] Sven Lindqvist, Bombalamanın Tarihi, paragraf 282

[iv] İan Morris, Dünyaya Neden Batı Hükmediyor? Alfa Yayınları, 2012, sayfa 69 

 [v] The World Almanac 1995, sayfa 791

 [vi] Potsdam Konferansı: İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, Almanya’nın teslim olmasından sonra, 17 Temmuz 1945’de toplanan ve 2 Ağustos’a kadar süren konferans. Konferans İngiltere adına Churchill, ABD adına Truman ve SSCB adına Stalin arasında olmuştur. Berlin’in 26 kilometre uzağındaki Cecilienhof Sarayı’nda yapılmıştır. Müzakere edilen konular arasında Almanya’nın işgal ettiği toprakların geri alınması, Avusturya’nın Almanya’dan ayrılması, Almanya’nın demokratikleştirilmesi gibi konular yer almıştır.

[vii] Jonah Lehrer, Karar Ânı/Beynimiz Nasıl Karar Veriyor? Boğaziçi Üniversitesi Yayınları, 2010, sayfa 196

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.