Yüzlerce yıl önce yaşamış din bilginlerinin eserleriyle 21. yüzyıla veya bundan ötesini yorumlayacağını sananlar içtihat kapısını kapatmış –ki EbuBekir Sifil bu kapının kapanmadığını kendisi de ifade etmektedir- “ruh çağırma seansları” yapan insanların bilim dışı hallerine düşecektir. Kur’an ve sahih hadis ışığında geçmiş çağlarda bile karşılık bulamamış hükümlere gençlik ve gelecek kuşaklar asla itibar etmeyecektir. Sosyolojik olarak uyumsuz görüşler ya sağlıklı toplumlardan dışlanacak ya da toplumlar dünle yarın arasında sıkışan hastalıklı toplumlar olacaktır. Toplumların ve uygarlıkların durağan donmuş olduğunu zanneden insanların geleceği aydınlatması imkânsızdır. Fizik, kimya, jeoloji, tıb vd. bilimlerde hiçbir gelişme olmadığını düşünmekle ilahiyat bilimlerindeki gelişmenin olmadığını iddia etmekte aynı yanlışın benzeridir. Günümüzde bir cerrah İbni Sina, Razi, Zehravi gibi ne kadar tarihi büyük doktor varsa onlar gibi ameliyat yapacağım dememektedir. Tarihte yapılan herhangi bir ameliyat antiseptik kullanılmadan yapılmış olabilir. Galen'in yaptığı ameliyat ve tedaviyi bugün uygulamak bilim dışıdır. Üstelik onların metotlarının tatbik edilmemesi onlara yapılan bir saygısızlık anlamına da gelmemektedir.
Türklerin Müslümanlık algısında özellikle vurgulanması gereken Hanefi-Maturidi-Yesevî[1] çizgisi Türkiye Cumhuriyetinde Diyanet İşleri'nin kurulmasında önemli bir örnek oluşturmuştur. Hem Ziya Gökalp'in hem de Mustafa Kemal Atatürk'ün önerdiği Hanefi- Maturidi ekolüne önem verilmesi bu ekolün “akıl” ve “nakil” arasındaki dengeyi çok iyi kurmasıdır. Sedat Şenermen, Atatürk’ün ‘Aklın Özgürleştirilmesi’ Devrimi, makalesinde şu önemli tespitleri vermektedir: Prof. Arnold J. Toynbee (1889-1975), Bizim için Kuzey Müslümanlığı, MATÜRİDİLİK (İstanbul’dan Buhara’ya Türk bölgesi) tehlikelidir. Bunlar BİLİMLE BARIŞIKTIR. O nedenle her zaman ATATÜRK gibi bir asi çıkabilir. Önlemi şimdiden alınmalıdır.” “Güney Müslümanlığı, EŞ’ARİLİK (Fas’tan Arabistan’a) bizim için tehlike olmaktan çıkmıştır[2]. Ünlü İngiliz tarih ve siyaset bilimci Prof. Arnold J. Toynbee (1889-1975) “Güney Müslümanlığı” olarak tanımladığı Suudi Arabistan-Kahire eksenindeki Müslümanlığın Batı medeniyeti için bir tehlike olmaktan çıktığına dikkat çektikten sonra, “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı Buhara-Semerkand-İstanbul eksenindeki İslam anlayışının hâlâ Batı için tehdit oluşturduğuna dikkat çekmektedir. Prof. Toynbee, “Kuzey Müslümanlığı”nın mutlaka “kontrol” altına alınması gerektiğine vurgu yapmaktadır. Yavuz Sultan Selim (1512-1520), Memluk Sultanı’nın elinde oyuncak olan Halife Mütevekkil’den halifeliği devralınca Kahire’de İslam’ın Eş’ari inancıyla yetişen ve sayıları iki bin kadar olan ulemayı İstanbul’a getirmiştir (1517). Yavuz Sultan Selim’in İstanbul’u dünyanın bilim başkenti yapma gibi yüksek bir idealden kaynaklanan bu bilim insanı şevki maalesef işe yaramamıştır. İstanbul’da Semerkant-Buhara ekseninden gelen ve İngiliz tarihçi Prof. Arnold J. Toynbee’nin (1889-1970) “Kuzey Müslümanlığı” olarak tanımladığı İmam Hanefi-İmam Matüridi ekolüne bağlı bilginlerin Osmanlı İmparatorluğu medreselerinde “akıl” ile “nakil” arasında kurduğu sağlıklı denge, Eş’ari itikadından gelenlerin etkisiyle tamamen zaman içinde bozulmuştur. Araştırma ve geliştirmeye dayalı ilim ve teknoloji üretimi tamamen durmuştur. Pozitif bilimlere yeterli önem verilmemiştir. Araştırarak iman etmenin taklidi imandan üstün olduğunu savunan Matüridi ekolü gittikçe güç kaybetmiştir[3].
İmamı Azam Ebu Hanife özellikle kendisinin söylediklerinin mekân ve zamana göre değişebileceğini ifade etmektedir. İslamî ilimler ile ilgilenen bazı akademisyenlerin gözden kaçırdıkları tarihi anakronizmdir. Herhangi bir kişinin düşünceleri kendi döneminde uygulanmış veya uygulanmamıştır. Özellikle çağlar sonra bunları uygulamaya çalışmak ve meşhur imamların sözüne sığınmak bir bilim insanına uymayan bir üsluptur. Çünkü bilim insanı yanlış sözlere kim söylemişse söylesin itiraz edebilme cesaretini gösterebilendir. Kur'an ve peygamber ahlakı bunu gerektirmektedir. Kur'an-ı Kerim'de tartışma ahlakının örnekleri mevcuttur. Kuran-ı Kerîm'in 83. suresi olan Mücâdile Suresi'nin ilk ayetlerinde, hakkını aramak için Peygamberimizle tartışmaya giren bir kadından (Havle binti Salebe) bahsetmektedir: “Kocası hakkında seninle tartışan ve Allah'a şikayette bulunan kadının sözünü Allah işitmiştir; esasen Allah konuşmanızı işitir. Doğrusu Allah işitendir, görendir.”(Mücadile/1. Ayet).
Nursel Çelik, Temel Konuları Bağlamında Mücâdele Sûresi ve Tefsiri başlıklı Yüksek Lisans Tezinde bu Sûre’nin iniş sebebi ve sonucunu şu şekilde özetlemektedir; kocası Evs b. Samit’in kendisine zıhâr yapmasından sonra, kocasından boşanmak istemeyen, meseleyi çözmek ve bir karara bağlamak için Hz. Peygamber (sav)’e müracaat eden ve durumunu Allah’a şikâyet eden Havle binti Sa’lebe’nin Hz. Peygamber (sav) ile olan mücadelesiyle başlar. Daha önce nâzil olan Ahzâb sûresinde Cahiliye dönemi Araplarında yaygın olan zıhâr âdeti yerilmekteyken; bu sûrede artık zıhârın kesin bir dille reddedilişini görüyoruz. Böylelikle Havle binti Sa’lebe’nin eşiyle arasındaki mesele bir karara bağlanmıştır. Zıhârın hükmü ve keffâreti beyan edilmiştir. Müslümanların, cahiliye örf-âdetlerini bir kenara bırakmaları, Allah’ın helaller ve haramlar şeklinde belirlemiş olduğu sınırlarına saygılı olmaları emredilmiştir. Allah’ın belirlemiş olduğu bu sınırları aşmaları durumunda hem dünyada hem de ahirette cezalandırılacakları ifade edilmiştir. Bir toplumu şekillendiren en küçük birim olan ailenin fertlerini oluşturan eşler arasındaki ilişkiye, eski cahiliye geleneklerine göre hor hakir görülen kadının, mağduriyet karşısında hakkını aramak için Hz. Peygamber (sav) ile olan tartışmasına yer verilmiştir. Müslümanlar, İslam’dan sonra Arap cahiliye örf ve âdetlerine bağlı kalmamaları, Allah’ın koymuş olduğu sınırlar olan haramlar ve helallere riâyet etmeleri, kendilerine göre yeni kurallar benimsememeleri hususunda uyarılmıştır[4].
Zıhâr, cahiliye döneminde kocanın sevmediği ve öfkelendiği eşine “Sen, bana anamın sırtı gibisin” demesiyle onu kendine haram kılmasıydı. Arapların geleneklerinden bir diğeri de evlatlıkların öz oğullar gibi algılanmasıydı. Ahzâb sûresinde evlatlıklarla ilgili uygulamanın hükmü tamamen ortadan kaldırılmıştır. Ahzâb sûresinde yerilen zıhar uygulamasının kesin hükmü hakkında ise Mücâdele sûresinin ilk dört âyeti nâzil olmuştur. Buna göre, “Sen, bana anamın sırtı gibisin” diyerek eşlerini annelerine benzetenler bilsinler ki, böyle bir benzetmeyle eşleri gerçek anneleri gibi olmaz. Onların gerçek anneleri onları doğuranlar (el-Mücâdele, 58/2) ve Allah‟ın kendilerini anne olarak vasıflandırıldığı kimselerdir. Bunlar da peygamberin eşleri(el-Ahzâb, 33/6) süt anneler” (en-Nisâ, 4/23.)ve babaların nikahı altında bulunan eşleridir[5]. Eşi ve Peygamberle yaptığı tartışma sonucu ayetlerle yiğit yürekli cesur Havle binti Sa’lebe haklı bulunmuş ve tüm kadınların mağduriyetinin giderilmesini sağlamıştır. Ahlakın ilk ilkelerinin cesaret ve ölçülülük (itidal) olduğunu Antik dönemden filozof Sokrates de söylemiştir.
Türklerin Müslümanlık Algısında Hanefi-Maturidi Çizgisi
Türkler asırlarca Hanefi-Maturidi çizgisini korumuşlardır. Bunun kaynaklarına inildiği zaman bugün Türk ve İslam Dünyasına dayatılan İslam anlayışının içtihad kapısı kapatılmış bir çıkmaz sokak olduğu görülecektir. Fakat işin acı yönü bazen bu çizgiyi savunduğunu söyleyenler bile bu çizgiden başka sanal gerçekler anlatmalarıdır. İster İmam-ı Azam Ebu Hanife isterse İmam Maturidi olsun ikisi de kendi düşüncelerini eleştiriye açık tutmuş kendilerini eleştirenlere saygılı özgüvenleri yüksek aydın müctehitlerdir.
Şehristânî, Milel ve Nihal Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi isimli eserinde; içtihat usulü ve rükünleri kitap, sünnet, icma ve kıyas olmak üzere dörttür, bazen ikiye de raci olur. Bu rükünlerin sıhhati ve sayılanlarla sınırlandırılmasını sahabeden (r.a) öğrenmişler ve içtihadın aslını ve kıyasın caiz olduğunu keza onlardan almışlardır. Onların yaşadığı devrede bir şeyin helal veya haram olması gibi dini bir olay ortaya çıktığı zaman içtihada yöneldikleri ve önce Allah'ın kitabına başvurdukları, tevatüren (kendilerine güvenilen insanların yaygın sözleri) bilinen bir husustur. Eğer onda bir nas ve zahir bir delalet bulurlarsa, ona bağlanıp, hadisenin hükmünü onun gerektirdiği şekilde ortaya koyarlardı. Eğer onda bir nas veya zahir bir delalet bulamazlarsa, sünnete müracaat ederlerdi. Eğer o konuda bir haber rivayet edilmişse onu alırlar, onun hükmünü uygularlar, şayet haber bulamazlarsa içtihada yönelirlerdi. Onlara göre içtihadın rükünleri iki veya üç idi. Onlardan sonra gelen bizler için dörttür, zira onların icma (islam bilginlerinin bir konuda fikir birliği etmeleri TDK- İslam bilgini ve müctehidlerin kitap, Sünnet ve bazı mezheplere göre kıyasın delillerine dayanarak-) ve ittifaklarının gereğini almamız ve onların metoduna uygun hareket etmemiz bizim için vacip olmuştur. Sahabenin görüş birliğinin (icma) bazen bir hadise konusundaki içtihadı icma olduğu gibi, bazen de içtihat zikredilmeksizin belirtilen mutlak icma olmak üzere ikiye ayrılır. Onların, icmaa bağlanılması konusundaki ittifakları sebebiyle icma, şer'î bir hüccettir (delil). Biz sahabenin (r.a) raşid imamlar olup dalalet üzerinde icma etmeyeceklerini biliyoruz. Nitekim Hz. Peygamber(S.A.V), “Benim ümmetim dalalet üzere görüş birliği (icma) etmez.” demiştir. Fakat icma, konusuyla ilgili olarak gizli veya açık bir nassa dayanmaktadır. Çünkü biz kesin olarak biliyoruz ki, ashap, icma ve ittifaklarında ancak emin oldukları ve dinin bildirdikleri üzerinde icma etmişlerdir. Bu nas ya hüküm kendisine dayandığına dair bir beyan bulunmaksızın hükmünde ittifak ettikleri hadisede, ya da icma’nın hüccet olması ve icmaa muhalefetin bid'at olması konusundadır. Her ne olursa olsun 'icma'nın dayanağı (müstened) gizli (hafi) veya aşikar (celi) nastır. Böyle olmadığı takdirde bir mesnede dayanmadan dini hükümler kabul etme durumu ortaya çıkmış olur. İçtihat ve kıyasın dayanağı ise yine icmadır. Keza icma, içtihadın caiz olduğunu bildiren nassın da dayanaağıdır. Bu durumda dört esas (usul), hakikatte iki esasa dayanmaktadır; bazen de tek bir esasa dayanmaktadır ki, o da Allah'ın sözüdür[6].
İctihad, farzı ayn olmayıp kifaye farzlardandır. Bir kimse onu elde etmekle meşgul olduğunda, diğerlerden sorumlu değildir. Bir asırda bulunanlar bu konuda kusurlu olurlarsa, hepsi ictihadı terk ettiklerinden dolayı asi ve büyük bir harama meyletmiş olurlar. Zira ictihadi olan şer'i hükümler, sebebin müsebbibe bağlılığı gibi, ictihada bağlıdır. Sebep yani ictihad bulunmayınca, hükümler geçerliliğini kaybeder, görüş ve düşüncelerde bir sonuca ulaşılamaz, o halde bir müctehide mutlak olarak ihtiyaç vardır. Ümmetin imamları olan müctehidler, iki sınıfa ayrılırlar demektedir. Bunlar, Ashabu'l-hadis ve Ashabu'r-re'y'dir.
Hadis Ehli: Malik b. Enes, Muhammed b. İdris eş-Şafii, Süfyan es -Sevri, Ahmed b. Hanbel ve Davud b. Ali b. Muhammed el-Isfahani'nin mensuplandır. Ashabu'l-hadis ismiyle anılmalarının sebebi, hadisleri tahsil etmek, haberleri nakledip, hükümleri onlar üzerine bina etme konusunda büyük ihtimam ve çaba göstermeleridir. Bu grup bir haber veya eser bulduklarında celî veya hafî kıyasa yönelmişlerdir[7]. Prof. Dr. Mehmet Görmez’in Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu isimli eserinde şu bilgilere ulaşılmaktadır: İmam-ı Şafii hadisleri zahirine göre anlardı. Hadis muhtemel manalara geldiği zaman zahiri anlama en uygun olanını seçerdi. Abdulmuteal Saidi’ye göre, Şafii’nin nassları anlamada lafızların zahirî anlamlarıına sarılmayı şeriatın ruhuna tercih etmesi kendinden önceki fakihlere göre ictihad kapısının daralmasına yol açmıştır. Ehl-i hadisin sünnet anlayışını ve anlama yöntemini müstakil bir mezhep haline getiren diğer bir alim Ahmet ibn Hanbel’dir. İbn Hanbel bir mezhep imamı olarak bilindiği halde aslında ehl-i hadisden addedilmeye daha uygundur. Ahmed İbn Hanbel Hz. Peygamber ve sahabe asrında olmayıp kendi asrında ortaya çıkan her şeye bid’at gözüyle bakmıştır[8].
Re'y Ehli: Bu grup Ebu Hanife en-Nu'man b. Sabit'in mensupları oları Iraklılardır. Muhammed b. Hasan eş-Şeybani, Ebu Yusuf Yakub b. İbrahim b. Muhammed el-Kadi, Züfer b. Hüzeyl, Hasan b. Ziyad el-Lü'lüi, İbn Semaa, Afiye el-Kâdâ, Ebu Muti el-Belhi ve Bişr el-Merisi Ebu Hanife'nin mensuplarıdır. Bunların Ashabu'r-re'y diye isimlendirilmeleri, caba ve ihtimamlarının çoğunu kıyas çeşitlerini öğrenmeleri, ahkâmdan çıkarılan manalara yöneltmeleri ve hadiseleri bunlar üzerine bina etmeleri, bazen de kıyası celiyi ahad (sadece bir kişinin rivayet ettiği) haberlere tercih etmeleri sebebiyledir. Ebu Hanife “Bu ortaya koyabildiğimiz en iyi reydir diye biliyoruz, Bunun gayri reye kadir olanın reyi kendine ait, bizim reyimiz de bize ait” demiştir. Ebu Hanife'nin mensupları, imamlarının içtihadı üzerine ilave içtihadlar ortaya koyarak, onun ictihadının hükmüne muhalefet etmişlerdir. İmamlarına muhalefet ettikleri meseleler meşhurdur. Bir ayırım ve hatırlatma: Bil ki, bu iki zümre arasında fürû konusunda pek çok ihtilaf vardır. Kendilerinin konu ile ilgili eserleri ve zannî konuda nihayete ulaşmış, sanki kat'i ve kesinliğe yönelmiş münazaraları mevcut bulunmaktadır. Fakat bundan dolayı bir tekfir veya sapkınlık gerekmemiştir. Aksine her müctehid isabetli kabul edilmiştir[9].
Prof. Dr. Nadim Macit Ebu Mansur Maturidi isimli makalesine bu konuya şu şekilde temas eder: İslam lafzi evrenden adliye evrene geçiş sürecinde farklı dini ve epistemik( bilgi ve kavramla ilgili-TDK-) kalıplarla karşılaşmıştır. Bu süreç önemli sorunlara fikri ve siyasi mücadelelere eşlik etmiştir. Farklı bakış açılarının fikri ve siyasi mücadelenin geleneği tahrip etme ve yenileme iddialarının devreye girdiği bu süreç farklılaşmaya yol açmıştır. Ehli hadis/ Ehli Rey, nakil / tevil ve benzeri ayrımlar böyle bir ortamın ürünüdür. Ahmet Bin Hanbel geleneği ve gelenek içinde sabitlenmiş dili korumaya amaçlarken İmamı Azam Ebu Hanife yeni bir durumdan sorunlardan ve meselelerden bahseder. Yeni bir bakış açısını temellendirmeye girişir[10].
Fakat şeriatı din diye anlayan ve topluma bu yanlışı kabul ettiren hükmetme arzularına esir olmuş tarihteki yöneticiler hem dinî konularda hem de fen bilimlerindeki âlimlere çileler çektirmişlerdir. Tarihte bunların binlerce örneği İslam dünyasında bulunmaktadır. Bunlardan bu konu ile ilgili en meşhurları: Hadis Ehli’nin temsilcilerinden, Ahmed b. Hanbel ile Re'y Ehli’nin ünlü ismi Ebu Hanife en-Nu'man b. Sabit'tir. Muhammed Âbid El-Cabirî Arap-İslam Medeniyetinde Entelektüeller[11] isimli eserinde Ahmet İbn Hanbel ve İbn Rüşd’ün çilelerinden bahsetmektedir. Yaşar Nuri Öztürk’ün Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanife[12] eseri ile İmamı Âzam Savunması Şehit Bir Önder İçin Apolocya[13] isimli çalışması şeriat-siyaset ilişkisinin din âlimlerine nasıl acımasızca davrandığını anlatmaktadır.
Hadis İlminin Teşekkülü
Hadis ve sünnet, İslam Peygamberi'nin sözleri ve uygulamaları olmak sıfatıyla, her zaman, her dönemde Müslümanların yüksek ilgi ve alakalarına mazhar olmakla birlikte, tarihin üç döneminde, İslam tarihinin üç dönüm noktasında bu ilgi ve alaka daha fazla artmış ve kültür tarihimiz içinde daha baskın bir yer tutmuştur. Her üç dönemden sonra, hadisin 'tahammül', 'eda, 'telif' ve 'tasnif' faaliyetlerine hız verilmesi, 'hadisçilik' diye bir cereyanın, bir ekolün ortaya çıkmış olması da bunu göstermektedir. Bu üç dönemin, Hz. Peygamber'in vefatından sonra, İslam âleminin siyasi, sosyal ve kültürel tüm sahalarda uğradığı üç ayrı sarsıntıdan sonraya denk gelmiş olması üzerinde araştırmalar yapılması gereken calib-i dikkat bir husustur. Tarih boyunca hadislerin anlaşılması için sarf edilen çabaların üç ayrı dönemine işaret etmek yerinde olacaktır[14]:
Birinci dönem, üçüncü halife Hz. Osman'ın katliyle başlayan, Cemel ve Sıffin savaşlarıyla alevlenen, ideal hilafet sisteminden saltanata geçişle neticelenen dönemdir. Siyasi sahada meydana gelen bu sarsıntıyı, İslam topraklarının hızla genişlemesi, Müslümanların çok farklı din ve kültürlerle karşı karşıya gelmesi ile birlikte düşünce ve kültür sahasında bir sarsıntı takip etmiştir. Fakihlerin hukuk sahasında, kelamcıların düşünce ve kelam sahasında oluşturdukları dinamizm, çeşitli mezhep ve fırkaları ortaya çıkarmıştır. Yunancadan yapılan tercümeler, daha sonra başka bir sahanın; felsefenin kapısını aralamıştır.
İkinci dönem, 656/1258 yılında İslam'ın hilafet merkezi Bağdat şehrinin yağmalandığı ve Hindi-kuş dağlarından Kızıldeniz ve Akdeniz'e kadar Müslümanların yaşadığı tüm coğrafyanın Moğollar tarafından istila edildiği dönemdir.
Üçüncü dönem ise Rönesans ve sanayi devrimi ile başlayan, sömürge hareketleriyle devam eden ve imparatorlukların çöküşü ile biten dönemdir.
Hemen belirtelim ki her üç dönemde yaşanan siyasi, sosyal ve kültürel sarsıntı ve çöküşün sebepleri, inançların zayıflamasında aranmıştır. İnançların zayıflığı ise elli üç yıl süren saadet döneminin saf ve berrak düşüncelerinin kaybolmasına bağlanmıştır. Öyleyse yapılacak tek şey, Hz. Peygamber'in yaşadığı zaman dilimini ve bu zamana hâkim hayat tarzını yeniden keşfederek, o saf ve berrak inancın ana ilkelerini ortaya çıkarmaktır. Hz. Peygamber'i ve yaşadığı saadet asrını keşfetmenin yolu da onun söylediklerini ve yaptıklarını, yani hadislerini ve sünnetini yeniden ihya etmekten geçtiği kabul edilmiştir[15]. Bu durum hadislerin toplanması ve yazıya geçirilmesini gündeme geçirilmiştir. Fakat bu iyi niyetli çaba büyük sakıncaları da beraberinde getirmiştir.
Prof. Dr. M. Fuad Sezgin Buhari’nin Kaynakları isimli eserinde bu gelişmeleri şu şekilde incelemektedir: Hadislerin tedvin (eserleri bir araya getirip derlemek) tarihi bakımından mebdee (başlangıç) pek yakın sayılamayacak bir devrenin mahsulü olan Buhari'nin el-Cami'u's-sahih’inin veya bu mahiyette hadis mecmualarının kaynaklarının araştırılması, hadis edebiyatının birçok meselesinin izahıyla sıkı sıkıya alakalıdır. Hadislerin ilk defa yazı ile tespiti, tespit edilen malzemenin toplanması -veya kendine has tabiriyle tedvini- ve nihayet muayyen bablar (bölümler) halinde tasnifi, bahis konusu hadis mecmualarının teşekkülüne kadar geçen tekamül safhalarını ifade eder. Hadis edebiyatının kaynaklarıyla alakalı ilk ve belki de en mühim mesele, hemen hemen hadisler kadar eski olup, onların yazı ile tespit edilmesine cevaz veya ademi cevazın varid olup olmadığı yolunda açılan münakaşalar ve bunların neticelerine aittir. Hadis'in yazıyla tespitini yasaklayan veya yazılmış hadislerin imhasını emreden,' buna mukabil, hafızasının zayıflığından şikayet edenlere "sağ elinden faydalanmasını" tavsiye eden hadislerin bazen bizzat Peygamber'den, bazen de aynı sahabiden veya birçok sahabeden nakledilmesi- keyfiyeti veya kendisine mahsus ifadesiyle 'takyid'in(kayıt altına almak) aleyhindeki rivayetlerin mevcudiyetine rağmen, yazı ile tespit faaliyetinin zarureti, henüz nispeten erken bir devirden itibaren mezkur (sözü edilen) tezadı ortadan kaldırmayı hedefleyen tevilci bir faaliyetin ortaya çıkmasına amil olmuştur. Aynı mevzu üzerinde birbirini nakzeder (tekzip eder) gibi görünen hadislerin arzettiği tezadı tevil etmek maksadıyla müstakil bir eser meydana getiren İbn Kuteybe (öl. 275),' Ebû Sa'id el-Hudri'nin Peygamber'den naklen rivayet ettiği: "Kur'an'dan başka benden bir şey yazmayınız, Kur'an'dan gayrı benden bir şey yazan, yazdıklarını yok etsin," şeklindeki hadis" ile bu husustaki müsaadekar hadisler arasındaki tenakuzu, ya Sünnet'in Sünnet ile neshi veya yazıya vukufları yahut bilgi seviyeleri bakımından birbirinden farklı bulunan sahabenin bazısına bu hususta müsaade verildiği, bazısının ise bundan mahrum bırakıldığı şeklinde tevil eder.
Bu meseleyi -kitabının bir babında ele alan Ramahurmuzi'nin (öl. 360) tevili bir tarafa bırakılırsa- ciddi bir tenkide tabi tutup aşağı yukarı halleden ilk kimse el-Hatib el-Bağdadi (öl. 463) olmuştur. O, mezkur meselenin halline tahsis ettiği Takyidu'l-ilm adındaki eserinde, birbirine mütenakız malzemeyi sistemli bir şekilde toplamış, leh ve aleyhdeki haberleri adeta kronolojik bir tasnife tabi tutarak hadislerin yazı ile tepiti lehindeki tabii tekamülün seyrini muvaffakiyetli bir şekilde çizebilmiştir, el-Hatib el-Bağdadi, bu husustaki haberleri sıralayıp okuyucuya kafi bir fikir verdiğine kanaat getirdikten sonra, meselenin halline dair düşüncelerini şöyle ifade etmiştir: Demek ki, İslamiyet'in ilk devirlerinde, Kur'an'dan gayrı şeylerin Kur'an'a benzetilmemesi ve Kur'an bırakılıp da başka şeylerle uğraşılmaması için, yazıyı hoş görmüyorlardı. Kadim kitaplardaki doğru ve yanlış taraflarla, hak ile batılın tefriki kolay olmadığından, bunlarla iştigal etmek yasak olmuştu. Kur'an zaten onlardan müstağni kılıyordu. İslam'ın ilk devirlerinde hadislerin yazılması memnu (yasak) idi; zira, Hadis ve Sünnet'in inceliğine vakıf ulema (=fukaha) ile Kur'an metnini sair el fazdan tefrik edebilecek seviyede kimseler azdı. Arapların çoğu fakih değildi ve fukaha meclislerinde devamlı olarak bulunamıyorlardı, karşılarına çıkan alelade yazıları Kur'an'a sokup Allah'ın sözü zannetmek tehlikesinden uzak değildiler.
Geçen asrın ortalarında hadislerin ilk yazılı vesikalarını araştıran Sprenger, her iki grubun fikrini destekleyen bol malzeme toplamış ve el-Hatib el-Bağdadi’nin adı geçen eserinden geniş çapta faydalanmıştır. Onun bu tezini esas olarak ele alıp yeni birçok malzeme ilave eden Goldziher (EbuBekir Sifil, videoda Goldziher gibi şarkiyatçılara (müşteşriklere-oryantilistlere) karşı dikkatli olunmasını söylemektedir. Bu yaklaşımda haklıdır (Hilmi Özden). İslami kaynakların noktai nazarını göz önüne almadan, bu mütekabil hadisleri ashabu'l-hadis ile ashabu'r-re'yin faaliyetlerinin mahsulü olarak mülahaza etmiştir. Ona göre eski re'y mektebine mensub kimseler hukukun hür teşekkülünün önüne engel olarak çıkan yazılı emirleri ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Yazıyla tespitin lehindeki hadislere mukabil diğer hadisleri bu mektebin mensubları vazetmişlerdi. Ve ashabu'l-hadisten olan Ebû Davûd es-Sicistanı (öl. 277),16 Sunen'inde ara sıra yazılı notlardan faydalandığı için, hadislerin yazıyla tespitini yasak eden rivayetlere işaret ermemiştir.
Yazı ile tespitin lehinde istişhad (şahit gösterilen) edilen birçok hadise mukabil, aleyhteki rivayetlerin birkaç asır boyunca ileri sürülmesi, hatta bunların bizzat hadisleri yazanlar tarafından tekrarlanıp durması keyfiyeti, bize, kirabetten (yazı ile tesbit) nehy işinin başka bir vechesini göstermektedir. İşaret edilen raviler herhalde, elde ettikleri bilgiyi sadece kağıtta bulundurup asla hafızalarına yerleştirmeyen kimselere karşı, bu kabil haberleri birer ihtar olarak ileri sürüyorlardı. Mesela böyle bir ihtar, el-Cümi'u'l-kebir ve el-Cami'u's-sağir gibi musannaf kitap sahibi olan es-Süfyan es-Sevri (öl. 161) 20 tarafından ileri sürülmüştü. Hatta böyle bir endişenin sevkiyle birçok kimse hadis ezberlemek için yazıdan faydalanıyor ve tam olarak ezberlediklerine kani olduktan sonra, hafızalarındakinin günün birinde ihmaline sebebiyet vermemesi için yazılı metni imha ediyorlardı. Yazdıklarını yok edenler arasında çok zaman yaptığına pişman olanlar, ömürlerinin bir kısmında yazmayı hoş görmediklerine veyahut hiç yazmamış olmalarına nedamet duyanlar da bulunuyordu. Ömürlerinin sonlarına doğru kitaplarını yok edenler veya kendinden sonra imhasını vasiyet edenler de az değildi. Onlar bunu, kendilerinden sonra kitaplarına birçok şey ilave edilmesi veya bazı şeylerin düşürülmesi ve nihayet yanlışlıkların esas sahibine atfı endişesiyle yapıyorlardı. Yazıyla tespite karşı mütereddit bir vaziyet takınan kimselerin yanında, kitabeti, hadisin daha çok kullanılan tabiriyle, ilmin ilk şartı addedenler vardı. Daha tabiîn arasında, yazılı olmayan ilmin ilim addedilemeyeceğini söyleyenlere rastlamak mümkündü. İmam Malik'in kendisine vedaya gelmiş olan bir dostuna, son üç tavsiyesinden biri “hadisleri salahiyetli zevattan yazmak” olmuştur.
Hadislerin yazılmasının lehinde ortaya konabilecek birçok misalin yanında, tabiîn zamanında ve hatta daha sonraki devirlerde yazıyı ayıplayanların bulunduğunu da görmek mümkündür. Fakat onlar herhalde ehemmiyetsiz bir azınlık idiler. Onların muarızlarının red delilleri arasında Kur'an'dan ayetler göstermek yolu da vardı. Onlar, kitabetin meşruiyetinin birçok ayette teyid edildiğini, hatta bunun bir “sünnet-i ilahiye” olduğunu iddiaya da imkân buluyorlardı. Hadislerin yazılması karşısındaki zayıf mukavemet adeta fantezist bir mahiyette ta altıncı asra kadar zaman zaman görüldü. Bu görüşün mensupları, kitabetin bekasının karşısına hafızanın parlak misallerini vererek çıkıyorlar; bazen bu misallerini birçok beyitle ifade ediyorlardı. Herhalde onların mukavemeti hadisin daha sahabe zamanında yazıyla tespitine mani olamamıştı. Geçen asırda Sprenger (Batılı Şarkiyatçı), İslami kaynakların muhtelif vesilelerle bahis mevzuu ettiği hadisin ilk yazılı vesikalarını araştırıp muhtelif 'sahife'lerin isimlerini bir araya toplamak imkânını buldu ve daha sonra Goldziher (Batılı Şarkiyatçı) bunlara yeni isimler ilave etti. Sahife veya cuz' diye adlandırılan bu ilk hadis vesikaları, ikinci ve üçüncü asırda meydana gelecek olan musannaf külliyatın, gerek doğrudan doğruya ve gerekse dolayısıyla, malzemelerinin bir kısmını teşkil etti. Sahifeleriyle meşhur olan sahabeden mervi hadislerin kontrolü ikinci ve üçüncü asırlarda bu sahabenin sahifelerinde bulunup bulunmadığı araştırılmak suretiyle yapılırdı. Sahife'siyle en çok meşhur olanların başında Abdullah b. Amr gelmektedir. Hasseten onun sahifesi es-Sadika diye adlanırdı. Kaynakların bize sakladığı malumata göre, sahifeleriyle meşhur olan sahabe okur, dinleyiciler hadisleri kaydederlerdi. Bu kayıt işi için lüzumlu kağıt bulunmayınca, bazen hadisler ya nalınlara veya elvah adı verilen muhtelif yassı maddeler üzerine yazılırdı. Mesela Sacid b. Cubeyr'in Abdullah b. Abbas'ın sahifesinden zapt ettikleri bu şekilde idi. Abdullah b. Abbas'ın sadece hadisleri ihtiva eden kitabı değil, aynı zamanda bazı filolojik malumatı havi Kur'an tefsiri de Sahife diye adlandırılıyordu.
.....
Yazının devamı için tıklayınız
.....
[1] Prof.Dr. Ahmet Kartal’ın öncülüğünde ESOGÜ’de gerçekleştirilen İmam-ı Azam ve İmam Maturidi Sempozyumu ile Ahmed Yesevî Üniversitesi ile birlikte hazırlanan Ahmet Yesevi sempozyumları takdire şayan çalışmalardır. Üç Sempozyum kitap haline de getirilmiştir. İmam Azam Sempozyumu ESTÜDAM web sayfasına pdf olarak da yüklenmiştir: https://estudam.ogu.edu.tr/Storage/ESTUDAM/Uploads/%C4%B0mam%C4%B1-Azam-D%C3%BCzenlenmi%C5%9F-Son-Hali-(1).pdf
[2] Sedat Şenermen, Atatürk, ‘Aklın Özgürleştirilmesi’ Devrimi, Söz Bursa, 07.05.2022. https://www.sozbursa.com/yazarlar/sedat-senermen-11/ataturk-un-aklin-ozgurlestirilmesi-devrimi-470
[3] Sedat Şenermen, a. g.m., 07.05.2022.
[4] Nursel Çelik, Temel Konuları Bağlamında Mücâdele Sûresi ve Tefsiri, T.C. İstanbul Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı, Tefsir Bilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, Tez Danışmanı: Prof. Dr. Mevlüt Güngör, İst.-2011, s. 10.
[5] Nursel Çelik, a. g. t.,s. 20-21.
[6] Şehristânî, Milel ve Nihal, Dinler, Mezhepler ve Felsefî Sistemler Tarihi, Çeviri: Mustafa Öz, Yayına Hazırlayan: Mehmet Dalkılıç, Lıtera Yayıncılık, İstanbul, 2011, s. 179-180.
[7] Şehristani, a. g. e., s. 185-186
[8] Prof.Dr. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Otto Yayınları, Ank, 2014., s.98-99.
[9] Şehristani, a. g. e., s. 186-187.
[10] Nadim Macit, Ebu Mansur Maturidi, İnanç Dünyamızın Üç Meş’alesi İmam-ı Azam-İmam Maturidi, Hoca Ahmet Yesevi, Editör: Prof. Dr. Ahmet Kartal, ESOGÜ Yayınları, Eskişehir, 2020, s.71
[11] Muhammed Âbid El-Cabirî Arap-İslam Medeniyetinde Entelektüeller,Çeviri: Numan Konaklı, Mana Yayınları, İstanbul, 2019.
[12] Yaşar Nuri Öztürk, Arapçılığa Karşı Akılcılığın Öncüsü İmamı Azam Ebu Hanife, Yeni Boyut Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 2009
[13] Yaşar Nuri Öztürk, İmamı Âzam Savunması Şehit Bir Önder İçin Apolocya, İnkılâp Yayınları, İstanbul, 2010.
[14] M. Fuat Sezgin, Buhârî’nin Kaynakları, Otto Yayınları, Ankara, 2012, s. 51.
[15] Prof.Dr. Mehmet Görmez, Sünnet ve Hadisin Anlaşılması ve Yorumlanmasında Metodoloji Sorunu, Otto Yayınları, Ank, 2014., s.82-83.