Hadis kelimesi "söz" demektir. Kur’an’da bu kelime, vahiy bağlamında "Allah’ın sözleri" anlamında kullanılır. Geleneksel anlayışta ise hadis, Peygamber’den geldiği varsayılan sözlerdir.
Peki ya rivayet?
Rivayet, Allah Resulü’nden ilk duyan kişinin başkalarına, onların da başka kişilere, kulaktan kulağa aktarmasıdır. Bu şekilde rivayete dönüşen sözler, anlam olarak değişmemiş olsa bile, her biri farklı zamanlarda yaşamış en az altı kişinin nakliyle gelriği için, Allah Resulü’nün ağzından çıkan kelimelerle birebir örtüşmesi mümkün değildir.
Din, Kur’an’ın ifadesiyle Allah Resulü’ne "Kitap nedir, iman nedir bilmezdin" denilerek, İslam’ın sadece Kur’an’dan öğrenildiği bir temel üzerine inşa edilir. Elbette o güzide insan, öğrendiklerini öğretirken, kendisine bahşedilen hikmetle -yani üstün anlama ve kavrama kabiliyetiyle- tevhidi, doğruluğu, güzel ahlakı, adaleti, merhameti, liyakati ve sosyal-ekonomik hayatın düzenini Kur’an çerçevesinde söz ve davranışlarıyla anlatmış, topluma örnek olmuştur.
İslam'ı daha doğru anlamak için rivayetle gelen sözlerin; Kur’an’a, sağduyulu akla, temiz vicdana ve mantığa uygun olması gerekir.
Bunun dışında, Abdullah oğlu Muhammed’in insan yönüyle; baba, eş, komşu, arkadaş, devlet başkanı gibi çeşitli rolleriyle, farklı zaman ve mekânlarda ihtiyaç duyulan konularda yaptığı içtihatları da vardır. Ayrıca güzel şeylere teşvik amacıyla övgü dolu sözler de söylemiştir. Bu tür söz ve eylemlerin bir kısmının tarihsel olması ise doğaldır.
Gerçek böyleyken, ümmetin büyük çoğunluğu, hadis dendiğinde Hz. Muhammed’in her sözünün dinle ilgili olduğunu ve sahabenin duyduğu her şeyi anında kaydettiğinin zannedilmesidir.
Oysa sorun şuradadır: Söylendiği varsayılan her söz ve davranışın, dinle alakalı mı, değil mi diye bakılmaksızın ve Kur’an’a uygunluğu ölçülmeden dinin bir parçası kabul edilmesidir.
Sahabe ise bu konuda son derece bilinçliydi. O dönemde bazı sahabiler, "Ya Resulullah, bu senin görüşün mü, yoksa Allah’tan mı?" diye sorarak doğrudan Kur’an’a uyumunu sorgulamış ve doğru olanı yazmadan, birbirlerine nakletmiştir.
Çünkü Peygamberimiz, Allah’tan olmayan, yani kendi şahsi görüşlerinin söz konusu olduğu konularda sahabe ile istişare etmiş, bazen onların görüşüne uymuştur.
Örneğin: Bedir savaşında ordunun konumlanması, hurma ağaçlarının aşılanması gibi dünya işlerinde, "Dünya işlerini siz benden daha iyi bilirsiniz." diyerek sahabenin bilgisine başvurmuştur.
Peygamberimiz, kendi sözlerini değil, Allah’ın vahyini insanlara iletmek ve onu yaşamakla yükümlüydü.
Bu yüzden Kur’an’dan konuşmuş, Kur’an’ı yaşamış, Kur’an’ı tavsiye etmiştir.
Eğer onun sözleri de Kur’an gibi bir din kaynağı olsaydı, en yakın sahabeleri olan Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Zübeyr, Zeyd bin Sabit, Selman el-Farisi gibi isimlerden, sözlerini yazmalarını ve ezberlemelerini özellikle isterdi.
Ancak böyle bir şey istemedi.
Çünkü:
Kur’an’ın önüne sözlerinin geçirilmesinden endişe ediyordu.
Kendisine ait olmayan sözlerin isnat edilmesinden çekiniyordu.
Hadisler üzerinden bozulan, dine şirk karıştıran geçmiş ümmetlerin (Yahudi ve Hristiyanların) durumundan tecrübe edinmişti.
Bu konuda o kadar hassastı ki, şöyle buyurmuştur:
"Kim bana yalan isnat ederse, cehennemdeki yerine hazırlansın."
Bu hassasiyeti bilen yakın sahabeler, Peygamber’den duydukları rivayetleri çok sınırlı ve dikkatli bir şekilde nakletmişlerdir.
Hz. Ebubekir, Nebi'nin vefatından sonra halkı toplamış ve onlara şöyle demiştir :" Sizler Allah'ın elçisinden farklı hadisler naklediyorsunuz. Bu durumda sizden sonrakiler daha büyük anlaşmazlıklara düşeceklerdir. ALLAH'ın elçisinden hiçbir hadis nakletmeyin. Sizden hadis nakletmenizi isteyenlere deyiniz ki: İşte ALLAH'IN KİTABI ARAMIZDA, onun kitabını helal kılın, haramını haram görün. (Zehebi, Tezkıratul Huffaz 1/3; Buhari 1.cilt)
Bu yasağa uyulması konusunda dikkati çeken öncü sahabelerden onlarca rivayet mevcuttur.
Asıl mesele sözün nakli değil, Nebi as. vefatı üzerinden zaman geçtikce bu sözlerin kar yumağının dağlara dönüşmesi ve bir türlü önüne gecilememesidir!
Kur’an’dan sapılmasına asla gönlü razı olmayan Hz. Ömer' hadiscilik tehlikesini bildiğinden bu işe öncülük eden Ebu Hureyre ve Kab el-Ahbar’a karşı çıkmış onları sürgünle tehdit etmiştir.
Hz. Aişe annemiz, Hureyre’nin eksik, anlamını tahrif ettiği hadis üretmesini kınamışsada engel olunamamıştır.
*Yahudilik’ten İslam’a geçen Kab el-Ahbar, Vehb bin münebbih, ve Ebu hureyre, Yunan kökenli Abdillah El yununi, hristiyan rahip.
ibni cüreyc/Corcun oğlu gibiler Musevi ve Hristiyan hikâyelerini, İsrailiyat ve Mesihiyat’ı “hadis” adıyla dine sokup kirletmişlerdir.
Uydurdukları hadislerden biri da “İsrailoğullarından nakledin, bunda sakınca yoktur” sözüdür.
Bu sürecte sadece Ebu Hureyre’nin tek başına naklettiği hadisler bütün sahabelerden dört kat fazladır. .
Nebî’nin vefatından sonraki dönemlerde,
Siyasi iktidar mücadeleleri, savaşlar, mezhep ayrılıkları, güç ve hâkimiyet kavgaları rivayet üretimini tetiklemiştir. Gruplar, kendi eylem ve söylemlerinin din kaynaklı olduğunu ispatlamak toplumu istediği şekilde yönetmek, siyasi, sosyal, ekonomik çıkar sağlamak için Nebî adına üretilen binlerce hadis, Kuranın yanlış anlaşıllasını sağlamış, Resûlullah’ın gerçek misyonunu mesajını çarpıtarak adeta yok etmiştir. Anlaşılmak üzere inen Kur’an sevap ve ölüler için okunmaya başlanmış, sonuç itibariyle içi boşaltılmış ritüeller, şekilcilik ve arap örfü benimsenip yaşanır olmuştur.
Din öğrenme işi doğru ve yanlışın iç içe harmanlandığı rivayetlere, geçmiş, zamanın bilgi ve örfünden üretilen fıkıh kitaplarına terk edilmiştir.
İslam toplumlarının dindarlık ölçüsü "fıkıh" la belirlenip ölçülür olmuştur.
SAĞLIK VE SELAMETLE KALIN DOSTLAR