Zemheri soğuklarından biriydi. Karın da eli kulağındaydı. O gece başlamasa, sabaha kesin başlayacaktı. Zeliha Hanımın tiz sesi duyuldu: “Hadiyin bakayım, herkes sofraya.." Babaları Metin Bey, dakikalardır okumak için kendini zorladığı gazetesini koyu kahverengi sehpanın üzerine bıraktı. Sevecen tavırlarla Down Sendromlu, 22 yaşındaki oğlu Serhat’ın sırtını sıvazladı. Ona her zamanki nükteli tavrıyla gülümseyerek, bir an önce sofraya oturmalarını aksi takdirde annesinin bayramlık ağzını açacağını söyledi. Baba-oğul birbirlerine göz kırptılar. Ellerini yıkayıp sofraya oturdular. O arada evin on yedi yaşındaki kızı Gülsen de, annesine yardım ediyordu. O akşam, Zeliha Hanım, ailesinin en çok sevdiği yemek olan Beğendi; onun yanında da Acem Pilavı Yapmıştı. Ellisine yakın, hafif kamburu çıkmış olan kadın, tıpkı kocası gibi güler yüzlüydü. Ağız tadıyla yemeklerini yemeye başladılar. Lakin çok geçmeden Serhat; o an sofradakileri çok üzecek şu cümleyi söyleyiverdi:

-Baba, mahalledeki arkadaşlarımın hepsi askere gittiler. Döndüler. Ben niye askere gidemiyorum. Niye beni almıyorlar?..

Serhat. o güne değin, hiç böyle bir şey söylememişti. Belki düşünmüş, belki de düşünmemişti. Ama ortada bir gerçek vardı. O akşam söyleyivermişti. Bu duruma çok üzüldüğü, kahrolduğu yüzüne yansıyordu. Karı-koca, kederle birbirlerinin yüzüne baktılar. Aynı acıyı yaşıyorlardı. Donup kalmışlardı. Ona ne söyleyeceklerini bilemediler. Gülsen hızla yerinden kalktı. Canından çok sevdiği abisinin boynuna sarıldı. Onun sarı saçlarını sevdi. Sevgi dolu bakışları eşliğinde delikanlıya üzülmemesini, zira abisinin bir kahraman olduğunu söyledi. Serhat hafifçe başını yana çevirerek ve kız kardeşine elem dolu bakışlarla bakarak: “Gülsen. Öyle olsaydı, beni de askere alırlardı. Bana da tüfek verirlerdi. Ben de tüfeğimle ülkeme zarar verecek olan düşmanları yok ederdim.." dedi. Metin Bey de ayağa kalkıp onların yanına gitti. Serhat’ın diğer tarafındaki sandalyeye oturdu. Kolunu Onun omuzuna attı. Sonrasında ona sarıldı. O an söyleyeceği hiçbir şeyin Serhat’ı ikna etmeye yetmeyeceğini çok iyi biliyordu. Bu yüzden bir şey söylemeye cesaret edemedi. Göz pınarlarından ince ince yaşlar gelmeye başlayan oğlunu daha da sıkı sardı…

O günden sonra Serhat, sık sık bu sözü söyledi. Babasına, annesine kendisini askere götürmeleri için diller dökmeye başladı. Asker olmak için canını vermeye bile hazır olan delikanlı ne zaman bunu istese, bir cevap alamıyordu. Alamadıkça da daha ısrarcı oluyordu. Yapacak bir şeyi olmayan dertli ailenin yüreği kan ağlıyordu…

İki gün sonra mahalle esnafı Metin Beyin çay ocağında birlikte çay içiyorlardı. Ayakkabıcı Mithat, babasının yanında çay içmekte olan Serhat’ın sırtını sıvazladı. Şefkatle nasıl olduğunu sordu. Mahalleli, mahalle esnafının hepsi Serhat’ı kendi çocukları, kardeşleri gibi seviyorlardı. Tuhafiyeci Rüstem, tıpkı Serhat’ın babası gibi nüktedandı. Yanında oturmakta olan kasap Muharrem’i eliyle hafifçe iterek ona; ne zaman köfte ziyafeti çekeceğini, bir yıldır verdiği sözü yerine getirmediğini, böyle giderse köfteleri yiyemeden terk-i diyar edeceklerini söyledi. Bunu öylesine komik bir tavırla söylemişti ki, çay ocağındaki herkes kendini tutamadı. Güldüler. Muharrem, eli sıkı bir adamdı. Aslında mahalle esnafına söz de vermemişti. Vermemişti vermesine ama diğerleri laf kalabalığı yaparak Muharrem’den söz almış gibi davranmaya başlamışlardı. Muharrem, esnafın kendisine takılmasından hoşlanmazdı. Şakaya da gelen bir adam değildi. Bu yüzden de mahalleli ona takılmaya, çoğu zaman da kızdırmaya bayılırlardı. Muharrem, en sonunda dayanamaz, mekanı terk ederdi. Kasabın bu halini gören esnaf, gülmekten krize bile girerlerdi. Bazen arkasından giderlerdi. O zaman da kafası iyice atan Muharrem, dükkanından satırı alır, kendisini kızdıranları dakikalarca kovalardı. Haliyle bu manzarayı görenlerin gülmekten gözlerinden yaşlar gelirdi…

O gün de, Rüstem ve manav Selahattin birbirlerine göz kırptılar. Bu, çok geçmeden Muharremin sinirden deliye döneceği anlamına geliyordu. Diğerleri de olan bitenin farkındaydılar. Keyifle anın tadını çıkarıyorlardı. Rüstem, tam söze başlayacaktı ki; Serhat’ın gür sesi çay ocağında yankılandı: “Rüstem Amca, beni niye askere almıyorlar ? Ben de asker üniforması giymek, arkadaşlarımla beraber askerlik yapmak istiyorum.." O an, geçen gün Metin Beylerin evinde olduğu gibi herkes adeta olduğu yere çivilendi. Ne söyleyeceklerini bilemediler. Şaşkınlıkla karışık anlatılmaz bir hüzünle birbirlerinin yüzlerine baktılar. Ne laf cambazı Rüstem, ne de Selahattin delikanlıya cevap vermeye muvaffak oldular. Mahalle bakkalı Ali, yaşlıca, görmüş geçirmiş bir adamdı. Tane tane sözlerle, delikanlıya babasından sonra evin reisinin kendisi olduğunu, babası eve geç geldiği zamanlarda annesini ve kardeşini onun koruduğunu söyleyerek, Serhat’ın her Türk Askeri gibi güçlü olduğunu, askere gitmese bile kendilerinin gözünde bir kahraman olduğunu söyledi. Çay ocağındakilerin bir kısmı sözlü olarak, bir kısmı da kafalarıyla bakkalı onayladılar. Lakin bakkalın sözlerinin hiçbir kıymet-i harbiyesi olmadı. Olamadı.. Serhat hayal kırıklığı içinde yerinden fırladı. Ocak başındaki babasının yanına koştu. Onun ince kollarından çekiştiriyor, kendisini askere götürmesini haykırıyordu. Gözlerinden sicim gibi inmekte olan yaşlar, sadece delikanlıyı değil, bütün mahalle esnafını da kahrediyordu. Çocuğun çektiği ızdıraba daha fazla dayanamayan konfeksiyoncu Mehmet, koşarak babasını çekiştirmekte olan Serhat’ın yanına geldi. Ona, babacan bir tavırla, askerlik şubesindeki yüzbaşının yeğeni olduğunu, kendisiyle konuşacağını söyledi. Yaşlı adamın bu sözü üzerine, dakikalardır ağlayan Serhat’ın yüzünde sözcüklerle anlatılamayan bir mutluluk belirdi. Mehmet’e sarıldı. Mehmet de ona. Çay ocağındakiler şaşırdılar. Çok şaşırdılar. Lakin hepsi, Serhat’ın askerlik yapamayacağını, konfeksiyoncunun Serhat’a verdiği bu sözün onu daha da kahredeceğini düşünüyorlardı. Serhat, sevinçle evine doğru koştu. Bu mutlu haberi annesiyle ve kız kardeşiyle paylaşmak için sabırsızlanıyordu…

Serhat gider gitmez, konfeksiyoncu Mehmet, diğerlerine endişe edecek bir şey olmadığını, Serhat’ın askerlik şubesinde bir günlük bir askerlik yapacağını, yüzbaşının da bu yürekli delikanlının dileğini seve seve yerine getireceğini söyledi. Çay ocağının müdavimlerinden hiçbirinin aklına böyle bir şey gelmemişti. Sevinçle: “yaşa.." diye bağırdılar…

Güneşin sevecen ışıkları askerlik şubesinin kapısını sararken, Metin Bey, Serhat, konfeksiyoncu Mehmet ve diğer mahalleli hep birlikte askerlik şubesinin başında nöbet tutmakta olan askerlerin yanına yaklaştılar. Mehmet, askerlere, yüzbaşı ile daha önce görüştüğünü, kendisinin geleceklerinden haberi olduğunu söyledi. Mehmetçik, güler yüzü eşliğinde beklemelerini söyledi. Telefonda komutanıyla görüştü. Kısa bir süre sonra, Mehmet’e, Metin’e ve Serhat’a içeri girebileceklerini söyledi. Mahalleli, delikanlının sırtını sıvazlayarak, onu sevgiyle içeri uğurladılar. İçeride asker adaylarının kayıtları yapılıyordu. Uzak köşede ise bir manga eğitimi vardı. Kısa bir süre sonra yüzbaşı gözüktü. Dağ gibi bir adamdı. Geniş omuzları vardı. Dayısı olan Mehmet’in yanına geldi. Önce ona, sonra Serhat’a ve Metin’e: “hoş geldiniz"  dedi. Serhat’a dönerek delikanlıya: “birliğine hoş geldin asker.."  dedi. Onun sırtını sıvazladı. Bir Mehmetçik hızlı adımlarla yanlarına yaklaştı. Yüzbaşıya selam verdi. Ardından beraberinde getirdiği kamuflajı ve şapkayı ve botları Serhat’a uzattı. Yüzbaşı, kamuflajları getiren askere, yeni asker Serhat’ı üniformasını giymeye, sonrasında da eğitime götürmesini söyledi. Serhat yaşadıklarına inanamıyordu. Yaşadığı duygu seli anlatılır gibi değildi. İçi içine sığmıyor, sevinçten ne yapacağını bilemiyordu. Önce babasına, sonra Mehmet’e, en sonunda da yüzbaşıya sarıldı. Hepsinin gözleri yaşardı. Yaşardı yaşarmasına lakin bunu delikanlıya fark ettirmediler. Serhat üniformasını coşkuyla giydi. Yanındaki asker, ona içinde mermi olmayan bir tüfek verdi. Ardından birlikte eğitim yapmakta olan askerlere katıldılar. Durumdan herkesin haberi vardı ancak bilmiyorlarmış gibi davranıyorlardı. Komutan, Serhat’a önce tüfekli hareketleri sonra da tüfeksiz hareketleri gösterdi. Delikanlı elinden geldiğince asker arkadaşlarına eşlik ediyordu. O esnada yüzbaşı misafirlerine çay ikram etti. Öğlene doğru eğitim sona erdi. Serhat Mehmetçiklerle birlikte karavanadan yemek yedi. Mutluluğunu anlatacak sözcük bulamıyordu. Askerler de onu kendi kardeşleriymiş gibi bağırlarına bastılar. Yemekten sonra çay içerken Serhat’la sohbet ettiler. Onunla askerlik sonrası da devam edecek dostluklar kurdular. Yüzbaşı, Serhat’a ailesini ziyaret etmesi için iki saat izin verdi. Askerlik şubesinde delikanlıyı beklemekte olan Metin ve Mehmet komutana teşekkür ederek Serhat’la birlikte mahalleye döndüler. Mahallede anlatılmaz bir kalabalık vardı. Başta, Serhat’ın annesi Zeliha Hanım ve kız kardeşi Gülsen olmak üzere, konu-komşu, esnaf hepsi oradaydılar. Uzaktan Serhat’ı üniforma içinde görünce hep bir ağızdan: “En Büyük Asker Bizim Asker.." diye yeri göğü inlettiler. Serhat hepsine çakı gibi bir selam verdi. Anneciği, kız kardeşi ve herkes gözyaşlarına boğuldu. Anneciği yavrusuna sarıldı. Onun kokusunu ciğerine çekti. O esnada Serhat’ın gökyüzünde sabit bir noktaya baktığı görüldü. Hepsi aynı anda aynı yere baktılar. Gördüklerine inanamıyorlardı: Gökyüzünde onlarca İstiklal Savaşı Şehidi vardı. Hepsi de gurur dolu bakışlarla Serhat’a bakıyorlardı. Zaman durdu…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.