Gülendam Hanım, kahvaltıyı hazırlamıştı. Torunu Zeynep’in odasına gitti. Yavaşça küçük kızın odasının kapısını açtı. Sekiz yaşındaki çocuk, dalgalı sarı saçlarının ışıltısında melekler gibi uyuyordu. Gülendam Hanım; torununun pembenin en güzel tonuyla bezenmiş yatağına oturdu. Adetiydi; genç yaşta elim bir trafik kazasında kaybettikleri kızları Nazlı’nın kendilerine yadigarı olan küçük kızı uyandırmadan önce, Onu uzun uzun seyreder; bir süre sonra da gözyaşlarına boğulurdu. Lakin, hemencecik yanındaki dert ortağı mendiliyle yüzünü güzelce siler, torununa ağladığını hiç belli etmezdi…

Uzun boylu, hafif kamburu çıkmış olan yaşlı kadın, bir süre torununun güzeller güzeli saçlarını okşadı. Uyandırmadan önce; O’nun melekleri kıskandıran güzellikteki yüzünü son bir kez seyretti. Küçük prensesin yanına yaklaştı. Yanağından sevdayla öptü. Zeynep gözlerini araladı. Ne zaman, anneannesi kendisini öpse, mutlulukla gözlerini açardı. Anneannesine sarıldı. Bir yüz yıl öylece kaldılar.. Gülendam Hanım, torununun; uçsuz bucaksız denizleri çağrıştıran mavi gözlerinin içine baktı ve ona oyuncu bir ses tonuyla şöyle dedi:

-Haydi bakalım Küçük Prenses, kahvaltı hazır. Kızıma çok seveceği bir kahvaltı hazırladım. Ama eğer çabucak elini yüzünü yıkamaz ve sofrada olmazsan, o zaman hepsini dedenle ben yiyeceğiz…

Zeynep, anneannesinin böyle söylemesine bayılırdı. Rüzgar gibi yatağından kalktı. Aradan çok yıllar geçmesine karşın; kuzusunun özlemi her geçen an yüreğinde katmerlenen kederli annenin yanından fırlayarak lavaboya koştu. Belki de bir andan daha kısa bir süre içinde yüzünü yıkadı ve soluğu, insanı rahatlatan bir maviyle boyalı mutfaktaki masanın başında aldı. Zeynep gelmeden önce, dedesi; ünü tüm şehirde dillerden dile dolaşan tekaüt motor ustası Akif Bey, gülen bakışları eşliğinde; hokkabazlardan hiç eksiği olmayan; aksine onlara hokkabazlığın nasıl olacağını öğretecek kadar da oyuncu olan torununu izliyordu. Uzun boylu, beyaz sakallı adam, böyle zamanlarda; sadece böyle zamanlarda, doyamadığı, erken yaşında kendi elleriyle kara toprağa verdiği kızının kederinden uzaklaşıyordu. Uzaklaşıyordu uzaklaşmasına ama bu özlem o kadar anlatılmazdı ki; bir süre sonra; önceden hayata sıkı sıkıya bağlı ve nüktedan bir insan olan zavallı ihtiyarın gözlerindeki yaşama sevinci; sudaki dalgaların yiyip gitmesi gibi kayboluyordu. Akif Bey, bir opera sanatçısının sesini andıran kalın sesiyle torununa takıldı:

-Böcek Kız, az daha gelmeseydin, bütün sucuklu yumurtaları mideye indirecektim…

Peşi sıra, torununa tadına doyulmaz bir göz kırptı. Gülendam Hanım da sofraya oturmuştu. Çayları dolduruyordu. Küçük kız, zayıf bir çocuktu ama çok da iştahlıydı. Lakin iştahlı olması pek de bir işe yaramıyordu. Zira, küçük kız, ne kadar çok yerse yesin, yemekten hemen sonra başlayan bitmek tükenmek bilmeyen koşturmacalarıyla yediklerini hemencecik eritiyordu. Akif Bey ve Gülendam Hanım, güzel torunlarının iştahsız olmadığından dolayı tarifsiz bir mutluluk duyuyorlar ve aynı duygularla birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Zeynep aynı zamanda da hayat dolu ve bir o kadar da şakacı bir çocuktu. Yaptığı şakalarla yalnızca akranlarını değil, yetişkin insanları bile gülmekten kırıp geçiriyordu. Yalnız bir zayıf noktası vardı: Anneciği.. Ne zaman anneciği aklına gelse; işte o zaman durgunlaşır; o herkesin yüreğini neşeyle dolduran küçük çocuk gider; Onun yerine, adeta bütün dünyanın yükünü sırtlamış küçücük bir çocuk gelirdi. Anneannesiyle, dedesi, Ona, anneciğinin öldüğünü söylememiş, söyleyememişlerdi. Annesi öldüğünde henüz üç yaşında olan torunlarına; annesinin önemli bir hastalığının olduğunu, bu hastalığın tedavisi için de Onun yurt dışında olduğunu söylüyorlardı. Söylüyorlardı söylemesine lakin; çok akıllı bir çocuk olan Zeynep, Gülendam Hanım’a ve Akif Bey’e annesiyle ilgili türlü türlü sorular soruyordu. Böyle olduğunda dertli karı koca, küçük torunlarına açık vermemek için çok uğraşıyorlardı…

Zeynep, çay kaşığıyla; anneannesinin yaptığı tadına doyulmaz çilek reçelinden bir çilek aldı. Neşeliydi. Lakin o an aklına anneciği geliverdi. Minnacık parmaklarıyla tuttuğu kaşık acıyla titremeye başladı. O da hiç kuşku yok ki; çocuğun haline çok üzülmüş olmalıydı. Zeynep’in parmaklarından, tabağa düştü. Zeynep’ in yüzü bembeyaz oldu. Başını öne eğdi. Gülendam Hanım ve Akif Bey, kendilerini berbat hissettiler. Gülendam Hanım, anlamıştı. Anlamamış gibi sevgi dolu sesiyle sordu:

-Kızım, ne oldu? Neye üzüldün?..

Küçük kız başını kaldırmadan küskün küskün mırıldandı:

-Hep aynı şeyi söylüyorsunuz. Hep aynı şeyi söyleyip duruyorsunuz. Madem Anneciğin yurt dışında tedavi görüyor. O zaman niye hiç iyileşmiyor. Hepimiz hasta oluyoruz, sonra iyileşiyoruz. Peki neden benim güzel anneciğim bir türlü iyileşemiyor?..

Çocuk son sözcüğünü söyler söylemez, hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Gözyaşlarını gizlemeye çalışan Gülendam Hanım, hızla yerinden kalktı. Gözlerinin altı kıpkırmızı olan ve o an kendisine minik bir kuş gibi gelen torununa sarıldı. Bu bir sarılış değildi. Bu; torununu yüreğine koyabilmek ve Onun hep orada kalabilmesi için bir yakarıştı.. Akif Bey’in boğazına bir şeyler düğümlendi. Ayağa kalkmaya çalıştı. Sendeledi. Ağır adımlarla oturma odasına geçti. Sehpamım üzerindeki; filtresiz sigaralardan oluşan sigara paketini almaya çalıştı. Alamadı. Paketi yere düşürdü. Eğildi. Ağlamaya başladı. O an gözlerinin önüne; kuş kadarcık haliyle Nazlı’sının hastanedeki altı yaşındaki hali geliverdi. Yavrusundan kan alacaklardı Kısa boyuyla ve güçlü kollarıyla; bir hemşireden çok bir güreşçiyi andıran hemşire kan alırken , Nazlı, acıyla babacığının yüzüne bakmıştı. . Dudakları aşağı doğru kıvrılmış; Akif Bey’e, yardım dileyen bakışlarıyla; “ babacığım canım çok acıyor. Ne olur buna izin verme” diyordu. O an, Akif Bey, yavrusu için hiçbir şey yapamıyor olmanın dayanılmaz acısını yüreğinin en derinlerinde hissetmişti. Aradan yıllar geçmiş; ne babasına ayrı bir düşkünlüğü olan Nazlı ne de babası o anı unutabilmişlerdi. Ta ki o kahreden, yok eden, yürekleri söküp çıkartan o güne kadar.. Gülendam Hanım’ın ve Akif Bey’in; Zeynep henüz üç yaşındayken, anneciğini kaybettikleri o uğursuz güne kadar…Sonra aklına damadı olacak o karaktersiz adam geliverdi. Sağlığında gözlerinin içine baktığı karısı öldükten sonra bir sene bile geçmeden, başka biriyle evlenmiş, Zeynep’i dedesine ve anneannesine bırakıp defolup gitmişti. Bir daha da aramamıştı. İhtiyar adam o an kendini daha da kötü hissetti.. Yerden paketi aldı. Nazlı’nın küçük bir çocukken üzerinde koşturduğu eskimiş, yeşil koltuğun kenarından tutundu. Zorlukla ayağa kalkabildi. Sigarasını yaktı, derin bir nefes çekti ve kendini koltuğun üzerine bıraktı. Güçlü olmalıydı. Herkesten önce kendisi güçlü olmalıydı.. Bu böyle olmayacaktı. Er geç, Zeynep’e gerçeği söyleyeceklerdi. Ne kadar geç söyleseler, çocuk o kadar çok üzülecek, o kadar çok acı çekecekti. Sigarasından derin bir nefes daha çekti. Bir soba borusundan çıkan dumanları çağrıştıran dumanlar Akif Bey’in gözlerinin içine doldu. Adam yanan gözlerini kırpıştırdı. Kararını vermişti. En kısa zamanda korkunç da olsa gerçeği torununa söyleyecekti…

O gece karısına, aldığı kararı söyledi. Gülendam Hanım da aslında aynı şeyi düşünmekteydi. Çok zor olacaktı, kahredecekti. Lakin olması gereken buydu. Akif Bey; küçülen sesiyle karısına şöyle dedi:

-Hadi bakalım Hanım, uyuyalım. Uyumaya çalışalım. Yarın çok zor bir gün olacak…

İkisi de o gece sabaha kadar uyuyamadılar. Ancak tek kelime dahi etmediler. Yalnızca acı çektiler.. Tan ağarırken içleri geçer gibi oldu. Saat dokuza doğru, Gülendam Hanım, kahvaltıyı hazırlamaya başladı. Düşünceliydi. Çok düşünceliydi…

Kahvaltı sonrasında; karısıyla geceden sözleştikleri gibi, Akif Bey torununa babacan bir tavırla:  

-Böcek Kız, bak şimdi seninle birlikte ne izleyeceğiz…

Küçük kız, dünden sonra kendisini toparlamış gibiydi. Merakla dedesinin ve anneannesinin gözlerine baktı. Hep birlikte eski model televizyonun karşısına geçtiler. Akif Bey, çekmeceden bir Betamax video kaseti çıkardı. Titreyen ellerini olabildiğince kontrol etmeye çalışarak, kaseti video cihazına taktı. Gülendam Hanım ve Akif Bey, Böcek Kız’ı aralarına aldılar.

İlk görüntü net değildi. Film, ilerledikçe görüntü netleşmeye başladı. Bir ev vardı. Bahçesinde türlü çiçeklerin boy gösterdiği anlatılmaz güzellikte bir ev.. Bir çocuk ve bir anne.. Bahçede kovalamaca oynuyorlardı. Yüzlerinde evrenin en güzel gülleri açıyordu. Rengarenk güller. O an Gülendam Hanım içinden; “keşke sadece kırmızı güller açsaydı” diye geçirdi.. Aynı anda, Zeynep anneannesinin filmdeki gençlik halini hemen tanıdı ve heyecanla şöyle bağırdı:

-Anneanneciğim sensin.. Tanıdım seni.. Peki bu küçük kız kim?..

Zeynep, daha dikkatli baktı. Bu kez, bu küçük kızın kendisine çok benzediğini fark etti. Daha büyük bir heyecanla bağırdı:

-Aa bana da çok benziyor…

O an hiç şüphesiz hayatının en zor dakikalarını yaşayan Gülendam Hanım, küçük kızın saçlarını okşamaya başladı. Tüm gücünü toplayarak söze başladı:

-O, senin güzeller güzeli anneciğin yavrum. Benim bir tanecik kızım…

Böcek Kız dondu kaldı. Hiçbir şeycikler diyemedi. Büyülenmiş bakışlarıyla bir kere bile koklayamadığı anneciğini izlemeye başladı. İzlemiyor adeta yaşıyordu. Cennet gözlerinden birbiri ardına sicim gibi yaşlar inmeye başladı. Başını yana eğdi. Dudakları gülen bir meleğin şeklini aldı. Anlatılır gibi değildi. O an orada evrenin en muhteşem gösterisi yaşanıyordu. Ayağa fırladı. Koştu. Televizyona ulaştı. Sarıldı. Anneciğini öpmeye başladı. Minicik elleriyle anneciğinin yüzüne dokundu. Sonra anneciğine dokunduğu o minicik parmaklarını burnuna yaklaştırdı. Anneciğinin kokusunu ciğerlerine kadar çekti…

Dakikalardır ağlamamak için çırpınan Akif Bey, karısı gibi tüm gücünü toplayarak; artık kontrol edemediği titreyen sesiyle: 

-Yavrum, anneciğin ben bu videoyu kayıt ettiğimde senin kadardı. O gün, hepimizin gözü önünde gökyüzüne yükseldi. Bembeyaz elbiseler içinde bir meleğe dönüştü. Ve benin canım kızım; o günden beri hepimizi oradan izliyor…

Zeynep çok zeki bir çocuktu. Anneciğinin öldüğünü o an hemen anladı. Yüreği kavruldu. Ufacık gözlerinden akan yaşlar, çağlayanlara, ummanlara dönüştü. Anneannesi ve dedesi; hayattaki en zor anlarını yaşayan çocuğa sarıldılar. Sarılmadılar, Onu içlerine aldılar. Zeynep, çektiği acının verdiği güçle, onların kollarından kurtulup televizyona koşmaya başladı. Ayağı takıldı düştü. Dizi çok acıdı. O saniye; bu üç ışıltılı insanın büyülenmiş bakışları arasında videodaki kız yavaş yavaş büyümeye başladı. Genç bir kadın oldu. Zeynep, Gülendam Hanım ve Akif Bey gördükleri şeyler karşısında gözlerine inanamıyorlardı. Vakit öğle vakti olmasına karşın odanın içinde hava karardı. Birbiri ardına; her biri diğerinden daha parlak milyonlarca yıldız odaya doluşmaya başladı. Yıldızlar odanın içinde, anlatılmaz güzellikteki bir ninni eşliğinde dans etmeye başladılar. Bu ninni, Nazlı’nın kuzusuna; O henüz bir bebekken söylediği ninniden başka bir şey değildi. İki neşeli yıldız televizyona yaklaştı. Parıltılı annenin önünde eğildiler. Zarif ellerini uzatarak Nazlı Anne’yi yavrusunun yanına davet ettiler. Anne içeri gelirken odadaki milyonlarca yıldızın ışığı gece gibi kaldı. Nazlı Anne odaya adımını atar atmaz, Zeynepcik önce bulut oldu sonra yağmur; anneciğinin yüreğine yağdı. Bütün yıldızlar şimdi de; o an evrenin en mutlu anne- babası olan Gülendam Hanım’ın ve Akif Bey’in önünde saygıyla eğildiler. Hokkabaz bir yıldız, Gülendam Hanım’ın elinden, komik bir yıldız da Akif Bey’in elinden tuttular. Onları, birbirlerini koklamakta olan kızlarının ve torunlarının yanlarına götürdüler. Dışarıda gündüzdü. Ya da öyle sanılıyordu. Asıl gündüz içerideydi. Anneanne ve dede kızlarına ve torunlarına sarıldılar. Sarılmadılar bir oldular…

Evrenin var olması muazzam bir olaydı…

Evrene ruhunu veren güç, küçük bir çocuğu mu anneciğine kavuşturamayacaktı…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.