Ülkemizde, son 10 yıldır adalet mekanizması, medyaya yansıyan çok haklı nedenlerle tartışılıyor. Üstelik adalete olan inanç gün geçtikçe daha da zayıflıyor. Bu makalemizde, 1885-1887 yılları arasında İstanbul’da ABD elçiliği görevini yürüten Samuel Sullivan Cox’un  BİR AMERİKAN DİPLOMATININ İSTANBUL ANILARI adlı eserinde karşımıza çıkan yaklaşık olarak 130 yıl önce kaleme alınmış bir adalet hikayesine yer vereceğiz:

Söz konusu eserin Müslüman Adaleti başlığını taşıyan 25. bölümünde, Fatih Sultan Mehmet dönemi örnek gösterilerek, Türklerde adalet anlayışı şöyle bir hikaye üzerinden yüceltilir:

Fatih Sultan Mehmet, İstanbul’u fethettikten sonra, İstanbul’un Türkler tarafından fethedileceğini iki yıl önce söyleyen iki papaz olduğunu ve papazların halen İstanbul’da yaşamakta olduğunu öğrenir. Bunun üzerine Fatih, papazları huzuruna getirtir ve sorar:

“Benim İstanbul’u kuşatacağımı ve fethedeceğimi nasıl bildiniz?”, diye sorar.

Papazlar şöyle cevap verirler:

“Bu ne bir tahmindi, ne de bir kehanet, haşmetli efendimiz! Bu fikri oluşturmamıza yol açan, yönetimin ve özellikle adaletin olmayışını yakından müşahede etmemiz oldu.”

Papazlar, Bizans’ın kokuşmuş, rüşvetle ve makam kapma ve/veya bir şekilde elde ettiği makamı koruma güdüsüyle işleyen sözde adalet uygulamalarını kastetmişlerdir.

Fatih’in papazlara yeni bir sorusu daha vardır:

“Benim bu ülkede hükümdarlığım ne kadar sürecek?”

Cevap hemen gelir:

“Şimdiden söyleyemeyiz, adalet yönetimini araştırmak için üç aylık bir süreye, mahkemelere girebilmek için fermanınıza, ayrıca yolculuk masrafları için 5000 kuruşa ihtiyacımız var.”

Padişah, istekleri karşılar ve papazlar araştırmaya başlarlar.

Yolculukları sırasında Mehmet adlı birinin, Osman adında bir adamdan  bir at satın almış olduğu bir kasabaya gelirler. Mehmet ile Osman mahkemelik olmuştur. Mehmet at için 300 kuruş fiyatta anlaşmış, bunun 100 kuruşunu hemen vermiş, kalan 200 kuruşu ise birkaç ay sonra ödenmek üzere vadeye bağlanmıştır.

Mehmet atı eve götürmüş ama yem olarak ne verdiyse hayvan reddetmiş.  Hayvanı dikkatle inceleyen yeni sahibi hasta olduğunu anlamış. Sabah olur olmaz  atı eski sahibi Osman’a geri götürmüş,  hasta bir atı sattığı için ona söylenmiş ve atı geri verip parasını istemiş. Osman ise sattığı atın sağlıklı olduğunu öne sürerek isteği reddetmiş. Komşular araya girmiş ama Osman, Nuh demiş peygamber dememiş.  Sonunda mahkemelik olmuşlar. Neticede kadının makamına varmışlar. Kadı hamama gittiği için o sırada makamında yokmuş. Sabah yine geliriz, diye oradan ayrılmışlar. Ne var ki o gece at yeni sahibi Mehmet’in ahırındayken ölmüş. Ertesi gün gene kadıya gitmişler. Hastalıklı at yanlarında olmadan kadının huzuruna çıkmışlar ve olayı anlatmışlar. Kadı onları bir güzel  dinledikten sonra bir karara varmak üzere ilk adımı atmış ve sormuş:

“At ne zaman öldü?”

Osman atılmış cevap vermiş:

“Mehmet’in satın aldığı günün ertesi günü öldü?”

“O zaman neden at hayattayken gelmediniz?”

“Geldik ama siz hamamdaydınız?”

Kadı üzgün üzgün “şimdi anladım” demiş. Yardımcısına dönerek, içinde belgelerin ve paraların durduğu kutuyu getirmesini söylemiş. Kutu gelmiş, kapağını açmış ve sormuş:

“Mehmet senin talebin nedir?”

“Yüz kuruşun iadesi” demiş Mehmet. Bunu üzerine kutudan 100 kuruş çıkarıp ona vermiş. Sonra Osman’a dönmüş ve ona da isteğinin ne olduğunu sormuş. Osman da geride kalan 200 kuruşun ödenmesini istemiş. Ona da kutudan 200 kuruş çıkarıp vermiş.

Padişah fermanıyla gözlemci sıfatıyla duruşmada bulunan papazlar bir şey anlamamış ve “bütün bunların ne anlama geldiğini” kadıya sormuşlar. Kadı şöyle cevap vermiş:

“Bu iki adam buraya ilk geldiğinde burada olsaydım, adil bir karar verebilirdim; ama burada değil, hamamda olduğum için, duruşma ertelenince, bu arada at da ölmüş. Hiçbir karar vermem mümkün değil. Bu benim hatamdı, bu yüzden de talep ettikleri parayı ben ödedim.”

Papazlar İstanbul’a döndüklerinde padişahın huzuruna çıkmışlar. Padişah cevap beklediği soruyu tekrar sormuş. Bunun üzerine papazlar raporu vermişler*:

“Haşmetli efendimiz! Adalet bizim tanık olduğumuz şekilde yerine getirildiği sürece, burada sonsuza dek hüküm sürebilirsiniz.”

Bu hikaye, yazarı tarafından, adaletin pek olmadığı, kovboyluğun hüküm sürdüğü bir sosyal ortamda yaşamak zorunda olan Amerikan halkına adalet aşkı aşılamak için yazılmıştır. Bu derse günümüz Türkiye’sinde de ihtiyaç var maalesef.

Türkiye’mizin adalet sisteminde görev alanlar dik durduğu sürece hiçbir siyasi dalavere Türkiye’nin sırtını yere getiremez. Türkiye’nin kaderini elinde tutanlar öncelikle ve öncelikle hukuk adamlarıdır: Hakimler, savcılar, bilirkişiler, katipler, avukatlar ve bu işle görevli olan herkes. Gözümüz onlardadır. Onlar bizim umudumuzdur, geleceğimizin de güvencesidir.

Hiçbir zaman unutulmasın!..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.