Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir ve Türklüğün ana vatanı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı sonrası dönemde bir ulus devlet kurulması için karar alındığında, ortada çok gelişmiş bir ulusal yapı bulunmuyordu. Üç kıta arasında yer alan merkezi bir konumda bulunan Anadolu yarımadası, yedi yüz yıl Osmanlı imparatorluğunun merkezi toprakları olarak hizmet vermiş olan Anadolu toprakları, daha sonraki aşamada bir ulus devletin merkezi alanı olarak önemli bir misyonu yerine getiriyordu. Daha önceki dönemlerde Roma, Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları zamanında da benzeri bir misyonu yerine getiren Anadolu yarımadası, bugünün koşullarında eski imparatorluk mirası bir yükü üstlenirken, gene benzeri bir işlevi yerine getiriyordu. Dünyanın ortasında yer alan merkezi coğrafya, sürekli olarak imparatorlukların yayıldığı bir alan olmasına rağmen, çevresinde yer alan bölgelerin öne çıkardığı bir nüfus sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Eskiden büyük devletler ve imparatorluklar merkezi alanda yayılırken, daha sonraki dönemde ulusların tarih sahnesine çıkması ile birlikte içine girilen ulus devletler çağında da Anadolu yarımadasının sahip olduğu milli sınırlar içerisinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu.

Müslüman ümmetinden ve Osmanlı devletinden uzaklaşmanın başlaması ile birlikte Anadolu halkı yeni bir ulusal gelecek ararken, Müslümanlıkla birlikte bir de Türkleşme dönemi başlamış ve bu doğrultuda Anadolu yarımadasındaki yeni ulus devletleşme ortaya çağdaş bir ulusal cumhuriyetin çıkışını sağlamıştır. Avrupa kıtasında yaşanan Rönesans ve reformların getirdiği yenilikler, bir yeni oluşum olarak aydınlatma devrimini yaratınca ortaçağ dönemi geride kalmış ve yeni dönemde bilim ve kültüre dayanan bir yeni yapılanma sayesinde, o dönemde dünyayı yöneten Avrupa devletleri zaman içerisinde uluslaşmanın öncülüğünü yapmışlardır. Orta çağ boyunca küçük küçük şehir devletlerinde yaşamaya çalışan insanlık, aydınlanma devrimi sonrasında bilimin ve kültürün temellendirdiği yeni ve yakın çağlara uzanarak modern çağların ulus devlet yapılanmasına doğru bir gidişi gündeme getiriyordu. Etnik ve dini cemaatlerin siyasal aktivizasyonu ile birlikte önce bir kültürel canlanma ve toplumsal yaşama geçiş ve daha sonraki aşamada ise, vatan ve soy konularında ortaya çıkan bilinçlenme ile birlikte uluslaşmanın ilk adımları atılıyordu. Osmanlı devletinin sürekli savaşlara girmesi nedeniyle zayıf düşmesi yüzünden kamu düzeni çöküşü ile karşı karşıya kalınmıştır. Avrupa kıtasının büyük devletleri merkezi alanda güçlü bir devlet görmek istemedikleri için, yok etme politikalarını düzenli olarak kullanmışlardır. Özellikle Almanya ve Rusya arasında merkezi alana sahip çıkma hedefi doğrultusunda çekişmeler yaşanırken, Osmanlı devleti sürekli savaşmak zorunda kalıyor ve bu süreçte de birçok ülke ve bölge imparatorluğun elinden çıkarken, bu topraklar üzerinde yaşayan bölge halklarının bir kısmı da kopup giden topraklar ile birlikte, Osmanlı hegemonya alanından çıkarak, yeni ulus devletlerin oluşumu için elverişli ortam yaratıyorlardı. Osmanlı’nın toprak kaybı özellikle Balkanlar bölgesinde yeni ve küçük ulus devletçiklerin kurulmasına giden yeni bir süreci olayların önüne getiriyordu. Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgarları Müslümanları ve Yahudileri bu bölgedeki yerleşik düzenlerinden uzaklaştırırken, mikro milliyetçilik akımları üzerinden yeni ulus devletler birbiri ardı sıra dünya sahnesine çıkıyorlardı.

Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında giderek artan gerilimler ve siyasal çekişmeler ortalığı karıştırınca Osmanlı millet sisteminden gelen toplum yapısı dağılma noktasına geldi ve Balkanlar’daki etnik azınlıklar Osmanlı hegemonyasına karşı çıkarak, küçük küçük ulus devletlerini kurarak modern çağlarda diğer ulus devletler ile rekabet ve çekişme içinde siyasal yapılanmalarını tamamlamaya çalıştılar. Balkanlardaki Hristiyan uluslar sahip oldukları dinsel birliktelikten giderek, homojen bir ulus devlet oluşturma yolunda emin adımlarla ilerliyorlardı. Önce küçük devletlerini kuranlar daha sonraki aşamada rakip komşu devletlere karşı güçlenmek doğrultusunda, devletlerini büyütmek amacıyla komşu devletlere saldırıya geçerek hegemonya kavgasına girişiyorlardı. Din üzerinden uluslaşmaya yönelmek ve kendi dini üzerinden yeni bir ulus yaratma girişimlerinde, bu kez Osmanlı sonrasında kurulan Hristiyan küçük devletler tarih sahnesine çıkarak dünyanın jeopolitik merkez bölgesinde Müslümanlığa karşı Hristiyanlığın Avrupa ve Vatikan destekli uzantılarını oluşturarak, yeni kurulan Türk devleti için Hristiyanlık dininin geçmişten gelen bir batı baskısı siyasal kutuplaşma yoluyla kurulmakta olan yeni cumhuriyetin, Musevilerin kontrolü altında bir Türk devleti olmasına giden yolun önü kesilmek isteniyordu. İmparatorluğun çöküşü ve dağılması üzerine Vatikan komutasındaki Hristiyan dünya, Balkanları bir geçiş köprüsü konumunda kullanarak Anadolu yarımadası ile bağlantısını geleceğe dönük bir biçimde korumak istiyordu. Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa gelecekte komşu olacağı ya da daha yakın ilişkiler içinde olacağı, Asya kıtasına yönelik olarak genişlemek ve orta dünya bölgelerinde yeni Hristiyan küçük devletler kurarak, bunlar ile bir merkezi bir ittifak çatısı altında bir arada olmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, Balkan savaşları ile başlayan Hristiyan-Musevi çekişmesi daha sonraki aşamada Hristiyan-Müslüman çekişmesine dönüşerek Hristiyanlık dünyasının Yunanistan üzerinden önce merkezi alana daha sonraları da Asya kıtasına yayılma planlarını ortadan kaldırıyordu.

Balkanlar da ortaya çıkan bu dinler arası çatışma, Balkan savaşları ve daha sonraki aşamada da Çanakkale savaşları ile devam ediyor ve Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu eski Osmanlı bölgelerinde Müslüman halk ile Hristiyan topluluklar arasında bir iç savaş süreci gündeme geliyordu. Osmanlı ahalisi içinde nüfusun dörtte üçe yakın büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle Ermeni, Rum, Bulgar ve Süryaniler gibi Hristiyan dinine sahip bulunan topluluklar, Birinci Cihan savaşına doğru yavaş yavaş imparatorluk arazisi sürüklenirken, Osmanlı devletinin gayrimüslüm kalıntıları olan Hristiyan nüfusun önemli bir kısmı Akdeniz limanlarından gemi ve vapurlara binerek imparatorluk sahasının dışına çıkarak, Avrupa ve Amerika kıtalarındaki boş olan sömürge devletlerinin topraklarına giderek yerleşiyorlardı. Böylece Birinci Dünya savaşının başlaması üzerine merkezi coğrafyadan batı ülkelerine doğru göç hareketleri artıyordu. Hristiyanlık dininin bütün dünyaya yayılması hakkındaki Vatikan projesi böylece uygulama alanına sokulurken, Osmanlı Hristiyanları daha çok Güney Amerika ülkelerini yeni yurtları görerek buralara yerleşiyorlardı. Amerikan kıtasının da Avrupa kıtasında olduğu gibi Hristiyanlığın birleştirici çatısı altında Vatikan’ın hegemonya alanının genişlemesi, Osmanlı Hristiyanlarının kıta değiştirerek Güney Amerika ülkelerine gitmeleri sayesinde gerçeklik kazanıyordu. İlk bin yılda Avrupa Hristiyanlaşırken, ikinci bin yılda Amerika kıtasının Hristiyanlaşmasına Osmanlı göçmenleri Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına yerleşerek yardımcı oluyorlardı. Milat döneminden sonra iki bin yıl devam eden bu kavganın bugünkü uzantısında Vatikan’ın Asya kıtasını da Avrupa gibi bir Hristiyan kıtasına dönüştürme projesinin ilk adımları o dönemde atılmak istendiği için, Türkiye’nin Trakya ve Ege bölgelerinde yeni Hristiyan devletler kurarak buralardan Asya kıtasının içlerine doğru bir yayılma hazırlığı göstermişlerdir. Dinler arasındaki bu kavga bölge ülkelerini derinden etkilerken, Birinci Dünya savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu dağılırken, Avrupa Musevileri göç ve mübadele yolu ile eski imparatorluk topraklarına yerleşerek, Avrupa kıtasında iki bin yıl süren din kavgasını Orta Doğu bölgesine taşımışlardır.

Din kavgası yüzünden Avrupa da kurdurulmayan Yahudi devletinin önce Balkanlar’da sonra Ege bölgesinde kurulması için Musevi lobileri çok baskılar uygulamışlar ve en sonunda Yahudi devleti olarak İsrail yirminci yüzyılın ortalarında kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tam bu arada bir devlet olarak kurulma şansını elde etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Rusya’da bir Sovyet devrimi gerçekleştirilerek, Rusya’nın kontrolü altında kalan dünyanın beşte bir toprak parçaları üzerinde dinsizlik düzeni kabul edilmiş ve bu doğrultuda bütün camiler ile kiliseler kapatılmıştır. Dünyanın kuzey bölgesinde bir dinsizlik düzeni kurulurken ve bu durumun ortaya çıkardığı dinsizlik uygulaması tüm Asya kıtası üzerinde uygulamaya geçirilirken, Sovyetler Birliği ile müstakbel İsrail arasında kalan orta bölgede eski Osmanlı toprakları merkeze alınarak bir Türk devleti kurulmuştur. Ne var ki, SSCB gibi bir kocaman imparatorluk Rusya merkezli olarak örgütlenirken, İslam dünyasının tam ortasına Avrupa’da kurulamayan İsrail devletinin kurulması, Rusya merkezli dinsizlik düzeninin geçerli olduğu Sovyetler Birliğinin, İslam dünyasına karşı oluşturduğu dinsizlik düzeni dengesi arasında mümkün olabilmiştir. Hristiyan Avrupa ülkeleri kendi ülkelerinde Yahudi devleti kurulmasına izin vermezlerken Amerikan Yahudi lobilerinin özellikle Hazar lobisinin destekleyerek örgütlediği Sovyetler Birliği gibi bir dev ülke, dinsizlik düzeninin temsilcisi olarak büyük İslam coğrafyasını dengeleyerek, ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail devletinin Orta Doğu bölgesinde kurulmasının önünü açmıştır. Merkezi alanda İsrail kurulmadan önce bir sosyalist imparatorluğun oluşturularak büyük İslam potansiyelinin tam ortasında Yahudi devletinin kurulması çok zor olmuş ve bu devletin kurulmasından sonra geçen yarım yüzyılı aşkın süre merkezi alanı sürekli savaş bölgesine dönüştürmüştür. Dinsizlik imparatorluğu İslamın gücünü dengelerken, dünyayı Amerika’dan yöneten Musevi lobilerinin destekleri ile ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail, Orta Doğu’da bağımsız bir devlet olarak kuruluyordu. Birinci Dünya savaşı sonrasında kurulması planlanan İsrail devleti, Edirne’den göç eden Türk asıllı bir Yahudi asıllı olan İngiliz başbakanı Churchil’in karşı çıkması yüzünden, İsrail kurulamamış ve savaşı kazanan İngiliz başbakanı Siyonistlerin yoğun çalışmaları sonucunda, genel seçimleri kaybederek muhalefete düşmesi yüzünden, İsrail’in kurulabilmesi için yeni bir yol açılmış ve bu yol insanlığı İkinci Dünya savaşı felaketine sürüklemiştir. Siyonistler Hitler gibi anormal birisini bularak ve onun üzerinden Nazizm’i örgütleyerek ve sonunda Almanya ile Sovyetler Birliğini savaştırarak kutsal topraklar ilan edilen Filistin bölgesinde Yahudi devletini kurmuşlardır.

Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Sovyetler Birliği dünyanın ikinci büyük gücü olarak Asya’nın kuzey bölgesinde egemenliğini sürdürüyor ve bu doğrultuda da bölgedeki bütün İslam devletlerini dengeleyerek İsrail devletine karşı bir büyük İslam savaşının gündeme gelmesini önlüyordu. Bu çerçevede İsrail devletini ilk tanıyan devlet Sovyetler Birliği oluyor ve ABD’nin de hemen tanıdığı İsrail oluşumunu tanımak Türkiye’nin önüne yeni bir görev gibi getiriliyordu. Amerika ve Rusya’nın tanıdığı İsrail devletini Musevi lobilerinin yoğun desteği ve baskıları ile Türkiye Cumhuriyeti de tanımak zorunda kalıyordu. İkinci dünya savaşına kadar Türkiye bölgedeki İslam devletleri ile olan ilişkilerini ayarlayarak, Sovyetler Birliği ve batılı emperyalist devletlere karşı bölgesel savunma ve dayanışma ittifakları oluşturmaya çalışırken, İsrail devletinin kuruluşu Amerikan Musevi lobileri aracılığı ile tamamlanmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk bölge devletlerinin karşı çıktığı İsrail yapılanmasına karşı uzak duruyor ve batı dünyasından bölgeye transfer edilen bu Siyonist devletin dünya barışını tehdit edeceğini görerek de bu oluşuma destek vermiyordu Merkezi coğrafya İsrail devletinin kurulması doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, Sovyetler Birliği’nin tam da dünya savaşı sırasında New York borsasından gönderilen milyonlarca dolar maddi yardımın, Troçki tarafından Moskova’ya gönderilmesi ile Kızıl Ordu kurularak, bütün Rusya ve komşularının bir araya geldiği büyük ideolojik imparatorluk kurularak orta dünya alanları tümüyle bu büyük yapılanmanın hegemonyasına terk ediliyordu. Solculuk görünümünde bir dinsizlik düzeni Müslüman dünyanın tam ortasında farklı dinden bir devlet yapılanmasının yerleştirilmesini daha kolay bir duruma getiriyordu. Osmanlı imparatorluğunun yerine, Büyük İsrail Federasyonu planının uygulanabilmesi doğrultusunda elverişli bir ortam hazırlanıyordu. Nitekim daha sonra ortaya çıkan birçok gerçek böylesine bir uluslararası planın olduğunu ve gelecekte bütün bölge devletlerinin bu emperyalist proje doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiğini, birçok siyasal gelişme ortaya koymuştur. Sovyetler Birliğinin kurulması sonrasındaki Orta Doğu konjonktürü Yahudi devleti olarak İsrail’i öne çıkarmış ve bunun sonucunda bölgedeki eski Osmanlı toprakları, Avrupa’dan gelen ulus devlet modeli üzerinden İngilizlerin Sevr planı aracılığı ile dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yüz yıl önce İngiliz planı ile ulus devletleri bölgeye taşıyan uluslararası konjonktür, bugün de Büyük İsrail planı doğrultusunda eyalet devletlerini gündeme getirerek var olan devletlerin içinden en az on küçük devlet çıkartmak üzere bölge savaşlarını Orta Doğu’da sürdürmektedirler.

İşte Türkiye Cumhuriyeti iki bin yıllık dinler savaşı Avrupa’dan Asya kıtasına taşınırken tam o dönemin ortalarında kurulmuştur. Dinler açısından bir yanı ile Hristiyan dünyası, diğer yanı ile İslam dünyası ve üçüncü olarak da Asya kıtasında var olan ülkelerin arka planda yer aldığı kozmopolit dinler dünyası arasında sıkışıp kalan Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda SSCB gibi dinsizlik rejimi ile Orta Doğu’nun tam ortasında yer alan bir ülke olarak, kuruluşu sırasında dinler arası diyalog sağlayacak bir laiklik modeli esas alınmıştır. Hristiyan Avrupa ile Müslüman merkezi bölge arasında kalan bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa’nın yanında Müslüman ülke olarak yer almasını Vatikan ve Avrupa ülkeleri uygun görmemiş ve engelleme yapmışlardır. Sınır komşusu olarak İslam ülkelerini Balkanlar’da görmek istemeyen Hristiyan Avrupalılar yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başta kuruluşu sırasında laikliği zorlamışlar ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasında yer alan ama sonradan değiştirilen maddelerinde var olan “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır “hükmü kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik yapılanmasının önü açılmıştır. Batı dünyasından gelen bu baskılar Türk devletinin Müslüman devlet olmasını önlemiştir. Bu süreçte doğudan gelen rüzgarlar ‘da Musevilik dininin etkileri bir Yahudi devleti olarak İsrail’in önünü açarken, Türkiye bu kez doğudan da laiklik talepleri ile karşılaşarak İslam coğrafyasının tam ortalarında bir din ve ırk devleti olarak kurulan İsrail devletine merkezi coğrafya da bir şemsiye görevi görmüştür. Rusya’da kurulan SSCB rejimi İslam coğrafyasının önünü keserken dinsizlik görüşünün ağırlığı Asya ülkelerine taşınıyordu. ABD’nin desteklediği Rusya’daki Sosyalist devrime karşı denge olarak İngiltere’nin örgütlediği Çin’deki Maocu dinsizlik düzeni, tamamlayıcı bir yapılanma olarak devreye giriyordu. Bu gibi yeni oluşumlar cihan savaşı ile başlayan değişimlerin yeni halkaları olarak devreye giriyordu. İkinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dengeler, İsrail’in kuruluşuna giden yolu açıyor ve bu doğrultuda yeni gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkarak, uluslararası konjonktürün biçimlenmesinde etkin oluyordu.

(Devamı için tıklayınız)

https://www.bursaarena.com.tr/turkiye-de-ana-mesele-2-makale,9103.html

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.