Bana da Soruyorlar! Kızıl Goncalar mı, Kızılcık Şerbeti mi?

Ülkemiz gerçeğiyle yüzleştiğimizde dizideki tema ve olaylar havanda su döğmekten başka bir şey değil. Aslında bu diziler, tarikat dininin toplumsal hayatta göründüğü kadarının çok azının yüzeysel anlatımıdır.

İkinci soruyu soruyorlar! Şeyhlere inanmıyor musun?

Sanki şeyhlere inanmak islam’ın olmazsa olmaz bir şartı gibi.

Ama maalesef ki, bugün toplumun din algısında şeyhciliği reddetmek küfürle eşleşmiş gibi de..

"İslam'ı tasavvufa feda eden" bazılarına göre de "tasavvufu İslam'a kazandıran" bilmem kimlermiş? Bilinmezse bu konuda patinaj yapılmaya devam edilir.

Günümüzdeki din anlayışı ve din adına yaşananlardan önce, sistemin dayandığı geçmişe şöyle bir göz atalım isterseniz;

İslam tarihinde “Sufî” lakabıyla ilk anılan zat, bir rivayete göre Câbir b. Hayyân (ölm. 150/767), bir başka rivayete göre ise Ebû Hâşim'dir. Bu kişiler Kûfe'li oldukları için, bu kavramın önce Kûfe ve Basra'da ortaya çıktığı söylenebilir. Tasavvuf, Buhara, Semerkant ve Taşkent gibi şehirlerde çoğalmaya başlayarak, şii batıniliğin, İslam öncesi Türklerin ve İranlıların şaman inançlarından beslenmiş, İslam'ın Hindistan'a yayılması ile de Budizm, Hinduizm ve İslam inançları arasında bir sentez oluşturmuştur.

Bu akımın dağınıklığını toparlayan, ilk anayasasını ilke ve temel prensiplerine oluşturan İmam Rabbani'dir. Bir rivayete göre, her yüzyılda bir müceddit geleceği ve o mücedditin dindeki hataları düzelteceğine, kaybolan gerçekleri ortaya çıkaracağına inanılır. İşte o dönemde İmam Rabbani bu rolü üstlenmiştir. Tasavvuf dininin ilkelerini, kaynaklarını ve sorumluluklarını belirlemesi, Ona bu ünvanı kazandırmıştır.

Bugünün tarikat camiası için, İmam Rabbani'nin "Mektubat" kitabı, Kur’an ve Hadislerden sonra en geçerli ve doğru kaynak olarak kabul edilir. Müceddidimizin dine getirdiği yenilikleri, kendi kitaplarından özetleyerek öğrenmek mümkündür.

Ona göre, âlemlerdeki ilim ve irfan, mücedditlerin aracılığıyla ortaya çıkar. Kâinat onların nuru ile aydınlanırken, zulmet onların nuru ile yok olur. İrşadları, arşı alanın merkezinden arzın merkezine kadar bütün alemi kuşatır. Bütün bu hadiselerin sorumluluğu tamamen onların üzerindedir. Bu sebeple, tüm bu olaylar onların izni ve tasarrufu ile gerçekleşir. 18. Mektubuna göre, Mücedditlerin ilim sahibi olması da gerekmez, çünkü bütün ilimler gayptan kendilerine bildirilir. Dolayısı ile bunların ilim öğrenmek için okumaya ihtiyaçları olmaz (!)..

“Fenafillah” makamına ulaşan mücedditler, “bekabillah” mertebesine ulaştıklarında miraca çıkarlar ve Allah'ı görürler (!)..

Mesela, Bekabillah'a arzuhalim diye yazdığı birinci mektubunda; Allah'ın kendisine, Kara çirkin bir kadın suretinde, bir başka seferinde kadın elbisesi, başka bir zamanda bir kadının fecri yani kadınlık organı şeklinde zuhur ettiğini ifade ederek, İhlas suresinde geçen "O yarattıklarından hiçbir şeye benzemez" ayetini nereye attığı anlaşılır gibi değildir.

Yine bir mektubunda der ki; “Bana ilham olundu ki, sana ve yoluna intisap edenler ve onların kıyamete kadar sürecek nesilleri azaptan kurtulmuştur..”

Allah dostları Sufiler, şeyhler, gavslar, Allaha mahsus bütün hususiyetleri vasıfları (!) taşırlar. Bundan şüphe eden kaybeder?..

Sonuç olarak, İmam Rabbani'nin, adı İslam olan Allah'ın dinine daha ikinci asırında eklemlenen “Hadis (sünnet) dininden”, ardından üçüncü bir ayak olarak “tasavvuf tarikat dinini” ilave ederek “tevhit dinini “üçayaklı sacayağına dönüştürmüştür. Kendi ve bu mesleği icra edenlere Allah'ın bütün vasıflarını yükleyerek “tasavvuf/tarikat dininin” temel prensiplerini oluşturmuştur.

İslam dininin kaynağı olan Kuran'ın en temel akideleri toplum hayatından bir bir silinirken, “tasavvuf tarikat dini” onun yerini doldurmaya devam etmiştir.

Şiiliğe karşı farklı görüşleri bir şemsiye altında toplama gayesi ile İmam Şafii ve Ahmet bin Hanbel fikirleriyle oluşturulan siyasal "Ehli sünnet mezhebi", Selçuklu iktidarları döneminde şii batıniliğine karşı kurulan onlarca Nizamiye Medreseleri sayesinde de “sünni mezhebi” yorumu “islamın kendisi” yerine konulmuştur. Medresenin müderrisliğine getirilen İmam Gazali zamanına kadar, tasavvuf akımı” fırka'i'dalale” yani “bozuk fırka” olarak nitelendirildiğinden, islam dairesine kabul edilmez. Hatta ehli sünnet alim ve kadıları tasavvufun ileri gelenlerinin sapkınlıklarına karşı duyarsız kalmaz! Bazılarını yargılar, kimini sürgüne gönderir, M. Arabi gibi vb asılanlar, hatta derisi yüzülenler olmuştur.

İmam Gazali, çok büyük beyin olmasına rağmen yaşamı boyunca mantık ve ilham arasında bir denge kurmaya çalışmış, çelişkilerden bir türlü kurtulamamış bir dahi’dir. Bir yandan doğru bilgi için mantığın yegâne yöntem olduğunu savunurken, aynı anda diğer yandan da bilgi edinmede yönteminin “levh-i mahfuz’dan keşif sahiplerinin kalbine bilginin aracısız doğrudan aktığı” kabulünü savunması bu gerçeğin delilidir. Bu durumu İbn-i Rüşd, "tutarsızlığın tutarsızlığı" olarak nitelemiştir. Gazali’nin son dönemlerinde psikolojik rahatsızlık yaşadığını ifade eden bir hayli rivayetler de bulunmaktadır.

Gazali tasarrufu ile islam dairesine kabul gören tasavvuf/tarikat akımı, gerek siyasetin desteği gerekse ele geçirdikleri medreselerde verdikleri eğitim sayesinde kendi akide anlayış ve ibadet şekillerini ehli sünnetin kendisi olarak işleye işleye taban bulmuştur! Ahmet bin Hambel’in ehli sünneti ise, marjinal selefi/vahabi anlayışı olarak tahtından alaşağı edilmiştir.

Sünni / Ehli sünnet olmanın yeni adı, genellikle tasavvuf / tarikat anlayışına dönüşmüştür!.

Konumuza günümüzdeki tasavvuf / tarikat anlayışlarıyla gelecek yazımızda devam edeceğiz.

Selam, saygı ve sevgiyle..

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.