Guguklu saatin sarı, yaygaracı küçük kuşu, usta işi işlemelerle süslenmiş yuvasının kapısından kendini gösterdiğinde 12 yaşındaki çocuğun göz kapakları kıpırdıyordu. Uyanması yakındı. Vakit öğleyi bulmuştu. Gürültücü kuş, duvardaki; odayı tepeden gören yerinden ötmeye başladı. Bu ötüşler, saatin 11 olduğunu göstermekteydi Guguklu saatini babası, Almanya’dan izne gelirken Arif için getirmişti. Adamcağız paraya kıymamış ve oğluna saatçi dükkanındaki en pahalı saati getirmişti. Arif’in, özenle paketlenmiş guguklu saatin parlak kırmızı ve yeşil karışık ambalajını küçücük parmaklarıyla açışını izlemek, babası ve annesi için bir ömre bedeldi. Yeşil gözlü çocuk, heyecanla ambalajı parçalarcasına açmıştı. Gördüğü hediye, dünyada ona verilebilecek en güzel hediyeydi. Arif sevincinden öyle bir bağırmıştı ki sözcüklerle anlatılır gibi değildi…

Kıvırcık saçlı çocuk, göz kapaklarını yavaşça açtı. Dışarıdan güneşin odasına boca ettiği ışınları, elmacık kemikleri çıkık çocuğun gözlerini kamaştırıyordu. Annesine seslendi sonra. Aygül Hanım oğlunun sesini hemen duydu. Mutfaktaydı. Kahvaltı hazırlamaktaydı. Ellerini çabucak yıkadı ve koştura koştura oğlunun odasına geldi. Arif’in yanına yaklaşarak ona sıkı sıkı sarıldı ve: “Amanın benim prensim uyanmışta anneciğine sesleniyor” dedi ve sevdayla yanağından öptü. Sonra devam etti: “Aslan oğluma kahvaltıda neler hazırladım neler. Bayılacaksın bayılacak.." Küçük çocuk da, anneciğinin bakışındaki mutluluk dolu okyanus damlacıklarının kanatlarına takılmış; o da güzeller güzeli annesine kendisine çok yakışan sevgi parıltılarıyla dolu bakışlarıyla karşılık verdi. Arif’in annesi Aygül Hanım, zarifçe oğlunun yanından ayrılarak; sokağa bakan pencerenin yanında duran tekerlekli sandalyeyi aldı, yatağa yaklaştırdı. Oğlunu kucaklayıp, ona oturttu. Oğlunu oturma odasına götürerek, televizyonu açtı. Kumandayı da vererek hızlı adımlarla mutfağa gitti…

Aygül Hanım’ın kız kardeşi Saide, Arif henüz iki yaşındayken onu kucağından düşürmüştü. Arif, bacaklarının üzerine düşmüştü. Allahtan başının üzerine düşmemişti. Lakin o günden sonra talihsiz çocuğun ayakları tutmamıştı. Kederli ailenin yapmadığı şey kalmamıştı. Onu hem Türkiye’de, hem Almanya’da sayısız doktora götürmüşlerdi. Ancak bütün doktorlar aynı şeyi söylüyorlardı. Ne yazık ki yapılacak hiçbir şey yoktu. Arif bütün hayatı boyunca kötürüm kalacaktı…

Arif, televizyondaki bir maçı seyrederken, Aygül Hanım, bin bir özenle hazırladığı kahvaltı malzemelerini kırmızı renkli masa örtüsünün üzerine yerleştirdi. Oğlunun tekerlekli arabasını sürerek onu kahvaltı masasına getirdi. Arif, tüm yaşadıklarına rağmen, olgun bir çocuktu. Durumundan ötürü hırçınlık göstermezdi hiç. Her zaman güler yüzlüydü. Annesinin ve babasının üzülmelerini istemezdi hiç. İçinde kopan fırtınaları kimseler bilmezdi. Geceleri bazı bazı sabaha karşı uyanır, kaderine kahrederdi.. Yürümek, koşmak, hele hele bir futbol topunun peşinden koşturmak.. İşte bunlar, Arif için kaf dağının ardındaydı. Lakin yapılacak bir şey yoktu. Bununla yaşamasını öğrenecekti. Öğrenmek zorundaydı.. Yalnızca, mahalle arkadaşlarının sokaktan gelen bağırışlarını duyduğunda yüzü düşerdi. İşte o zamanlar, tekerlekli arabasını pencereye sürerdi. Kimseciklere bir şey demez, uzun uzun futbol maçı yapan, ebelemece oynayan çocukları izlerdi. Dudakları aşağıya doğru kıvrılır, yüreğinde fırtınalar kopardı. Ağlayacak gibi olurdu ama ağlamazdı. Tutardı kendini. Annesinin o an berisinde olabileceğini ve yüreği parçalanarak kendisini izleyebileceğini bilirdi. Annesinin bile olsa kendisine acımasına dayanamazdı. Ayakları tutmuyor olabilirdi. Ama Arif çok güçlü bir çocuktu…

Küçük çocuk ve annesi kahvaltılarını bitirdiklerinde, güneş korkak bir tavşan gibi koşarak; birden peydah olan yağmur dolu, grinin de grisi heybetli bulutların ardına saklandı. Kalıbına bakmadan bunu yapmıştı güneş. Arif ayıpladı güneşi. Kendisi güneş olsaydı, böyle mi yapardı?.. Şöyle bir kükrerdi ve o şaşalı bulutlar kaçacak yer ararlardı. Bulutların arkasında adeta bir sığıntı gibi duran güneşi göremiyordu şimdi lakin Arif, oraya doğru güneşi ayıplayarak bakmaya devam etti. Derken, gökler çatırdadı, bardaktan boşanırcasına bir yağmur başladı. Sokaklar, bahçeler velhasıl her taraf göl gibi oldu. Sokaklarda koşturan çocuklar, çil yavrusu gibi evlerine kaçıştılar. Sekiz yaşlarındaki bir çocuk koşarken yere düştü. Dizi parçalandı. Annesi onu camdan görmüştü. Aşağıya koştu, kolundan yakaladığı gibi yüksek eşikli evlerinin kapısından içeri itekledi. Çocuk dengesini sağlayamadı. Bir kez daha düştü. Aksilik ya, bu kez o dizini eşiğin kenarına çarptı. Can havliyle ağlamaya başladı çocuk. Uzun boylu, asık suratlı kadın, sinirlendi ve çocuğa okkalı bir şamar attı. Çocuk içlendi, daha yüksek sele ağlamaya başladı…

Arif, şimdi güneşi daha da çok ayıplıyordu. Koskoca güneş, yağmura söz geçiremiyordu. Oysa kendisi güneş olsaydı.. Annesi, kahvaltı sofrasını toplarken, küçük çocuk, pencereye başını yaslamış, sokaktan şemsiyeleriyle ve telaş içinde gelip geçen insanları seyrediyordu. Yağmur damlacıkları cama vurdukça bu seslerin oluşturduğu ritim hoşuna gitmeye başladı. İki ev berilerinde oturan Sakine Hanımı gördü. Şemsiyesi yoktu. Bu yüzden tepeden tırnağa ıslanmıştı. Çok komik yürüyordu. Gülmemek kabil değildi. Lakin o yine de gülmedi. Çünkü insanların zayıf yanlarını gün yüzüne çıkarmak, eğlenmek ona yakışmazdı. Bu acizlik oludu. Gülmedi.. Sakine Hanım, kafasını yukarıya kaldırdı. Arif’le göz göze geldi. Arif’in kendisine gülmediğini fark etti. Mutlu oldu; gözleri ışıldadı. Keşke diğer insanlar da kendisine gülmeselerdi.. Daha ne isterdi ki…

Güneş, Arif’in kendisini ayıplamış olduğunu duyumsamış olmalıydı. Yüzü kızardı. Kafasını yukarı kaldıramadı önce. Yağmur dolu bulutlar, güneşin , kendilerinden utandığını sandılar. Ona daha da bir aşağılayarak baktılar. Güneş ile büyük burunlu devasa bir bulut göz göze geldiler. Bu bulut, bulutların babası olmalıydı. Bu kez güneş, ona çaresiz bir şekilde bakmıyordu. Tam tersine gücünün farkına varmıştı. İstese şu zottirik bulutları tükürüğüyle bile boğabilirdi. Kaşlarını çattı güneş ve büyük nobran buluta öyle baktı. Devasa bulut ve sonrasında bütün bulutlar tırstı. Korkuları öyle böyle değildi. Ciğerlerine işlemişti. Güneş şöyle bir silkindi ve elinin tersiyle önce büyük buluta, sonra da diğerlerine vurdu. Bulutlar neye uğradıklarını anlayamadılar. Çayın içinde eriyen şeker gibi çaresizce yitip gittiler…

Güneş, göz kamaştıran güzelliğiyle tekrar hükümranlığını kurdu,

Bir gök kuşağı belirdi,

İnanılmazdı,

Hiç böylesi görülmemişti.

Bir ucu dünyada, diğeri evrenin en uzak köşesinde,

Ya alıp götüren renkleri,

Arif, gözlerine inanamıyordu.

İçinde bir başka gök kuşağı boy gösterdi,

Annesine; onu kapının önüne çıkarmasını söyledi.

Arkadaşlarıyla birlikte, gökkuşağının ışıltısına kaptırdılar kendilerini,

Arif, güneşten de daha güneşti,

Güneş umutsuzluğa kapılmıştı,

O kapılmamıştı,

Anneciği onu ağlarken hiç görmemişti,

Tüm çocuklar, mahallelinin büyülenmiş bakışları altında gök kuşağına tırmandılar,

Aşağıya kaydılar…

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.