Bursa Arena E'Gazete
2024-01-18 00:25:14

Madalyonun Yüzleri

ALPER ŞİRVAN

18 Ocak 2024, 00:25

Özellikle 90’ların sonuna doğru gerçekleşmesinden hoşnut olunmayan şeyler için sığınılan popüler bir “günah keçisi” kavramdı “derin devlet.” Ne var ki, derin devleti sorumlu tutmanın, insanları “daha entelektüel”, fikirlerini ise “daha dikkat çekici” gösteren “süslü bir kostüm” olduğunu, hatta bunu söyleyenlerin söyledikleri şeyin parçası olabileceklerini yıllar içinde gördük.

“Derin devlet” kavramını o yıllarda daha çok kullananlar iktidar sahibi olduktan sonra onun yerini iktidarda ya da iktidara yakın olanların kullandıkları “dış güçler” aldı. 15 Temmuz sonrasındaysa bu “ben yapmadım; o yaptı” kavramlarının yanına bir de “fetö” eklendi. Güce ve paraya doymayan cemaatçi/tarikatçı/siyasetçi kavga ve kalkışmasının ders alınası sembolü olması gereken bu terör hareketi, “kendinden yana olmayan herkesin boynuna asılmaya çalışılan bir yafta” haline geldi özellikle ilk yıllarda. Bu yaklaşım, melaneti sulandırmaktan öte anlam ifade etmedi. Cadı avına evrildi. Belki de amaç oydu. Bu da ayrı bir konu. “Derin devlet” kavramı ise başka grupların eline kaldı.

Türkiye hem konumu hem barındırdığı yeraltı yer üstü zenginlikleri ile uzak-yakın emperyal güçlerin hedefinde olması normal sayılabilecek bir ülke. Hatta emperyalizm için, Anadolu topraklarında üniter yapıda, laik, sosyal, hukuk devletinin, yani Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı, kabullenilmesi zor bir gerçeklik de olabilir.

Ama…

Bu ihtimallerin iktidara sahip olan “kifayetsiz muhteris” kimi siyasetçiler tarafından kendi beceriksizliklerini gizlemek için sulandırılarak kullanılması büyük bir problemdir; buna halen kananların olması daha da büyük problemdir.

Kısaca, “dahili ve harici bedhahların” olması doğalsa da bunların “dahili” olanlarına güç üstüne güç verilmesini hiç de doğal bulmadığımı ifade etmek isterim.

Son sözü anayasal düzenin ve hukukun söylemesini engelle!

Hiçbir iktidarın zedeleyemeyeceği, zedelemeyi aklına bile getiremeyeceği bir “devlet aklın”, politikan ve oturmuş bir sistemin olmasın!

Mahkemeleri oyuncak yapıp hukuku askıya alan, mülkün temelinden adaleti çıkaran özetle anayasal düzeni yıkmanın peşinde “demokrasi treniyle yağmaya gelmiş” siyasetçilere o gücü ver!

Sonra da “dış güçler” diye feryat et… Komik değil mi?

Şunu da ortaya koymakta fayda var.

Emperyalizminin yaygın yöntemlerinden birisinin kavram ve kurumların içini boşaltarak o kavram ve kurumlardan yana olanları kendine hizmet eder hale getirmesi olduğunu biliyoruz. Toptan yok etmenin en “kansız” biçimi…

Onlar öyle de sen ne durumdasın ne yapıyorsun? Asıl soru o!

Ya Müslüman diye, milliyetçi diye, sosyalist diye, demokrat/sosyal demokrat diye, komünist diye hatta Atatürkçü diye bağ kurduklarımız…

Öyleler mi? Öyle misin?

“Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz” demiş Ziya Paşa.

Kısaca “her sakallıyı dede” sanmamak gerek. Kişiler değil hedef ve prensipler esas olmalı.

Ha, bazı kavramlar siyasetin konusu olmalı mı? O da ayrı mesele. Sosyal olarak o tekâmül noktasından henüz uzağız ne yazık ki…

Özetle, “kişi önemli değil ben devletten yanayım” diyerek kişi ya da kişileri asla sorgulamayan, en ufak bir hak arama hareketini dahi “devlete isyan” olarak algılayacak kadar “vatandaşlık” bilincinden ve “birey olmaktan” uzak, hatta “Türkiye’nin keşfedilmiş / edilmemiş daha çok kaynağı var, altın yumurtlayan tavuğu kesmezler” diyecek kadar kendine değil emperyalistlere güvenen(!), Osmanlıcılık hamasetiyle uyutulup 1517’den sonra başımıza bela olan, cübbeyle, örtüyle, saç ve sakalla kafayı bozmuş din anlayışıyla afyonlanan, inancı bireye bırakamayan hatta birey iradesini yok sayan, şunu dersem “solcu olurum” diye korkan klasik sağ bilinç öyle de…

Ekonomik durum ortadayken, emperyal ve feodal güçlerle kol kola olan mikro etnikçilikle kirletilmiş, “haksızlığa karşı çıkmayı” bu çerçeveyle, hatta “devlete isyan” ile sınırlandıran, “emek” kavramını “vasıfsız insanın kas gücüne” hapsetmiş, “din” denince tüyleri ürperen ama ideolojiyi “din” belleyen, bir yandan Osmanlıdan pek hazzetmeyen ama diğer yandan da “ulus devlete” burun kıvıran, kimi tepkileriyle “sağcı” görünmekten kaygılanan, bireye değil sözüm ona topluma odaklanan klasik sol bilinç çok mu farklı?

Bürokrasinin insandan uzak ağırlığı ile mücadele etmekle devletle didişmeyi ayıramayan, ana problemin ‘cumhuriyet burjuvazisinin oluşamaması’ olduğunu göremeyen, ideolojilerine uymadığı halde muhafazadan kâr etme yönelimindeki din eksenli kesimle eklemlenen liberaller ha keza…

Her tür düşünsel akım ve yol için benzer ikilemleri yazabiliriz.

Sonuçta coğrafyasında hâkim sosyal ve zihinsel arazlardan mustarip aynı toplumun farklı yollar seçmiş insanlarıyız, hepsi bu.

Cemil Meriç, “Türkiye’de sağ ve sol aynı madalyonun iki farklı yüzüdür.” demiş.

Bizim madalyonun birbirine benzeyen birden fazla yüzü var galiba da…

“Dünyanın tüm işçileri birleşin”, “dünyanın bütün Müslümanları birleşin”, ya da “dünyanın bütün Türkleri birleşin” diyenlerin “romantizmine” kapılmadan rasyonel bir anlayışla inisiyatif alarak üniter yapısıyla Türkiye’yi laik, sosyal, hukuk devleti çatısı altında birleştirebilsek bize yeter aslında.

Ne dersiniz?

Haftanın Notu:

Şehitlerimize ve geride kalan yakınlarına sistemsel olarak sahip çıkılsa keşke… Hamaset ve siyasi propaganda yapılmadan hem de…

Kutsallarını istismarcılara kaptıran hiçbir toplum iflah olmaz!

Sitemizden en iyi şekilde faydalanmanız için çerezler kullanılmaktadır.