Koreli Mehmet, masasında oturuyordu. Bütün günü bırak, dün akşamdan beri çalışmış, akşama doğru eve gelmiş, üstündeki iş elbiselerini çıkarmış, duşunu almış, pijamalarını, onların üstüne de eniştemin Almanya ‘dan getirmiş olduğu röpteşambırını giymişti.
O genetik kodları itibariyle bir asilzadeydi. Ağa torunuydu ki; zamana yenilmiş bir aile hikâyesi yüzünden hasbelkader farklı bir ortama düşmüştü. Düştüğü yerde hayata tutunmuş, kök salmış, göğermişti.
Az konuşur ama öz konuşurdu. Bazen anlatacaklarını hiç konuşmadan basit hareketler yaparak anlatırdı. O basit hareketlerin ne anlama geldiği antropolog, sosyolog ve psikologlar tarafından analiz edilebilse; yazıya geçildiğinden bu yana derlenmiş olan bütün bilgileri gölgede bırakacak sayfalar dolusu kitaplar yazılmış olabilirdi.
İnsan ilişkileri çok iyiydi. Kendine özgü bir karakteri vardı ve bu karakteri hiçbir şekilde saklamazdı. Mertliği, açık sözlülüğü, bir o kadarda dürüstlüğü ve duygusallığı çok insanı derinden etkilerdi.
Akşamcıydı. Emekli olana kadar her Allah ‘ın akşamı bir şişe ‘Talay Şarabı’ içmiş, emekli olduktan sonra istihkakını iki duble rakıya çevirmişti. Masası, kışın Maşinga sobanın karşısında, yazın ise rakı içmek için özel yaptırdığı terasta her akşam istisnasız kurulurdu.
Çöpçüsü, bekçisi, işçisi, çiftçisi, memuru, amiri gelmişi bırak, bütün insanlıkça beklenen Hazreti İsa gelse muhabbeti bitmeden masasından, içkisini hiçbir zaman kaldırmazdı. Misafirin kim olduğu, ne maksatla geldiği, babamı, çok da ilgilendirmezdi. Yani ortamını bozmazdı ama misafirin de babamın başının üstünde yeri vardı. Tabi ki; bunu, huzurunu kaçıracak misafirler için söylemiyorum.
Çünkü Koreli Mehmet, dik adamdı. Karşısındakinin, ofsayt konumuna düştükten sonra hakemin düdüğüne rağmen hala topla oynaması, kırmızı kart cezasından ziyade her zaman tokat cezasıyla durdurulmasına neden olurdu. ‘Ortada bir sebep yokken vurdu’ söylemlerine kulakları kapalıydı. Olay anında yarım bıraktığı dublesine, kendince konu kapandıktan sonra, yarım bıraktığı hayatı gibi devam ederdi.
Yalnız yaşamayı, ‘yalnız ailesiyle yaşamayı severdi’ sanki… Geleni gideni az olurdu. Gelen giden de genelde babamdan memnun olurdu. İçki içmesine rağmen bazen onu ziyaret eden dindar insanlar, O ‘nun sohbetinden oldukça memnun kalırlar ve ‘Mehmet Abi iyi adamdır, kalenderdir’ diye düşüncelerini beyan ederlerdi.
Bugün mesleğim mali müşavirlik… Hayata, sekiz yaşımdayken, ahi geleneklerinin hüküm sürdüğü yıllarda, Bursa ‘nın Kayan Çarşısı ‘nda, esnaf çay ocağında, çırak olarak başladım. Okullarıma devam ederken yaz tatillerinde hep çalıştım. Hayatımın anlamı ekmek kazanmaktı, ekmeğimi kazandım, ekmek de beni kazandı. O yüzdendir ki; okul hayatım, bitmeyen üniversite yollarında son buldu. Yaşım kırkın üstüne vardıktan sonra hayatımın yaklaşık on yılında aktif siyaset yaptım…
Bu hayatta, çok insan tanıma fırsatım oldu... Oranlama yaparsak yüzde birini- ikisini iyi insan olarak nitelendirebiliriz. Dolayısıyla çok fazla insan tanımanın bir avantaj olduğunu düşünmüyorum. Çok insan, çok dert, az insan, az dert…
Hemen hemen her zaman ‘Koreli Mehmet, dik başlıydı’ derim. Kendisi dik başlıydı, dik başlı da evlatlar yetiştirdi. Kimseye mihnet etmezdi, kimseye mihnet etmeyecek evlatlar yetiştirdi. Kimseye borcu, harcı yoktu, kimseye borcu harcı olmayan evlatlar yetiştirdi.
Şimdilerde Türkiye‘de, insan yetiştirme sorunu var. Başlı başına beşikten mezara bir eğitim, öğretim sorunu var. Babam, ilkokul mezunuydu ama babamdan milli eğitim bakanı olurmuş. Disiplin, şartları kabul, şartları değiştirmek için doğru, dürüst mücadele… Babamın, bize uyguladığı eğitim modeli buydu. Bu model, bizde tuttu… Ülke sathında da tutacağı kanaatindeyim.
‘İnsanın anavatanı çocukluğudur’ derler ya...
Benim çocukluğum genel olarak haddini bilen insanlar arasında geçti. Benim çocukluğumda, herkes, kendi kapısının önünü süpürürdü. Kimsenin, kimsenin malında, mülkünde, makamında, mevkiinde, namusunda, şerefinde gözü yoktu. İnsanlar, genel olarak sessiz, sakin, mütevazı, hoşgörülüydü. Yanlış yaptıklarında özür dilemeyi beceremeseler de boyunlarını bükmeyi, sessiz kalmayı bilirlerdi. Birbirlerinin inançlarıyla pek ilgilenmez, daha doğrusu birbirlerinin inançlarına saygı gösterirlerdi.
‘İnsan yedisinde neyse yetmişinde de oymuş’ da derler... Hala içimdeki çocuğu öldürmedim ben. O ‘nu seviyorum, koruyorum, yaşatıyorum.
Geldiğimiz bugünde, anavatanım işgal edildi benim ve anavatanımdan sürüldüm ben…
Benim içim, saygı, sevgi, hoşgörü, mütevazılık, aşk doluydu. Lakin bulunduğumuz zamanın ruhu, hayat ağacının bütün dallarını kırdı, bütün köklerini kopardı…
Güçlü bir karakterim olmasına rağmen dayanamadım ben...
İçimde insan sevgisi kırıntıları kaldı ama insan sevgisi…
Saldırgan, görgüsüz, hadsiz insanlardan bıktım, bıkmayı bırak, tiksindim.
Yere çöp atan, sigara izmariti atan, tüküren insanlardan tiksindim.
Devlet malını hortumlayan, makamları ve mevkileri çıkarları için kullananlardan tiksindim.
Haksızken kendilerini haklı görenlerden, akılsızken kendilerini akıllı görenlerden tiksindim.
Yaptığı yanlışı doğru bilenlerden, normalleşmiş cehaletleriyle küstahlığı kendilerine hak görenlerden tiksindim.
Ahlaksızken kendilerini dindar olarak nitelendirenlerden, dindarken de her şeyi kendilerine hak görenlerden tiksindim.
Evet! Bugün, benim anavatanım işgal altında… İşgal altındayız maalesef…
Örgütlü cehaletin yarattığı organize kötülük bizi esir aldı. Bu esaretten kurtulmak istiyorum. Bu kurtuluşun mümkün olmadığını, olamayacağını biliyorum.
Tekerrür eden bir tarihin dişlileri arasında ezilirken; beynim, bağırsaklarım ve ayak pazılarımda bulunan zihin bileşenlerimin ve yüreğimin dehlizlerinden yükselen çığlıkla, ‘isyan ediyorum, isyan’…
Bundan ve benden ötürüdür ki; ben artık, görülmemiş bir yalnızlık istiyorum…
Görülmemiş yalnızlığımda; vatandaşlarının güvenli, güvenceli, sağlıklı, mutlu, huzurlu, adaletli, barış, eşitlik ve refah içinde yaşayacakları bir Cumhuriyet ilan etmek istiyorum.
Yaşasın görülmemiş yalnızlığım, yaşasın benim Cumhuriyetim…