İnşaat firmasından ayrıldım. Başka bir inşaat firmasına girdim. Yeni başladığım inşaat firmasının sahipleri, karşı mahalledendiler. Oraya adapte olamadım. Ön muhasebe elemanıyım ama beni çok öne koydular. Yani neredeyse dış kapının dışına koyacaklar. Bir tane çırak var; çırak patronlara kebap ısmarlıyor. Meğerse bizim çırak bankaya yatırdığı paralarla, bankadan çekilen paraları, banka müşteri cari hesap kartından fotokopi çekip, fotokopi üzerindeki rakamları daksilleyip, değiştirip, fotokopiden fotokopi çektiği banka kartlarını bize ibraz ediyormuş ve hepimizi bu işten çırak çıkartıyormuş. Çıraktan hariç hiçbirimizin hiçbir şeyden haberi yok. Haberimiz olduktan sonra hepimiz dumura uğradık. Çırağın patronlardan çaldığı paralarla ısmarladığı kebapları, sonuç olarak paranın sahibi patronlar yemişti..
Çırak her gün saçları spreyli bir şekilde, iyi giyinerek işe geliyordu. Ben hemen hemen hep aynı elbiselerle geliyordum. Paranın bir kısmıyla da çırak, herhalde kuaförüne saçlarını taratıyordu ve de yeni yeni elbiseler alıp, giyiyordu. Ben, kurulu düzende o ortama geldiğim için, herhangi bir olumsuzluk fark etmemiştim. Zaten ben hariç, herkes çok mutluydu. Dışarıdan inşaat şirketinin defterlerini tutan muhasebeci de bana 'sen, niye fark etmedin' diyor. Sinameki… Hayatın farkında değil, bir katakullinin içinde durum almış, dıştan patronun sırtını yalıyor. Biz de ‘Bizimkiler’ dizisindeki muhasebeci karakterinden rahatsız oluyoruz. Bu adamlar muhasebe yapacak da, ülke de bunların yaptığı muhasebe ile bir yere gelecek... İki buçuk gelir... Halk dilinde yazabilsem tadından okunmayacak ama yazamıyorum işte... Sonuçta o işyerinden de rızkımız kesildi bizim. Ayrıldım işten…
İşsiz kaldığım çok az dönem oldu, yine öyle bir dönem başladı hayatımda.
Durumlar vahim... Bulduğumuz işler hep lay lay lom… Ülke gelişmiyor ya! Sebebi bu işte… Dışarıda aramaya gerek yok. Tuttuğun elinde kalıyor. Herkes köyden gelmiş, kent kültürü diye bir şey yok. Kent kültürünü oluşturan azınlık, yeni gelenleri, sistemin içine almak istemiyor. Kendilerine düzgün bir tezgâh kurmuşlar; yiyorlar, içiyorlar, mis gibi yaşıyorlar... Oh ne ala… Gün geldi, boğuldular köylü kültürünün içinde… ‘Eğitim bize, sağlık bize, iyilik bize, güzellik bize’ dersiniz he… Kaçmaya delik aradılar sonra… Nilüfer İlçesi yeni bir hayat modeli sundu onlara ama o hayat da uzun sürmedi… Amerika ‘ya kadar giden insanlar gibi kendilerinden kaçıyorlar lakin bu na mümkün tabii ki… Kaçarsan kovalanırsın… An gelir yakalanırsın…
Neyse bir zamanlar Pamukbank vardı. Sonra yamulttular onu, Yamukbank oldu. Bir gün Pamukbank'ta kredi kartımı mı ödüyordum, ne yapıyordum, hatırlamıyorum; Mali Müşavir Abimiz denk geldi. ‘Ne yapıyorsun’ diye sordu. Ben de ‘Bir şey yapmıyorum, boştayım’ dedim. ‘Senin gibi adam boş olur mu? Büroya uğra ya biz de çalışırsın ya da seni bir firmaya yerleştiririz’ dedi. Ayrıldık. Belli bir zaman geçti. Mali Müşavir Abimizin bürosuna ziyarete gittim. Konuştuk. Ben, ‘Sana adam lazımsa senin yanında çalışırım, sana faydam olsun isterim’ dedim. Anlaştık, Pazartesi işe başlarım gibi bir konuşma geçti aramızda… Ve Pazartesi ben işe başladım.
Modern bir büroydu. Mali Müşavir Abimiz de işini ciddiyetle yapan, temiz çalışan, titiz, bilgili, donanımlı bir meslek mensubuydu. Ben, Pazartesi sabahı, üzerimde önünde ‘MOZART’ yazan sarı bir kazak, altımda bir kot pantolon ve ayakkabı olarak da kovboy ayakkabısı giymiş bir şekilde büroya geldim. Büroda çalışan arkadaşlar ve firmaların ön muhasebelerinde çalışan birkaç arkadaş, beni görünce şok geçirdiler. Büyük ihtimalle içlerinden, ‘Bu artist de kim lan! Bu muhasebeci mi yoksa rock yıldızı falan mı’ diye geçirmişlerdir, diye düşünüyorum. Yavaş yavaş birbirimize alışacağız tabi ki… Birbirimizi tanıyacağız.
Ben, birkaç gün büroda gerçekten rock yıldızı gibi gezdim. Gözlem yapıyorum; ufak tefek kim ne yapıyor, anlamaya çalışıyorum. Öğlen aralarında lokantaya yemeğe gidiyoruz, çalışanları tanımaya çalışıyorum. O birkaç günde sıkıldım, ben… Evrakların işlendiği bir bilgisayar odası vardı. Kapısında gerçekten ‘İşi olmayan giremez’ yazıyor. Muhasebe bürosu olarak ilginç bir yer… Nasıl bir iş lan, bu! Kuyum işi mi, kıyım işi mi? Nedir yani? İnsanın başına ne gelirse; ya meraktan, ya mallıktan gelirmiş ya! O hesap… Ben, merakımdan odaya bir dalış yaptım. Çalışan arkadaşlara selam verdim, ‘Kolay gelsin’ dedim. Arkadaşlar, yüzlerini duvara dönmüşler, bilgisayar ekranlarının konumlandırılması öyle çünkü… Doğal olarak duvara doğru çalışıyorlar. Bana tuhaf geldi. Duvar işçisi değiliz biz kardeşim, muhasebeciyiz en nihayetinde… Niye duvara doğru? Rüzgâra doğru gibi yani... Döner sana bulaşır bu iş… Arkadaşın biri çok gergindi. ‘Büyük ihtimalle duvara bakmaktan olabilir’ diye düşündüm. Bir arkadaşımız biraz daha güler yüzlü… Tercihim o arkadaş oldu. Arkadaşa, ‘Yanına oturabilir miyim, izleyebilir miyim’ dedim. Arkadaş da ‘Ne demek, hay hay, buyur’ dedi ve ben de arkadaşı izlemeye başladım. Arkadaş, bilgisayarda muhasebe kayıtları yapıyor. Şık şık, tık tık işler yürüyor. ‘A ne güzel iş’ falan diye geçirdim içimden. Bir taraftan da ‘Böyle iş olur mu ya, nasıl oluyor’ falan diyorum tabi ki…
Biz, 1986 yılında Bursa Ticaret Lisesi ‘ni bitirirken, bilgisayarın önünden resmigeçit töreni yapmış, bilgisayarla o şekilde tanışmıştık. Dolayısıyla o büroya girmeden önce bilgisayar kullanmayı bilmiyordum. Dolayısıyla bilgisayarlı muhasebeyle yeni tanışıyordum. Belli bir süre arkadaşı izledim. Bir ara ‘Ben deneyebilir miyim’ dedim, arkadaşımız önceki gibi ‘Ne demek, hay hay, buyur’ dedi. Geçtim koltuğa oturdum; ‘Nasıl yapıyoruz, falan filan’ derken, ben kendime acayip kızıyorum. Çünkü tavukların yerden tek tek yem topladığı gaga hareketleri gibi parmak hareketleri yapıyorum klavyenin üzerinde… Dedim; ‘Arkadaşım, ben bunu daktilo gibi yazamam mı?’, ‘Tabi ki yazabilirsin’ dedi. Çantasından dokuz çeyreklik bir kaset çıkardı, bilgisayara taktı ve bilgisayara ‘Q.COM ve F.COM’ olarak adlandırılmış iki dosya yükledi. O zamanlar bilgisayarlarda yazılım olarak ‘dos versiyonu’ kullanılıyor, daha Windows icat edilmemiş. F tuşuna bastım, sonrasında yazmaya başladım. Ticaret Lisesi’nde daktiloyu on parmak öğrendiğimiz için bilgisayarda aynı sistemi yakalayınca ben şakıtmaya başladım tabii ki… Hiç klavyeye bakmadan mükemmel on parmak yazıyorum, geçiyorum. Bana işi öğreten arkadaşım, adaşımmış ve bilgisayar öğretmeniymiş. Tam adamına denk gelmişim, nasıl da güzel, iyi huylu, tertemiz bir arkadaş... Biraz beraber çalıştık. Ben, onu sor, bunu sor, işi bir kaptım, pir kaptım. Muhasebe alt yapım çok iyi, bilgisayar üst yapısını da kapınca kıyamet de koptu. Belli bir süre sonra bilgisayar öğretmeni arkadaşım, şaka yollu da olsa ‘Yeter ya’ dedi, ‘Sana başka bir şey öğretmiyorum arkadaşım. Olaya yeni başladın, beni geçtin’ diye de ilave etti. Sonra o işten ayrıldı ve yerine ben oturdum.
İlk icraatım, masamı ters çevirip, sırtımı duvara dönmek oldu. Daha sonra da masamın karşısına iki tane misafir koltuğu koydum. Muhasebe işi iletişim odaklı bir iştir. Dışa açık olmalı, gerekli bilgileri toplamalı, daha sonra da içe kapanıp, o bilgileri işlemeli… Ön muhasebe elemanlarını yanımıza oturtup, onlardan gerekli olan bütün bilgileri alarak defterlerimi işlemeye başladım. Muazzam sonuçlar alıyoruz, her şey yerli yerine oturdu. Belli bir süre sonra büroda çalan yüz telefondan, abartısız doksan tane telefona ben cevap vermeye başladım. Yaş yaklaşık yirmi beş… Bir insanın hemen hemen her konuda en yüksek performansı gösterebileceği bir yaş…
Büro da işleri harikalar yaratarak yaparken bütün çalışanların, firmalardaki ön muhasebe elemanlarının, mükelleflerin ve de mali müşavir abimizin teveccühlerine nail oldum. Bir gün, sekreter ablamız; ‘Ablacığım, böyle böyle bir iş var, yapar mısın’ dedi. Ben, üstüne uçak motoru takılmış Murat 124 gibiyim. Yetmiyormuş gibi arada gazdan benzine geçip elektrik direklerine tırmanıyorum. Benimkine çalışmak denmez, adeta asfaltı kazıyorum. ‘Yaparım tabi ablacığım, nedir mevzuu, kiminle konuşacağız. Sen bana söyle, gerisini ben hallederim’ dedim.
Dedim demesine de mevzu buradan sonra derinleşecek. Dolayısıyla ‘Ayinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz’a bir sonraki yazımızda devam etmek mantıklı olacak diie düşünüyorum. Müsaadenizle…