Önce kısa bir bilgi…
Ali Şeriati, 23 Kasım 1933’te İran’da doğmuş bir sosyolog.
Farklı düşünenler varsa da inançla düşünceyi harmanlamış bir entelektüel öncü olarak tanınır.
İslam’ı ritüellere hapsolmuş bir din değil, adalet ve özgürlük ekseninde devrimci bir bilinçle yorumlamaya çalışmasıyla bilinir.
19 Haziran 1977’de şüpheli bir şekilde öldüğünde henüz 44 yaşındaydı ama geride bıraktığı fikirler hâlâ genç kuşaklara “sorgula” diye fısıldayarak ilham vermeye devam ediyor.
Onun bazı sözlerini seninle paylaşmak isterim değerli okurum.
“‘Tek hurmayla doyan peygamber’ ve ‘yamalı cübbe giyen Ömer’ hikâyeleriyle halkı kandırıp kendileri için saray ve villalar inşa ettiler.”
“Zulmeden dindardan daha kötüsü, zalim ‘bizdendir’ diye susan dindardır.”
“Büyük paralar harcayıp devasa camiler yaparlar, sonra o camilerde fakirlere dua ederler.”
“Haram lokma yerken besmele çekenlerden iğreniyorum.”
“Dini, halkı yağmalamak için kullandılar.”
“Dindar bir toplumu, din adına ancak ulemalar kandırabilirdi. Öyle de oldu.”
“Din bezirgânları, feodal ve kapitalist bir toplumda kendilerine önemli görevler düştüğünü bilirler. Bu görev, yoksun-yoksul, sömürülen, çalışan ama hakkını alamayan kitleleri uyuşturma görevidir.”
İleri görüşlülük mü, ders alınmayan tarihin sınır tanımaksızın tekerrür ettiği gerçeği mi bilinmez ama…
İbretlik değil mi?
İnanç, netameli bir konu. İnsan için hem bir ihtiyaç hem de uçsuz bucaksız bir istismar sahası. Hele ki günümüz dünyasında… Beri yandan, bırakın farklı inançları aynı inanç sistemi içinde sayısız farklılık gösteren yolların olması, doğal olarak inanç sistemi üzerine bir kamusal yapı kurmayı -niyetiniz kötü değilse- imkânsız kılıyor.
Tam da bu yüzden inancın sadece bireysel bir ihtiyaç olarak görülmesi, bu sınırda kalması elzem…
Kalmazsa…
Aidiyet sapıyor, her grup kendini kutsuyor/diğerini lanetliyor ve insanın varlığını “kökleyip” zaman içinde “seccademi serebildiğim her yer benim vatanımdır” noktasına getiriyor. İlk “açılım” günlerinde işitmiştim bu cümleyi… Ürpermiştim.
E şimdi böyle inanan, böyle inandığı için düşünce dünyasını buna göre şekillendiren insana iklim/maden kanununu, sökülen zeytin ağaçlarını, yakılan ormanları, türlü haksızlıkları, sahip çıkmadığında evinin, yurdunun, taşının, toprağının, göğünün, denizinin elinden alındığını/alınacağını, deprem bölgesinde hâlâ konteynırlarda hayat mücadelesi veren çocuklar olduğunu nasıl anlatırsın?
Daha da vahimi, böyleleri oy verdiğine “ne yapıyorsun sen kardeşim, kendine gel” diyebilir mi?
Onlar öyle de ideolojiler farklı mı?
Türk milliyetçiliğini ve vatanseverliği hamasi bir takım slogan ve işaretlere indirgemek ve yurduna, vatanına, milletine sırt çevirmek… Zamanında komünizm gelirse diye listelediği her şeyin katbekat fazlasını seneler içinde, adım adım neoliberallerin ve siyasal İslamcıların beraberce yaptığını görmek şöyle dursun, onlara eklemlenmek… Devletin yapısı, ülkenin sınırları ve millî varlık tehdit altındayken “turana” yürüdüğünü/yürüyeceğini zannetmek… Neo-Osmanlıcılığın (Türkiyelilik) ulus devlet düşmanlığının bir aparatı olduğunu görememek…
Ya da…
Bilinçli ya da bilinçsiz “evrensel değerlere sahip dünya vatandaşlığı” diye özetleyebileceğimiz bir vizyonu hayatına taşıyıp etnikçiliğin, ırkçılığın kucağına ve çoğunlukla karşı olduğu inançsal ideolojilerin çizgisine düşmek… Anti-militarist ya da demokrat olacağım diye terör örgütlerini demokrasiyle eşlemek… Emeği unutmak…
Bu kafanın önemli bir kısmı da seccadeyi değilse de postu atacak yer arayışında...
Kısacası, büyük kitleleri bir araya getirdiği varsayılan herhangi bir inanç ya da ideolojiden yolu geçmiş olanların, hele ki bunların örgütlü halleri olan tarikat-cemaat yapılanmalarına, ideolojik gruplara ucundan kıyısından da olsa bulaşanların o zehri atmaları pek kolay değil… Duruma göre zaman zaman farklı konuşsalar da çoğunun eylemleri halen zehirli…
Sebepler, sosyologlar için bir maden ülkemizde… Birçok konu gibi…
Sonra deniyor ki nereden çıktı bu ‘Türkiyelilik?’
Senelerdir “Türk Edebiyatı” yerine “Türkçe Edebiyat” kalıbını kullananların ajandalarında daha neler var bir bilsen…
Bu cümleler boşuna söylenmemiştir.
“Dünyanın bize saygı göstermesini istiyorsak, ilk önce biz kendi benliğimize ve milliyetimize bu saygıyı, hissî, fikrî ve fiilî olarak göstermeliyiz. Bilelim ki millî benliğini bilmeyen milletler başka milletlere yem olurlar. Bir millet kendi kuvvetine dayanarak varlığını ve bağımsızlığını sağlamazsa şunun bunun oyuncağı olmaktan kurtulamaz.”zAaaddFormun Altı
Haftanın Notu:
İşleyen ve oturmuş bir sistemde kimin iktidarda olup olmadığı sadece bir ayrıntıdır. Çünkü böyle her sistemin -görünen ya da görünmeyen- kırmızı çizgileri vardır. Yıkmak isteyen yıkamayacağından emin olduğu için o işlere girişmeyeceği gibi, kimsenin de sistem muhafızlığına soyunmasına gerek kalmaz. Kişilerden bağımsız, kurumsal yapı önemli!
Son 23 yılı yoğunluklu olmak üzere en az 40 yıldır yönetim zihniyeti ortada… Hukuk rafta, devlet neredeyse tüm kurumlarıyla uzun süredir iki dudak arasında... Son dönemde ülkeye sokulan sayıları meçhul sığınmacının ne kadarı vatandaş yapıldı, bunların dışında parayla satılan vatandaşlık hangi boyutta; belirsiz… Sokaklar tekinsiz; çeteler çoluk/çocuk katlediyor. Kurucu irade tehdit altında…
Beri yandan ülke yanarken diyanet işleri kadınların miras hakkıyla meşgul…
E sonra diyoruz ki: “Sosyal çürüme had safhada… Çürüdü bu toplum!”
Neden acaba?